İshakEdebiyat
Çilem Dilber Yazdı- Nohut Oda’ya Girmek...
Nohut oda, Melisa Kesmez’in üçüncü öykü kitabı. Kitap 65. Sait Faik hikâye armağanına layık görüldü. Görece uzun, 5 öyküden oluşan kitap daha öykülere başlamadan öykülerin içeriğiyle ilgili fikir veriyor. Şöyle ki bu öyküler Kendini bildi bileli kabuğunu arayanlara… yazılmış. “Yaşamın ilk çabası kabuk oluşturmaktır.” diyen Bachelard’ın cümlesiyle ilk öyküye atladığımızda az çok tahmin edebileceğimiz sıcak bir öyküyle karşılaşıyoruz.

İlk öykü ‘Kalanlar’ 1. tekil şahıs anlatıcıyla yazılmış, durum hikâyesinden kopamasa da yazarın dili kullanımındaki hareketliliğinden dolayı, uzun olmasına rağmen akıcı bir hal almış. Metaforlar, gündelik dilin metinde kendine çok rahat yer bulması ve betimlemeler karakterin ruh halini benimsememizi kolaylaştırıyor.
İlk başlarda karakterin kendini içinde bulunduğu duruma alıştırmış olduğunu anlıyoruz.
“Sonuçta her şeyin değil ama pek çok şeyin gerçekliği senin kendini neye inandırdığınla ilgiliydi.”(s.15)
Karakteri olduğu gibi kabul ederken zorlanmıyor okur. Gidenleri göndermeyi ve kalmayı çoktan kanıksamış.
“O seninkilere dolanmış köklerini söküp alırken, seni de yerinden ediyordu. Aynı bahçenin çiçekleri olmak böyle bir şeydi.”(s.17)
Anlatıcı sorgulama anına adım adım geliyor. Okur bu çatışmaya yavaş yavaş, tadını ala ala ortak oluyor.
“Çekip gitme fikri aklıma düşer olmuştu. Kalmayı seçen aklımdan şüphe etmeye başlamıştım artık.” (s.20)
Öykü okumanın en heyecanlı yanı, zirveye karakterle birlikte tırmanmak olsa gerek. Samimi duygularla öyküye ortak olan okur bu çatışmayı kolaylıkla fark eder ve kendini de o zirvede görebilir. Karakter zirveden nasıl inerse okur da o yolu izlemek zorunda mıdır? Bu tartışılabilir. Klasiğin dışında ya da içinde olmanın duruma, yere, şartlara göre değişebileceğini varsayarak karakterimizin tercihine saygı duyabilir, onda kendimizi görebilir hatta belki sorgulayabiliyoruz.
“Ne var ki geçen hafta cereyan eden devrim niteliğindeki bir olay tepemde dolaşan kara bulutları uzaklara gönderiverdi.” (s.20)
Latife isimli kedinin gelip de hayatına ve evine yerleşmesi çekip gitme ihtimallerini elinden alır karakterin. Latife, semboldür. Kalmak için ürettiğimiz bahanelerimizin, gidemeyişlerimizin sembolü.

‘Son Bir Çay’ kadın erkek ilişkisinin 1. Tekil şahıs ve kadın anlatıcıdan dinlediğimiz bir öykü. Sorgulama ve yüzleşme öyküsü. Kopma, geri dönme, dönse de birlikte olamama çabalarının acıklı ama mizahi anlatımı aslında.
“Ona dair yitirdiğim bütün müspet duygular kaçıştıkları yerden geri gelsin istiyorum o an. Gelmiyorlar.” (s.29)
Annesine aşırı bağlılığıyla kendisine sağlam bir kabuk oluşturmuş, bu kabuğu kıramayan adamın, annesinin ölümüyle özgürleşmesini ya da belki özgürleşeceğini kadın karakterden dinliyoruz. Anneyi ve atmosferi yeteri kadar vermek için bolca mekân tasviri yapılmış. Eşyaların detaylıca betimlenmesi zaman zaman akışı düşürüyor.
