top of page
  • Yazarın fotoğrafıİshakEdebiyat

Çilem Dilber Yazdı- Şikeste


"Öyle sessizdir ki kasaba geceleri, tüm çocukluğunuzu havlayan bir köpekten dinleyebilirsiniz."

Türker Ayyıldız’ın yine her birini çok severek okuduğum 14 öyküden oluşan kitabı. Şikeste’nin anlamı kırık, kırılmış, gücenmiş, kederli… Karakterlerin her biri tam da bu sıfatı yük edinmiş kendine. Kurgu yönetme ve karakter oluşturma konusunda çok başarılı olduğunu düşündüğüm yazar sıradanlığa ve tekrara düşmemiş bu kitabında da. Öyküleri tadımlık cümleleriyle, genel hatlarıyla not düştüm.

İlk öykü ‘Yeşil Cip’. 14 yaşındaki anlatıcıdan dinliyoruz öyküyü. Bozkırın ortasında bir lokanta. Küfür ve argonun yerinde ve dozunda kullanımıyla karakterleri tanımak ve aralarında kendimize bir yer açmak hiç zor değil.

"Ustayla babam mutfakta konuşuyor, Metin’in kulağı onlarda. “Oğlum” diyor sesini kısarak, “adam cezaevinde subaymış. Çok eziyet etmiş zamanında, patron tanımış adamı." (s.20)


Kendini tutamama hikâyesinin finalinde, kırılmanın farkına bile varmayan hayat, sıradanlığına dönüyor.


İkinci öykü ‘Boşa Giden Her Şey’. Safiye ve İdris’in öyküsü. Tanrısal anlatıcıyla aktarılmış. Safiye öykünün değişim yaşayan, dönüşen karakteri. Birikmiş kızgınlığını tepkiye dönüştürmesini okuyoruz satır satır. “İyice kafayı yedi bu aralar” (s.22) dan İdris’in kuşlarının kümesini telef etmeye giden yolda gerçekleşiyor dönüşüm. Kümes, belki de birikmiş kızgınlığın simgesi.

Üçüncü öykü ‘Kırlangıç Meselesi’. Birinci tekil şahıs anlatıcıdan dinlediğimiz öyküde babasının cenazesine trenle giderken fikir değiştiren karakteri tanıyoruz. Bir vazgeçiş hikâyesi. Adının neden 'Kırlangıç Meselesi' olduğu ise benim için soru işareti.

“Yıllardır görmediğim adamın tabutu aha şuramda. Akça pakça kavak ağacından…” (s.31)


Karakter yine kırgın. En çok babaya. Ve babaya yeteri kadar kızgın olmayan anneye.


“Git oğlum, ne de olsa babandır.” demişti. “Yuh!” demiştim.

“Yuh anne senin de sıfatına.” (s.31)


Dördüncü öykü ‘Ha Camgöz Ha Köpekbalığı’. Üçüncü öyküdekine benzer bir üslupla yine birinci tekil şahısla anlatılan öyküde karakterin belirgin bir dönüşüm yaşadığını söylemek zor. Ama içten içe kırgın olduğunu hissedecek kadar tanıtıyor kendini. Vurucu kısımları sona saklayan yazar yine finalde çözüyor düğümü. Çözümden sonra sıradanlığa dönüş ise öykünün duygusunu hafifletmiyor aksine belirginleştiriyor.“Burada kalamayacağını bildiği için kaçıp gitmiş. Üç el silah sesi duyulmuş.”(s.43)


Beşinci öykü ‘İğne İzi’. Minicik detaylarda gizli koca koca kırgınlıkları anlatmakta epey maharetli bulduğum yazar bu öyküsünde de metni drama boğmadan, sade ama etkileyici bir dil kullanmış. Anlatıcı, geride kalan. Nisan’ın onu bırakıp gitme sebebi ise bir kadın fotoğrafı.


“Fotoğraftaki iğne izlerine bakın baba, dedim. Bu sadece bir yaka fotoğrafı. …. İğne izini o da görmüştür oğlum. dedi.”


“Kullanma kılavuzunun içine küçük bir öykü saklanmıştı sadece” (s.50) cümlesinde yazarla burun buruna geldiğimi düşünüp duygudan uzaklaşsam da genel olarak etkileyici buldum.


Salak Ahmet Tesisleri”. Mizahı bol bir öykü olsa da kırgınlık yine mevcut. Ahmet’in salak Ahmet oluş hikâyesi keyifli. 1. tekil şahıstan dinliyoruz.


“Birahanenin sahibi Ahmet abi sigarasını kül tablasına koymuş, bulaşığı ipince akan musluğun altında şöyle bir çalkaladıktan sonra solundaki muşambanın üzerine ters çevirip bırakıyor.” Birahanede geçen öyküde atmosfer oldukça iyi verilmiş. Durum hikâyesini canlı tutmak için gerekli detayları sıkmadan vermiş yazar.


