İçindeki huzursuzluğu yokladı. Hâlâ oradaydı. İstenmeyen bir misafir gibi gelip kurulmasına artık ne şaşıyor ne de kızıyordu. Derdi, bu arsız misafir tarafından evinden kovulmakla ilgiliydi. Oysa onunla beraber yaşamayı öğrenmişti. O da öğrense, arkadaşlık etse, hiç değilse ara sıra salonda uyusa, gözden ırak olsa... Şikâyet bile etmezdi. Elleri, saçları gibi taşırdı onu da. Bir bütün oluşturamayan ama aynı resme ait parçalar gibi onu da emaneten gömleğinin cebine iğnelerdi bir çengelliyle. Fakat onun derdi maraz çıkarmaktı, parazit olmaktı. Ruhunu lime edip süfli gülüşüyle zulmünü kutlamaktı. Tam bu saatler eziyet etmeye başlardı. Elinden kerpeteni bir alabilse o küçük ve biçimsiz dişlerini sökecekti. O ise sadece yatakta dönmekle yetiniyor, burnunu ve gözlerini kaşıyor, ilk hapşırıkta bu huzursuzluğun havada taklalar atarak kalorifere yapışıp kalmasını umuyordu. Bundandır ki soğuk algınlığı tam iki hafta sürdü. Geceleri bir süredir koynunda yatan bu kemirgen hayvanla geçiyordu.
Nihayet günlerdir dairesinden çıkmadığını fark eden birisi oldu. On dördüncü günün sonunda, karşı komşusu Aylin kapıyı çaldı. Artık tam manasıyla sıska denebilecek kadar zayıftı. Bacakları, çelimsiz vücudunu zor taşıyordu. Güçlükle kapıya ulaştı. Bitkinliğini gizlemek için gözlerini kaçırsa da hasta olduğu her halinden belli oluyordu.
“Merak ettim seni, günler oldu evden çıkmadın.”
Cümlenin ilk kısmını duyan kemirgeni sancı tuttu.
“İyiyim Aylin, iyiyim... Üşüttüm herhalde. İçerisi biraz dağınık, kusura bakma. Gelsene.”
Aylin içeri doğru tereddütle adım attı. Buraya gevezelik etmeye gelmemişti, Selim'in gerçekten yardıma ihtiyacı olduğunu düşünüyordu. Kim günlerce evden çıkmadan, yapayalnız; işe, fırına bile gitmeden yaşayabilirdi? Ne tür bir hastalık insanın evini hücreye dönüştürür?
“Ne kadar zayıflamışsın... Beni yanlış anlamanı istemem ama en azından bir çorba yapmama izin ver. Yalnızlığın ne demek olduğunu iyi bilirim. Özür dilerim... Haddimi aştım sanırım.”
Ne çok zayıflamışsın Selim... Gözlerinde ışık yok Selim... Selim, ne kadar da yalnız ve bedbaht görünüyorsun... İnsanlar her gün aynaya baktığınızda hatırladığınız şeyleri dile getirmekten ne büyük keyif alıyorlardı. Aylin fena bir kadın değildi. Gençti, güzeldi, muhtemelen kalbinin sesini dinlemeye özen gösteriyordu. Ancak onun bu sürekli mahcup, biraz önce annesinin vazosunu kırdığı için suçlu hisseden çocuksu tavrı Selim'i çileden çıkarıyordu. Gündelik ilişkilerin en basit beklentilerini bile kendine hak görmeyen insanların, başkalarının işine burnunu sokma cüretini göstermesinden nefret ediyordu. Onunla münakaşaya giremeyecek kadar yorgundu.
“Olur, olur. Zahmet olmayacaksa.”
“Ne zahmeti, hemen yaparım. Sen rahatını bozma, dinlenmene bak.”
Öyle yapıyordum zaten. Bunu içinden geçirmekle yetindi.
Çorbayı getirirken Aylin'in dikkatini koltuğun dört bir yanına deste halinde sıralanmış kitaplar çekti.
“Vaktini okumakla mı geçiriyorsun?”
“Evet, fena bir okur sayılmam. Ama iki haftadır pek okuyamadım. Kolumu kaldıracak dermanım yok.”
Birazcık abartmanın zararı olmayacağını düşündü. Böylelikle bir an önce evine döner, Selim'i de kemirgenle yalnız bırakırdı. Onunla mücadele etmek yeterince zordu. Dışarıdan bir insana tahammülü kalmıyordu.
“Öyleyse ben sana okuyabilirim. Bir bakalım neler var.”
Selim, Aylin'i duyduğundan emin değildi, çorbasını yarılamakla meşguldü. Bir hayli acıkmıştı. Aylin ise eline geçen bir şiir kitabını kurcalıyordu. Selim bir an için midesinin bulandığını hissetti.
“Ben de çok severim bu şiiri. Hatta inanmayacaksın ama altını çizdiğin bu dize en sevdiğim kısmıdır.
Ama onların çırpınan serçeler için/ bin kurşunlu tüfekleri var/ seni kanatlarının maviliğinden/ vuracaklar”
Ah Aylin... Yaşları, eğitimleri, aileleri böylesine benzer iki insan nasıl bu kadar farklı olabilirdi? Peşin hükümlülüğü Selim’i kızdırdıysa da evet, böyle aptalca tesadüflere inanmazdı. Yine de günler sonra sıcak çorba ve sevdiği bir dizeyi duymak içindeki kemirgeni biraz olsun unutturmuştu.
“Bak ama bunu ilk kez okuyorum.
Ben acıyı ayrılıkla aynı anadan doğma sanırdım/ Sanırdım ki/ İnsanın ölümü kurşundandır, ezgisi/ Ne kadar çoksa dillerin/ Hikâyemiz de o kadar koyu bir kalemle yazılmıştır.
Selim çorbasını bitirdi. Artık midesi bulanmıyordu. Aylin kendini şiirlere kaptırmış, oğluna masal okuyan bir anne edasıyla okumaya devam ediyordu. Bir ara kitabı indirip Selim'e baktı, gözleri kapanmıştı. Saat akşamı bulmuştu. Kitabı tersine çevirip sehpaya bıraktı. Selim bunu gördüğünde huysuzlanacaktı. Çantasını alıp parmak uçlarında yürüdü. O sırada Selim kıpırdandı.
“Aylin, bir daha geleceksin değil mi? Belki bu sefer roman okursun.”
Aylin gülümsedi. Bu kez yüzünde her zamanki mahcubiyet yoktu.
“Okurum.”
Kemirgen dişlerinden ilkini nihayet düşürmüştü.
Çağla Nur Çavdar
Yalnızlık ve huzursuzluk üzerine güzel bir öykü. Çok da önemli olmayan iki hususta önerilerimi sunacağım:
"Lime" sözcüğü tek başına değil de, "lime lime etmek" olarak kullanılır.
Öyküde alıntılanan şiirlerin dizeleri genellikle, bu öyküde olduğu gibi, taksim işareti ile aynı satırda yazılıyor. Fakat şirin orijinal biçimini bozmadan, olduğu gibi koymak daha iyi olurdu diye düşünüyorum. Hele online mecralarda yer sıkıntımız da yok iken...