İshakEdebiyat
Çilem Dilber Yazdı- Vapurlara Küsmek Üzerine
Güncelleme tarihi: 27 Kas 2019

Türker Ayyıldız‘ın 96 sayfalık ilk öykü kitabı Vapurlara Küsmek, 2011 Orhan Kemal Öykü Ödülü’ne layık görülmüş. Kitap 13 öyküden oluşuyor. Bazı öykülerin karakterleri ortak olmakla birlikte her öyküde sağlam karakterler barındırdığı okurun gözünden kaçmıyor. Tanıdık, bildik, tanımıyorsak dahi karşılaşma ihtimalimizin yüksek olduğu bu karakterlerle sahici bir dil kullanarak sağlam temelli öyküler kurmuş Türker Ayyıldız. Dilin sahiciliği, yalınlığından ve samimiyetinden geliyor. Öyküler, özellikle sonlara doğru, indiriyor darbelerini. Okurun içi buruk kalıyor öykü bittiğinde. Hemen diğer öyküye geçmek mümkün olmuyor işte o zaman. Bu niteliğiyle öykülerin etkililiğini de vurgulamak gerekiyor. Samimi, yalın bir dil, kısa cümlelerle oluşturulmuş neredeyse her biri bir roman kahramanı olabilecek karakterler ve akıcılık birleşince öykülerin etkileyici hatta sarsıcı olmaması mümkün olmuyor.
İlk öykü, kitaba adını veren “Vapurlara Küsmek.” Karakterimiz Payidar’ın vapurlara küsmesinin dramatik öyküsünü anlatıyor. 1. Tekil şahıs anlatıcıyla, mizahla kara mizahın harmanlandığı öykü, Eski Galata Köprüsü’ndeki içki masasından ilk Ebru’nun kalkmasıyla başlıyor. “Yüzüme bakıp, “Hoşçakalın.” dedi. Sanki orta yerinden kırılıp masaya düşmüştü sözcükler. Sadece sözcükler mi dudaklarının bitim yerleri de düşmüştü.” (s. 9) Ebru’nun karşı yakadaki evine gitmeye çalışan sarhoş ve parasız Payidar’ı takip ederken düğümleri ata ata ilerliyoruz. Öykünün sonunda öykünün düğümleri çözülse de boğazımızın düğümlenmesine engel olamıyoruz. “Ölen mi tadıyordu ölümü, kalan mı bilemedim.” (s.14)
“Köstebek Sancısı” nda görme engelli, yoklukla cebelleşen, çocuklarına, karısına hatta kendisine bile sataşan Kör İbrahim’i tanıyoruz. Büyük oğlanı paylarken anlıyoruz olmak istediği yerde olamamanın sıkıntısıyla bu günlere geldiğini. “Anarşi vardı eşek oğlu eşek. Yoksa şu köhne kasabaya döner miydim hiç?” (s.16) Kör İbrahim ‘in dükkanı bırakıp yeniyetmelerden biri’yle (s.18) kaplıcaya gitmesi, kandırılması ve suda verdiği yaşam mücadelesini okurken kör olmadan önceki kendi zulmünü hatırlamasıyla irkiliyoruz. “… köstebek yavrularını kovalardık çocukken. Yuva ağızlarını taşlarla kapatıp öteki taraftan su dökerdik dışarı çıksınlar diye. Oysa bir kere bile çıkmadılar karanlıklarından.”(s. 19) Nihayet kıyıya varabilmesi, hayatın vazgeçilmezliğiyle yüzleştiriyor bizleri. “Göğsümün altında kurumuş bir hayvan gübresi en az sazlıktaki leş kadar güzel kokuyor.” (s.23)

