Odamdaki aynanın üzerini örteli epeyce oldu. İlkin, çocukluğumun pembe pikesiyle sarmıştım her bir yanını. Hani gökkuşağı desenlerinin arasında onlarca balerinin dans ettiği. Balerinlerin en yellozu, yine nasıl becerdiyse aynanın tam ortasındaydı. O edası yok muydu o edası. Ağzı. Sırıtışı. Kasıntısı. Öfkeyle çekip attım pikeyi. En iyisi, babamın kötürüm bacaklarına doladığımız battaniyeydi. Hem daha kalındı, daha opak hem de düz, dümdüz, desensiz. Sonra, boyumla bir uzunluktaki aynayı o battaniyeyle kapattım. Eh, fena da olmadı. Pencere vasistasından sızan havanın etkisiyle babamı anımsadım birden. Donuk bakışlarının arkasına sinen merhametiyle ürperdim. Merhametti en nihayetinde tabii, ancak faydasız mı faydasız. Babamın hakkın rahmetine erdiği an, ki bu tabir anneme aitti, bana göre sadece ölmüştü, çaktırmadan alıp saklayıvermiştim battaniyeyi. Annem kazaen görse, kıyametler kopardı tumturaklı evimizde. Kopardı çünkü, sıradan hiçbir şey onun hayatında yer edinemezdi. Tıpkı babam gibi, benim gibi…
Aynayı örttüğümden beri yatağımdan da kalkmadım, odamdan da çıkmadım. Adım atacak takatim yok esasında. Koşu bandıyla, pilates toplarının yüzeyindeki tozlar, kullanılmadıklarının resmî kanıtı. Çok şükür ki annem bayağıdır uğramıyor odama. Sanırım benden ümidi kesti artık. Leyla da sessiz. Ne zaman baksam uyuyor numarası çekiyor. Anlaşılan gücendi. Dün akşam, yok yok önceki akşam, yoksa daha da mı önceydi, her neyse, onca laf sayıp kalbini kırdım onun. Saydım da niye saydım. Dimdik memeleriyle üstüme üstüme gelişi yenilir yutulur cinsten değildi. Hele o parmak sallayışı. Sağ elinin işaret parmağı, havada ne savruldu be cicim ne savruldu. Kırmızı ojeli tırnağını gözüme sokmadığı kaldı tek. Neymiş efendim, bir türlü beceremiyormuşum zayıflayıp da güzelleşmeyi. Zavallı annem sabır taşı olsa, çoktan çoktan çatlayıp ufalanırmış. Bunca olanağa, bunca özene, bunca hayale, umuda, bir zamanlar evimizi dolduran öğrencilerin zarafetine, boyuna posuna, güzelliğine, efendime söyleyeyim, başka da nelere nelere rağmen bir gıdım desen yol alamamışım. Duy da inanma. Ona dedim ki, Leyla, bak şekerim, cancağızım, biz eski dostlarız. Tanıştığımızda, küçücük bir çocuktum henüz. Seni kucağıma koyarlarken, niyetlerini açıkça dillendirmeseler de ikimiz de biliyorduk ki benim için itinayla seçilmiş bir idoldün ve aslında ben senin kucağına konuluyordum. Yap dedin yaptım, kalk dedin kalktım… Şimdi tüm bu yaşananları unutup yüzüme yüzüme höykürmen çok ayıp. O da bana dedi ki, yazıklar olsun sana verdiğim emeklere! Annemden mi duymuştu bu lafı?
Kalktım. Başım döndü, dizlerim titredi, sendeledim. Az kalsın da düşecektim ama kalktım. Leyla sırtını duvara yaslamış, onu savurduğum yerde duruyordu. Bacakları da nasıl ayırdıysam öyleydi. Biri dizinden katlı halde parkede, öteki havada. Yan yan süzüverirken Leyla’yı, dayanamadım gülümsedim. Gözlerini kaçırdı fakat gördüm, evet gördüm. Kendini tutamayıp o da güldü. Gel barışalım dedim, unutalım her şeyi. Annemden mi duymuştum bu lafı? Nazlanıyordu galiba, cevap vermedi. Belki de biraz zamana ihtiyacı vardı. Aynaya döndüm. İçimde, bedenimdeki takatsizliğe yakışmayacak bir kıpırdanma belirdi. Nabzımı saydım, hızlanıyordu. Gırtlağıma dek yükselen bir gıdıklanma aklımı çeliyordu. Aç diyordu battaniyeyi, aç. Açmam. Aç. Açarsam o çirkin, şişko kızı görürüm. Gör, gör de anla annenin çilesini. İçimdeki gıdıklanmalardan nefret ediyordum.