Anlatıcı bu kez gitme kararlığını gösterse de fazla uzun sürmüyor -çantasını unuttuğu için- geri dönüyor. Karakteri çıkıp gitme noktasına getiren konuşmada “çantasını dahi almadan” lık bir boyut olup olmadığı sorgulanabilir. Gidemeyişin sembolü bu öyküde ‘çanta’ oluyor. Daha o çıkmadan adamın “Fırlayıp koridorun sonundaki odasına koşuyor. Çarparak kapısını kapatıyor.” (s.39) olması da böylesine içten, samimi bir dille yazılmış, sımsıcak öykünün inandırıcılığını ne derece desteklediğini düşündürtüyor.
Finalde gerçekleşen konuşmada “Bulacaksın bir yolunu. Artık özgürsün.” cümlesi özgürleşmenin yüzleşmeden çok annenin ölümünden olduğunu ima ediyor sanki. Final cümlesi ise muazzam.
“Bir şeyler hizalanıyor o an. Bir şeyler tık edip yerine oturuyor.”
‘Annemin Çadırı’ nda anlatıcımız yine 1. Tekil şahıs ve kadın. Bu öyküdeki “kabuk” annede ve kendini korumaya almak için oluşturulan inorganik bir yapıda. “Bir paket çekirdekle kendini sağaltan, varoluş sıkıntılarını geçici olarak da olsa dindiren bir kadındı annem.” (s. 48)
Önceki öyküde eşyaların ayırıcı, uzaklaştırıcı, itici etkisi üzerinde bolca durulmuşken bu öyküde ilk olarak eşyalar üzerinden zorunlu birlikteliği vurgulamış yazar.
“Ailemizi aynı çatı altında kenetleyen şey eşyaydı sanki…” (s.49)
Öyküde kırılma yaşayan, değişen, çatışmadan değişerek çıkan karakter anne. İlk iki öyküdeki gidememe, gitse de geri dönme’den sonra bu öyküde tam bir değişim yaşanıyor.
“Annem özerkliğini ilan etmişti. Babamın anlamak istemediği şey buydu. Annem anakaradan kopmuş, okyanusun ortasında bir ada olmuştu.” (s.57) Bu kez kırılmanın ve değişimin bir sembolü var öyküde. Çadır.
Deprem sarsıntısından sonra evden çıkan ve o andan sonra çadırda kalmaya başlayan, eve dönmeyen anneyi, kızından dinliyoruz. Akıcı, bol metaforlu. Deprem anında annenin, babayla kızına haber vermeden evden çıkması, babanın da evden çıkar çıkmaz kızını geride bırakıp da anne’yi araması konusunda soru işaretleri oluşsa da, çok katmanlı, evlilik, gösterilmeyen sevgi, beklentiler, bağlılık detaylarıyla donatılmış öykü.
“Babam annemin olmadığı bir evde mutlu olmazken, annemin onun olmadığı bir çadırda mutlu olabilmesine ağlıyordu.” (s. 59)
‘Görüşürüz’ bir rüyayla başlıyor. Rüyasında ona sorulan aşk nedir, sorusuna verdiği cevap üzerine babası tarafından alkışlanıyor anlatıcımız. Yine 1. Tekil şahıstan dinliyoruz ve yine anlatıcımız kadın.
“Evet, o gece baban sadece elini sıktı, öpmedi seni.” (s.66) Babasının başka bir kadına âşık olup gitmesi, belki de rüyada sorulan aşk nedir sorusunun kaynağı.
Rüyayla gelense bir pişmanlığın yenilenmesi… “Keşke o akşam çağırdığında gitseydim.” (s.70)
Babanın ölmesi, cenazede gördüğü âşık olunan kadın Filiz Hanım ve babasının onunla daha çok anısının olduğuna olan inancından dolayı kabuğun pek de kırılacak gibi olmadığını görüyoruz.