Yedinci öykü “Kundak”. Anlatıcı-Gazeteci metroda kucağında bebeğini pışpışlayan kadının habersizce fotoğrafını çekiyor. Sonra kadının peşine düşmesi, onun hikâyesine ulaşması ve bunları bize aktarımı, dramatik. Öykünün detaylarında Salak Ahmet Tesisleri’nde olduğu gibi zekice kurguladığı günlük hayat kandırmacaları da var yazarın. “Çektiğim bütün fotoğrafları sildim oracıkta. Kadının sesi artık duyulmuyordu.” (s.67)


Burgaz’da Pazar”. İlk kitaptan tanıdık Ramazan’la karşılaşıyoruz. İlk öyküsünde yaşadıklarından sonra Burgaz’a gelmiş. İkinci öyküsünde de pek iç açıcı sayılmaz durumu. İlahi anlatıcı kullanarak etkili bir öykü oluşturmuş yazar. Ancak sonunu önceki öyküler kadar sarsıcı bulmayanlar çıkacaktır. “İçindeki adalet duvarları çoktan yıkılmış Ramazan’ın, altında kalmış bedeni, kendi kendine çürümüş.” (s.72).

“Sağ Sol” dokuzuncu öykü. Çocuklarının ilk

kez şehir göreceği uzak bir yerin hikâyesi. Öyle

ki yarışma için geldikleri yerden “komünist

piçleri Moskova’ya” (S. 79) diye taşlanarak gönderilmeleri aktarılıyor tanrısal anlatıcıyla. Çocuğun adını bilmiyoruz. Adını bilmediğimiz

için de hikâyedeki bütün çocukları bir tutuyoruz. Oldukça kısa bir öykü. Bu kez kırgın olanlar, çocuklar.


“Eski Bir Yara” da yine ilk kitaptan tanıdık

bir karakterle karşılaşıyoruz. Payidar. Anlatıcımız da kendisi zaten. 1. Tekil şahıs. Mezarlıkta buluyoruz onu. Oradan yeni bir öykü devşiriyor kendine. O öyküyle Payidar’ınkini birleştirip uzun keyifli hüzünlü bir öykünün içine giriyor okur da. “Tüm kadınlar başörtüsünü takınca Sezen’e benziyordu yıllardır. Sonra tüm adamların kaşları avukat kaşları gibi uzayıp gidiyordu. Yara oluyordu, eczacı oluyordu. Yeni gömülmüş ölü gibi tümsek oluyordu içimde.” (s.86)


“Sır” var sırada. Yatılı okul hikâyesi. Tanrı anlatıcı bekleyeni, beklenenin gelmeyişini, bekleyenin beklenenden vazgeçişini bir ayakkabı bağcığıyla bağlıyor birbirine. Anlatımı sade, duygulu. “Feribotu geçtiği gün abisinin geleceğine inandırmış kendini. Arkadaşlardan birine söylemiş sır diye.” (s.93)


Rüyayla gerçeğin iç içe geçtiği oyunlu, hileli bir öykü “Zifir”. Metaforu bol, dili zengin. Eski bir öyküye gönderme de var. Öyküyü yazmak üzerine yazılmış. Kurmaca karakterine dönüşen kurmaca yazarı okuduğumu düşündüm. “Oğuzcuğum. … Çok uzun. Çok uzun öyküler tehlikelidir.” (s.98)


Taşradan büyük şehre taşan bir öykü.Şikeste”. Tanrı anlatıcıyla yazılmış. Kırgınlığı okura geçen taşralı karakterler. Detaylıca işlenmiş olması, gerektiği yerde başlayıp finale kadar merakı canlı tutmasıyla sürükleyici. Final cümlesi muazzam. “Bozkırın orta yerinde hiç kimse bir şey kazanamamıştı oysa.” (s. 107)


“Son Öykü” kitabın son öyküsü. “Sır” da tanıdığımız, Ertuğrul'un öyküsü. Yıllar geçmiş, tutunamamış. Tanrı anlatıcı. Geçmişin izinde sohbet eden üç adamı dinlerken sahici ve samimi dilin önemi bir kez daha fark ediliyor. Ertuğrul’la ve önceki öyküde de bahsi geçen abisiyle duygusal bağ kurmamak mümkün değil. “Yıllar sonra hatırlanmak ölüler dâhil herkese iyi gelmişti.” (s.118)


Genel olarak yazarın, farklı anlatıcılarıyla, zorlama olmayan ve nadir metaforlarıyla, samimi üslubuyla, özellikle argosuyla, ayarında yapılmış tasvirleriyle ideal öyküler ortaya koyduğunu düşünüyorum.

Öykünün hikâyeden bir tık erken başlaması atmosferi sağlam vermesine ortam hazırlıyor bence. Bitmesi gerektiğini düşündüğüm yerden sonra biten öyküleri de var. Fakat gerçekçi öyküleri böylesine etkileyici, detaylı ve sade sunması ondan öğrenilecek çok şey olduğunu gösteriyor.


Bir küçük notum var. “Salak Ahmet Tesisleri” öyküsünün, "bulaşığı ipince akan musluğun altında şöyle bir çalkaladıktan sonra solundaki muşambanın üzerine ters çevirip bırakıyor.” cümlesinde “solunda” diye vurgulamanın işaret ettiği özel bir durum yok. Dolayısıyla fazlalıktı. "bulaşığı ipince akan musluğun altında şöyle bir çalkaladıktan sonra muşambanın üzerine ters çevirip bırakıyor.” Halinin daha sıcak bir cümle olduğunu düşünüyorum. Fazla kelimeden tasarruf etmiş oluruz. Öykü metinlerinde editoryalın gözünden kaçan, benzeri ve hatalı yazım azınsanmayacak derecede vardı.


Keyifli okumalar.


Çilem Dilber



0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör
bottom of page