Sahi annem nerelerdeydi? Kaç zamandır girmiyordu odama. En son geldiğinde ne demişti? Güzel, devam et! O gün çarpan kapının sesi kulaklarımda yankılandı. Gümm…. Leyla işveli bakışlarla beni izliyordu. Gidip onu yerden aldım. Pembe mini eteğini çekiştirip edepli ol azıcık dedim. İtiraf ediyorum, kıskanmıştım o dolgun kalçalarını, sütun bacaklarını. Yatağıma otururken, sarı lepiska saçlarını da tırnaklarımla taradım. Benim saçlarım, hiçbir zaman onunki kadar gür ve parlak uzamadı. Gene de o Leyla’ydı, dosttu, sırdaştı. Sarıldım ona hemencecik. O denli kocamandım ki bağrımda kayboldu. Belinden avuçlayıp yukarıya doğru kaldırdım. Göz gözeydik. Ne menemse, hiç değişmiyordu Leyla. Her daim güzel, alımlı, şık ve zayıftı. Besbeteri ise, kimin bebeği olduğunun bir önemi yoktu. Doğuştan şanslı, doğuştan etkileyici ve ayar vericiydi o. Tıpkı bir metronom gibi, tıpkı annem gibi…
Midemden yükselen gurultuyla, yastık şiltesinin içine sakladığım çikolata düştü aklıma. Leyla’yı süzdüm çaktırmadan. Düş kırıklığı yaşadığı belliydi. Burnumda tüten kakao kokusunu almamak için nefesimi tuttum, bu anlarda annemin ezberletip tekrarlattığı telkinleri sıraladım hızlıca. Geçecek, geçecek, sakın, asla, unut, unut, unut… Başaramıyordum. İçimdeki lanet gıdıklanmalar yeniden peydahlanmıştı bir kere. Al diyordu ekolu bir ses, al. Al ve ye. Almam. Al. Almam. Aldım. Ambalajının yazıları da kırmızı boyaları da silinmişti, elimdeki çikolatanın. Onu da bağrıma bastım. Üçümüz birbirimize sarılıp yattık. Son çikolata, son Barbie ve ben. Diğer çikolatalar annemin gazabına uğradı, öbür Barbieler de benim. Annem nerelerdeydi? Odadan çıkıp aramayı düşünsem de vazgeçtim. Yarışma seçmelerine az kalmıştı ya talimatlar da netti. Zayıflayıp forma girmeden buradan çıkmak yok! Topu topu birkaç kilocuk. O bir güzellik kraliçesiydi ve odadan çıkma diyorsa mutlaka bir bildiği olmalıydı. Küçükken, henüz Leyla da gelmemişken, babamın anneme yarım ağız yakarışlarını duyardım. Çocuk derdi kraliçem o, çocuk. Fazla zorlamıyor musun? Mırıldanırken eli ayağı birbirine dolanır da söylediklerini annemin duymasından çekinirdi sanki. Oysa annem, üstün işitme yeteneği sayesinde her ne iş yapıyorsa bir çırpıda bırakarak bedenini dikleştirir, babama doğru üç beş adım atar ve etkileyici bir bilgiçlikle söylevine başlayıverirdi. İyi bir hayat istiyorsa cicim, bedelini ödemeli. Sanıyorum lisedeyken iyi bir hayata ulaşamayacağımı, doğrusu annemin iyi diye bellediği hayata ulaşamayacağımı sezdim. Üniversiteyi kazanamadığım yıl ise, annemin de idealize ettiği hayata erişemediğini anladım. Ah o boyu, o boyu azıcık daha uzun olsaydı, saçları da doğal sarı, ha bir de iki kilo eksiği, işte o zaman yarışmada ikinci değil de mutlaka birinci seçilirdi. Böylelikle, arzuladığı saygınlığa da kesinkes kavuşurdu. Haliyle de babamdan yakışıklısını, zenginini ve güçlüsünü tavlardı. Annemin içkiyi fazlaca kaçırdığı gecelerde öğrenirdik o saklı hislerini, kahroluşlarını. Onu koltuklardan kaldırıp yatağına yatırmaya çalışırken, duyduklarımızla mahzunlaşır, utanır, susar pusar da babamla birbirimizden kaçardık.