“Minyatür Kale” bir yetimhane hikâyesi. Spiker, Mesut, İri… Taştan kalelerle futbol oynayan çocuklar. Öykü 5 kısa bölümden oluşuyor. Okuma yazması olmayan bir çiftin yetimhaneden evlat edinme çabalarını da okuyoruz, oyuncak kamyonların esrarengiz şekilde kaybolduğunu da. Bir tek Mesut’un, hayaletten korkmadığını da biliyoruz. Son sayfaya kadar meraktan kurtulamıyoruz. Son sayfada, Mesut ve kardeşinin yetimhaneden ayrılacağı vakit çözülüyor düğümler. “Demek kardeşmişler,’ dedi Spiker. ‘Vay anasını,’ dedi İri. ‘Hiç söylemedi orospu çocuğu.” Mesut’un kız kardeşinin hayalet hikâyesine açıklık getirmesi ise oldukça sarsıcı. “Hep beraber sığınağa indiler. Tüm kamyonlar parçalanmış halde onları bekliyordu. Müdüre anne giderayak kızdı. Elini havaya kaldırmıştı ki, ‘Bamız, dedi kız. Çöp kamyonunda çalışırdı. Hasta oldu, öldü.’” (s.30)
“Iskarpela” kısacık bir öykü. Şiirler yazan dergilere yollayan, fakat hiçbir şiiri yayımlanmamış bir şairin, son yazdığı şiiri arzuhalciye yazdırma öyküsü. Iskarpela, arzuhalcinin bulmacada bir türlü bulamadığı kelime. “Bir tür bıçak, dokuz harfli.” (s.32) Şair şıp diye söyleyince, anlatması zor bir duygu taşıyor öyküden. Kısa ama yoğun olması ondan belki de öykünün. Şairin geldiğine pişman olduğunu anlıyoruz sonra. “Okumayaydı keşke, koşa koşa gelmeyeydi elin adamının yanına. Hem şiir öyle dıştan okunacak bir şey değil ki.” (s.33) Arzuhalci eksi daktilosunu veriyor genç şaire. “Ama bunu alacak param yok.” “Paran olsa vermezdim zaten.” Son cümlede Ahmed Arif’e ince bir selam çakıyor yazar. “Birkaç satır bir şey yazacak, bozkırın yürekli abileri için.”
“Otuz Sekiz Oda ve Bir Takım Soykalar” öyküsü katmanlı yapısı ve simgesel olması yönüyle dikkat çeken bir öykü. Yazar üst kurmacayı hakkıyla kullanmış, büyülü gerçekçiliğin sahiciliğinde tüyleri diken diken eden bir öykü ortaya çıkarmış. “Ne kadar soğuduysam o kadar sıcak su döktüler bedenime. Alyansımla saatimi çıkarıp zamanın dışına aldılar. İpince bir ışıktan, ölü yıkayıcılarının buruşmuş ellerini gördüm.” (s.37) Öykü 3 bölümden oluşuyor. Ameliyat masasından doğrulup dehlizlerden geçmesi 3. bölümde. Otobüs kazası, koltuklar, , koltuklarda ölülerin üzerinden çıkan soykalar…
“Karaltılar” da ömrünün son demlerindeki Hilmi Baba karakterini tanıyoruz. Adada bir rakı masası, eskimiş hikâyeler… Ara sıra içsesine kulak verdiğimiz samimi anlatıcı sayesinde okur da masaya dâhil oluyor. Kırmızı peruklu bir kadın, kadının baktığı yakamozların üzerinde sallanıp duran kayıkta bir adam, fötr şapkalı takım elbiseli başka bir adam. "Bir küskünlük ve kovulmuşluk hikayesi dinlediğimiz." (s.44)
“Otuz Dört Paris Tunceli” öyküsü “Karaltılar” da tanıdığımız Hilm Baba’nın cenazesiyle başlıyor. “Ölen ölmüş, ortadan ikiye ayrılmış solucanla birlikte gömülmüştü.” (s.48) Samimi anlatıcımız bu kez hüzünlü. Cenaze arabasının şoförü Çıyan’ın daha doğrusu sorusunun peşine takılıyor. “Rahmetli yazar mıydı?” (s.47) Çıyan’ı bulduğunda yeni bir soru daha…
“Güz Değil Sonbahar” çocuğun gözünden yazılmış, hatta çocuğun yazarın kendisi olduğu bir öykü. “Benim abim yok, üstelik öğretmen çocuğuyum. Hem adımda iki tane R harfi olduğundan kelimeler topaç gibi dönmüyor ağzımda.” (s.51) Geniş aile yapısı, hapisteki anarşist amca, hiç anarşist oğlu olmamış mahalleli, amcaya götürülemeyen rulo pasta… “Amcam içeride. Mevsim eylül. Irgatlar bilmediğim bir dili konuşuyor.” (s.52)