“Fidan Hanım’ınsa ne çok an olmalıydı belleğinde. Yazlar, kışlar, sabahlar ve akşamlar…” (s.72)
Karakterin kırgınlıkla ördüğü kabuğu okuyoruz. Babasının bir zamanlar yaşadığı yeri işaretle “karşı kıyıya” (s.72) geçmeye Fidan Hanım’ı görmeye niyetleniyor finalde. Geçip geçmediği, kabuğunu kırıp kırmadığı okura kalıyor sonra. Devam eden öykülerden. Anlatım daha sade, betimlemelerin görece daha az ( düğün salonu tasvirleri hariç) olduğu bu öyküde duygu daha yoğun iletilmiş.
Burası tam da James Wood’un bir tespitine yer verilebilir nokta. “ Art arda dizilmiş detayların dikkatlerin art arda dizilmesinden meydana gelmiş bir kolye olduğu izlenimi ediniriz ve bu kimi zaman görmeye yardımcı olmaz, aksine engel olur.” Öyküde detayların azaltılmış olması görmeyi, hissetmeyi dolayısıyla duyguyu arttırmış demek, sanırım pek yanlış olmaz.

‘Kız Kardeşim Handan’ yine aynı tür anlatıcıyla yazılmış. Aliye karakterinin bu kez tam bir dönüş’ü söz konusu.
“Burada ne olmuştu? En son ne zaman gelmiştim sahi?” (s.78)
Önceki öykülerde gidemeyen, ya da dönemeyenlerin aksine dönen ve yüzleşen bir karakter. Annesi öldükten sonra bir süre kardeşi Handan’la yaşayan, hayata birlikte tutunan, sonra yolunu ayıran Aliye’nin, geri dönüş zamanı çok kritik. Tam da Handan’ın kendisini annesine dönüştüğüne inandırdığı an. Aliye’nin ilk tepkisi de bunun Handan’ın kuruntusu olmadığının açıklaması.
“Karşımda sanki annem duruyordu.” (s.80)
Sonrasında sorgulama süreci… “Geçmiş artık çok uzaktı. Gelecek ise ne kokusu ne şekli belli, manadan yoksun bir yerdi.” (s. 83) Duyguyu aktarma oldukça başarılı.
İlk öyküdeki gitmeyi aklından geçiren, cesaret edemeyen karakterin aksine, Aliye kafasına koyduğunu yapmış bir yerde. “Bir süre sonra yoruldum. Hem oynamaktan, hem Handan’dan.” (s. 90)
Öyküdeki geri dönüşler Aliye ve Handan hakkında etraflıca bilgi sahibi olmamızı sağlıyor. Nihayetinde Aliye’nin dönünce bulduğunu kabullenmesiyle sonlanıyor öykü.
“Bugüne dek hiç girmediğimiz bir yola girmek üzere olduğumuzu hissediyordum. Belki yaralı kurtulacaktık bu çarpışmadan ama yüz yıldır kaçtığımız şeylerle yüzleşmenin zamanı gelmiş görünüyordu.” (s.99)
Yazar bu öyküde de eşyaları epey ön plana çıkarmış. Bu kez işlevleri bağlılık. Handan’ın annesinden kalma evi, onun çiçeklerini, kıyafetlerini sahiplenmesi bugünden geçmişe düğümlenmiş ipleri gibi.
Ayrıca öyküde geçen Madımak otelinin ateşe verildiği yaz’ın (s.88) öyküye zamansallık açısından ne derece katkısı olduğu düşünülebilir. Gerçekteki olayı tam olarak karşılayan ‘katliam’ kelimesinin Aliye ve Handan’ın acılarının bireysellik- toplumsallık açısından değerlendirilmesi açısından verilmişse de başarılı olduğu tartışılabilir.
Genel olarak bakarsak Melisa Kesmez’in anlatımda çok başarılı olduğu açık. ‘Nohut Oda’ bağlamında ise karakterlerin değişiminin sınırlı, tasvirlerle detaylandırılmış öykülerin arasında sıkışmış olduğu söylenebilir. Tamamen 1.tekil şahıs kadın anlatıcılardan oluşan kitap, karaktere özgü üslup farklılığı pek göze çarpmasa da bir solukta okunuyor. Sonunda keyifli bir anlatımın tortusu kalıyor geriye.
Çilem Dilber