Leyla halen suskundu. Çikolatanın ambalajını yırtıp ona uzattım. Hadi ye dedim. Yemedi. Verdiğim sakıncalı yiyecekleri yemezdi elbette ama hiç değilse ben de yemeyeyim diye tatlı tatlı konuşurdu. Annemin kraliçe arkadaşlarının, “büyüyünce ne olacaksın” sorularına boşuna Leyla olacağım demezdim. Şimdilerde o sevecenliğinden eser kalmadı. Sanki düşman. Sinirlendim. Çikolatayı da Leyla’yı da fırlatıp attım elimden. Leyla aynanın yakınına düşmüştü ve oradan suratıma suratıma arsızca gülümsüyordu. Gülünecek ne vardı ki? Saçlarından tutup onu tekrar fırlatacağım sıra kuş sesleriyle irkildim. Evin içi kuşlarla dolmuştu adeta ve durmaksızın şakıyorlardı. Ardından diğer sesler. Yumruklama, tekmeleme benzeri. Şiddetli, ürkünç. Bütün dikkatimle dinledim, soluksuz dinledim. Kapı vuruluyordu. Doğru ya. Kuşlar da zil sesiydi esasen. Babam taktırmıştı hoşuma gidiyor diye o zili. Şaşakaldım oracıkta. Kapı çalınmayalı ne çok zaman geçmiş meğer. Kimse gelmiyor muydu ki evimize? Nasıl fark edememiştim bunu? Korkuyordum. Usulca Leyla’nın yanına sokuldum. Ne yapsak diye sordum fısır fısır, bön bön baktı öyle. Sesler kuvvetlendikçe kuvvetleniyor, hızlanıyor, hızlanıyordu. Sonra, sonra birden kesiliverdi. En can alıcı darbeyle, müthiş bir gürültüyle. Çelik kapı açılmıştı. Kısacık bir sessizlik sardı evi. Ardından telaşlı koşuşturmalar, konuşmalar, çığlıklar, öğürtüler. Hepsini, hepsini duyabiliyordum odamdan.
“Kadın ölmüş amirim.”
“Hay ben böyle işin…”
“Ölmek ne ki? Çürümüş yahu bu kadın.”
Son ses tanıdıktı. Çatlak, boğuk bir ses. Komşumuz, adı neydi, neydi, şey, şey…
“Günlerdir anlatmaya çalışıyorum memur bey. Ayol acayip bir koku geliyor diyorum ara sıra, ceset kokusu gibi, inanmıyor kimse. Gördünüz mü, haklıymışım.”
Annem ölmüş. Ölmüş mü? Ölmüş… Leyla’yı kucaklayıp sarıldım ya da o bana sarıldı. Dışarıdakiler birazdan odama da gireceklerdi, belli. Tam da yarışma öncesi… Kaçacak hiçbir yerimiz yoktu. Çaresizce ayakta dikiliyorduk ki aklıma şahane bir fikir geldi. Battaniyenin altına gizlenebilirdik. Babamın kötürüm bacaklarıyla, o çirkin ve şişman kızı saklamayı beceren şey, bizi de saklayabilirdi. Aksak bir cüretle aynaya yaklaştım. Kalbim güm güm atarken ve ben o atışlarla terlerken, bir yandan da Leyla’yı yatıştırıyordum. Korkma diyordum, korkma sakın. Şişman kız oradaysa orada. Ona hak ettiği şekilde davranıp hemen, evet hemen… Sözümü bitirmeksizin, kararlılıkla ve de en önemlisi zaman kaybetmeden battaniyenin ucunu var gücümle çektim. Gözlerim de açıktı bu kez. Apaçık.
Aynada ihtiyar bir kadınla karşılaştım. Endişeyle yüzüme bakıyordu. Bedeni, dalından düşmesine ramak kalan kuru yapraklar misali titrekti. Üstelik zayıf mı zayıf, çirkin mi çirkin, kara mı kara… Çökük avurtlarının üzerindeki simsiyah gözler, denizdeki yakamozlar gibi pır pır. Neyin nesi olduğunu anlamak maksadıyla başımı usulca aynaya uzatıyordum ki o da başını uzattı. Çarçabuk geri çekildim. Boğazımı temizleyip kendimden emin bir sesle kimsin diye soracaktım, ağzımı açtığım an sustum. O da ağzını açıyordu. Leyla’ya daha da sıkı sarıldım, saçlarından öptüm. O da aynısını kucağındaki Barbie’sine yaptı. Kaşlarımı çattım, kaşlarını çattı. Dil çıkardım, dil çıkardı. Utanmadan öykünüyordu haspam. Öylece bekledim, öylece bekledi. Derken, kapının kilidi kurcalanıp içeride biri var mı haykırışları yankılanırken yani, dönüp pencereyi gösterdim ona. Hadi kaçalım diyecektim ki o da dönüp kamburunu gösterdi bana.
Ömür Müzeyyen Yılmaz
댓글