“Dört Kız Bir Oğlan” da Çıyan yine karşımıza çıkıyor. Çıyan’ın hikâyesine değinilmiş olsa da asıl arkadaşı Ramazan’ın acıklı hayat hikâyesini ürpertiyle dinliyoruz, iyi bir anlatıcı olan Çıyan’dan. Öykünün çözümünde anlaşılmayan nokta bırakmamak için fazlasıyla açıklama yapmayı tercih etmiş yazar. Okuru yormamış. “Hoca da eğildi. Kemiklerin arasında bir şey varmış. Cüppesinin içine sürdü, güneşe doğru tutunca parladı metal. Kalabalık anlamadı ilkin. Öyle sığır gibi baktık.” (s.60)
“Kuşçu Akif’in Kanatları” öyküsünde taşranın sosyal hayatını ve çocuk dünyasını kendi doğallığı içinde vermiş yazar. Öğretmen çocuğu Hikmet’le anne babası Almanya’da işçi olan ve babaannesiyle yaşayan Akif’in kuş avlamaya gitmesine kadar hem komik hem düşündürücü ilerliyor öykü. Sonrasında ise zirveye çıkarıp sertçe aşağı bırakıyor okuru. “Kanatların olsa nereye uçardın, dedi Hikmet. Almanya’ya annemin yanına diyecekken, çocukların olmadığı bir yer varsa oraya, dedi.” (s.65)
“İs mürekkebi” nde anlatıcımız Postacı Arif. Adanın tepesinde, bahçesinde kuyu, duvarlarında el yazıları, bir köşede is mürekkebi, içinde eski üç beş eşya olan bir eve götürüyor hem anne- oğulu hem okuru. “Yuh be, koduğumun adamı, diye bağırdı. Bir yaşındaymışım, dedi annesine, yüzünü ekşiterek.” (s.73) Kızıl saçlı bir kadın daha var öyküde. Ama Karaltılar’daki kadın mı, onu çözmek zor. ‘Kuyu’ ve ‘yazmak’ birlikte geçince, öykü genel olarak yazmakla türeyen uzaklaşma ve kayboluş durumlarının, yazarın zihnini epeyce meşgul ettiğini düşündürüyor.
“Onur”da yine Payidar’la birlikteyiz. Bu kez eve gece yarısı sarhoş gelip de oğlunu öpen, ona çiş yaptıran bir baba. Karakterin sahiciliğini destekleyen detaylar. Sorumluluktan uzak ama sevgi dolu. Eylemsiz duygular kişisi, Payidar. Öncesini bildiğimizden kızamıyoruz sanki. Oğlu Onur’u, konuşmadığı için, doktora götürüşleri anlatılıyor. Diyalog kullanımı az olduğundan karısı Sezen’i detaylıca tanımıyoruz. Öyküde Payidar’ın kovulmuşluk hissi daha ağır “Kafasını içeri sokup önce Sezen sonra Onur diye seslendi. Evin bütün ışıkları yanıyordu. Sesine cevap veren olmadı.” (s.85)
“Bir Garip Düş” de kargalar, boş çerçeve, düşler ve trajik hayatlar karşılıyor okuru. Dört kız bir oğlandaki anlatıcı ve Çıyan yine karşımızda. Çiyan’ın hikayesine tamamıyla vakıf oluyoruz nihayet ve onunla birlikte yüzleşiyoruz hayatla. “Yatağını ıslattığı için utanmış, o yüzden çıkmak istemiyormuş. Kim? Kim olacak? Enkazdaki çocuk. Ulan biz nasıl kirlendik…”
Türker Ayyıldız’ın hayatın bunca içine girip, yastık kılıfı gibi içini dışına çevirişi üstün gözlem yeteneğinden kaynaklanıyor olsa gerek. Yaşadıklarını, gördüklerini duyduklarını ustaca eleyip, tortulayıp öykü çatısıyla sunması başarılı. İkinci öykü kitabı “Şikeste” nin de aynı lezzeti vereceğine inanıyorum. İyi okumalar.
Çilem Dilber