top of page
  • Yazarın fotoğrafıİshakEdebiyat

Öykü- Ökkeş Can Kılıç- Dün, Bugün

İşte vakit tam gece yarısı oldu. Geriye kalan bir saat ve kapanış Hüseyin Abi’nin sorumluluğunda artık, mesaim bitti. 

“Hüseyin Abi, çıkıyorum ben,” dedim, dün olduğu gibi, ondan önceki gün de. 

“Nereye len!” diye sordu o da, dün olduğu gibi, ondan önceki gün de. 

“Eve. Mesaim bitti ya,” diye yanıtladım ben de, dün olduğu gibi, ondan önceki gün de. 

“Daha karpuz kesecektik,” dedi dün de yaptığı o bayat espri, ondan önceki gün de.

Normalde zoraki de olsa gülerdim bu esprisine, dün gülmüştüm, ondan önceki gün de. Bugün pek içimden gelmedi ama, gülmedim. Yarını bilmiyorum. 

Bir garip adamdır ama bu Hüseyin Abi. Elinde telefon, gözünde iki tane gözlük… Evet, evet! İki tane üst üste gözlük.  

Garip dedim ya zaten.  

“Niye iki gözlük takıyorsun?” diye sorduğumda, “Biri yakını, biri uzağı gösteriyor,” demişti. İşe ilk geldiğim zamanlarda da kendisine çay getirdiğimde, bardağa şöyle bir bakıp “Ya abi! Bu bardak benim değil ki, içmem ben bunda çay!” demişti. Benimle dalga geçiyor zannetmiştim, sahiden içmedi çayı, kalktı, kendince benimsediği bardağına doldurup içti. 

Bunadığındadır belki de. Yetmiş küsür yaşında adam. Ama bedeni turp gibi. Nasıl oluyorsa, iki çalışanın yapabileceği mesaiyi tek başına sırtlıyor. 

Sabahın sekizinde gelir işe, geceden paketlenen koli koli çerezleri yükler servis arabasına, dağıtımını yapar. Öğleden sonra gelir, ufak tefek işlere yardım eder, acil durumlarda atlar şirket arabasına, hangi şubede eleman eksikse yardıma gider. Dönüp dolaşıp geleceği yer burasıdır ama. Gece saat birde kapanışı yaptıktan sonra evine gider. Her gün aynı döngüyü tekrar edip durur. Sadece pazar günü servise çıkmaz. Öğlen yine gelir ama, gece kapanışa kadar kalır. Tek ihtiyacı çay, çay varsa Hüseyin Abi de var. Bir de sigara, sigarasız yapamaz, Marlboro Touch Blue.

Hep merak etmişimdir Hüseyin Abi bu döngünden hiç sıkılmıyor mu, diye. Sıkılıyordur elbette canım! Sıkılmaz mı insan! Sormaya cesaret edemezdim ama kendisine. Çok sonraları bir diğer mesai arkadaşım Ahmet’ten öğrendim, nasıl tüm bunlara katlandığını. 

Hüseyin Abi İstanbul’da yaşamış uzunca bir süre, tekstil işiyle uğraşmış yirmi yıl. Sonra batmış işlettiği şirket. Ne var ne yok satmış, soluğu burada almış. Borçları bitsin bırakacakmış işi. Hayaliymiş sahil kenarında bir ev. Sabah balık, akşam rakı. Eşi, çoluğu çocuğu da başka şehirde şu an. Tek tabanca buralarda. Borçları bitince alacakmış onları da yanına. Sonra güzel bir emeklilik hayatı. Böyle böyle iki yılı devirmiş burada. 

Önlüğümü çıkarıp ayrıldım iş yerinden. Yoldan geçen tek tük arabalar, birkaçı bozuk, kaldırım boyunca dizili sokak lambaları. Ufak serin rüzgârlarla hışırdayan yer yer ağaçlar, nerde saklandıkları belirsiz birtakım cırcır böceğinin üstlendiği tatlı bir de senfoni. Bu kadar. Gece yarısı böyle işte bu sokak. Birkaç saat önce arabalarında son ses müzikle cirit atan mahallenin müziç gençleri ve abart egzozu havalı zannedip bir tutam polis korkusu olmadan mahalleliye akşamı zehreden kekoların motorları bu saate kalmaz, çekilir piyasadan. Mahallenin delisi Ali Rıza Abi bile görünmez ortalıkta, her önüne gelene tekrar tekrar “Sigaran var mı?” diye sormaz. 

Ertesi akşam her şey yine aynıdır ama, abart egzozlar, tiksinç müzikler, Ali Rıza Abi’nin sigara bulma telaşı… Dün olduğu gibi, ondan önceki gün de.

İşte hemen şurada da yol üçe ayrılıyor, yolun köşesinde bir market, Çitlenbik adı, dün de Çitlenbik’ti, ondan önceki gün de. Ama on sene önce farklıydı, Poliçe Market’ti. Ben o zaman tanımış, sevmiştim bu marketi, bugün sevmiyorum, dün de sevmiyordum, ondan önceki gün de. Yarın? Yarın da sevmeyeceğim. Neden sevmiyorum onu da bilmiyorum, gerçi dün de bilmiyordum, ondan önceki gün de. Ekmek almak harici, asla uğramam, kafamı bile çevirmem buradan tarafa.

Evime dönerken Çitlembik Market’ten sağa saparım. Yine saptım. Dün de sağa sapmıştım, ondan önceki gün de.

Sapınca ince, uzun, hafif kavisli, ıssız bir güzergâh karşılar beni. Az biraz ilerleyince de solumda cam bir sera belirir, önünde de zeytin ağaçları, karşısında da işte şu kocaman tarla. Sarı, kısa anızı andıran otlarla örtülü; dün de bu otlar vardı, ondan önceki gün de. Ben küçükken? Ben küçükken farklıydı. O zamanlar uzun uzun buğdaylar vardı. Çocuksu oyunlarımıza ortak olurdu burası. Kocaman tarla içinde kaybolurduk üçümüz beşimiz, kalan ikimiz, saklananları arardık. Bugün, ne bizim çocukluğumuz var bu tarlada ne başkalarının. Artık birkaç sokak köpeği bu tarlanın hâkimi. Siyahı, kahverengisi, beyazı... Geceleri olabildiğince hırçınlar, sabahları da bir o kadar uysal. Kimi geceler yoklar ama... 

Normalde camekanın önündeki zeytin ağaçlarına gelince duraksayıp köpekler tarlada mı diye, şöyle dikkatlice bir bakarım. Dün bakmıştım, ondan önceki gün de. Ama bugün bakmadım. Garip bir cahil cesareti kasıp kavurdu içimi, fırtına sonrası da sağlam bir umursamazlık yeşeriverdi ayak tabanlarımda. 

Zeytinliğe gelince durmadım.

Oysa dün durmuştum, ondan önceki gün de. 


Ökkeş Can Kılıç


0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

Commentaires


bottom of page