Bu sabah Tanrı’yı gördüm. Silüetini çevreleyen parlak bir haleyle, kalabalık caddede ağır ağır ilerliyordu. Büründüğü hayalet kisvesinde, gündelik telaşlara düşmüş insanların yanlarından, zaman zaman da içlerinden geçerek, tanınmadan, hissedilmeden. Omuzları düşüktü. Şapkasından sarkan saçları seyrek ve cansız. Bacakları bastığı yeri inletmeyecek denli bitkin, belki de bıkkın. Evet evet, bıkkın. İzlediğimi sezdiği halde, bir an dahi başını çevirip bakmadı bana. Ona yetişmek için koştum, uzandım ama nafile. Sonra seslendim. Gırtlağımdan çıkabilen, çatallı utangaç bir tınıydı sadece. Yavrucak kedileri ya da küçük çocukların acınası vaziyetini andıran, ağlamaklı, yalvar yakar. Ansızın şiddetli bir öfke peydahlandı içimde. Soluğumu hissedebilecek kadar yakınımdayken, nasıl duyamazdı. Kırgındı işte ya da kızgın. Oysa ki dönüp sorsa, açıkla savun kendini dese mesela, dinlese, affedebilirdi beni. İlahlığa yakışan buydu, küsmek değil. Öfkem parladığı gibi söndü, söndü çünkü zihnimden yükselen tiz bir çığlık, kulaklarımı zonklatıp kalbimi sıkıştırarak kibrimi, pişkinliğimi, en önemlisi de pişmanlığımı yüzüme vuruyor, utandırıyordu. Haksız sayılmazdı Tanrı. Mağaza vitrinindeki yansımamın kahkahasıyla durdum. İç içe geçmiş iki kadındık. Biri gülüyor, diğeri vicdan azabıyla ağlıyordu. Biri giydiği elbisenin güzelliğiyle övünüyor, diğeri avuç içleriyle montunu çekiştiriyor. Havada yankılanan inlemeler yine yaşlı kadınınkiydi. Zaten o geceden beridir ne bitmek biliyor o inlemeler ne de duraksamak…
Yağmur şiddetini iyiden iyiye arttırmıştı o gece. Pencere pervazlarından sızan damlalar, yol yol parkelere iniyordu. Soğuktu hava. Battaniyeye sarılıp koltuğuma yerleştim. Elimde kahvem, kafamda bin bir anı. Hepsi kasvetli. Şimşek çaktı. Gök gürledi. Karanlığı delen ışıkla teyzem karşı kanepedeydi. Kırışık suratında aynı tiksinç ifade. Bitişikteki yaşlı kadının inlemeleri de odayı sarıyordu. Aramızdaki duvarın inceliğine sövdüm. İstemesem de duyabiliyordum çağrılarını. Tanrı her yerdedir düsturuyla böbürlenen teyzemi süzüverdim. Sarı gözlerini kısmış, aynı lafı söylemeye hazırlanıyordu ki ivecenlikle susturdum onu.
“Bu duvarın içinde değil sanırım.”
Gözleri yeşerdi. Abajurun soluk ışığında büyüyor, devleşiyordu teyzem. Kulaklarımı kapatmalı, hatta mümkünse kaçmalıydım. Anlatmaktan bir türlü bıkmadığı eski hikayelere başlayacağı aşikardı. İstemesem de onları da duyacaktım. Yağmur, yeri göğü delerken, mezardakileri de dürtüp gece gece ortalığa dökmüştü yine. Zaten bahaneye bakarlardı ya o yersiz yurtsuz ruhlar.
“Daha adet görmemiştim. Bekledi beni, on bir yaşıma dek bekledi. Sonra işte sonra…”
Yumruğunu ağzına bastırırken, kıkırdaması gök gürültüsüne karıştı. Pembe gözleri de parlıyordu. Cılız, kesik kesik bir tıkırtı duydum. Kalkıp duvara doğru yaklaştım. Yıldızlı tablonun hemen önündeydim ki resimdeki yıldızlardan biri ışıldadı. Ayrıca, yaşlı kadın da beni çağırıyordu. Gel diyordu, su, su ver... Duvardan gözümü ayırmadan, geri geri yürüyerek koltuğuma geçtim.
“Babandan önce benim ölmem gerekirdi. Annenden de tabii. Bazı işlere akıl sır ermiyor.”
Teyzem, loş ışıkta küçülmüş, kanepedeki kırlentlerden birine dönüşmüştü adeta. Doğru söze ne denir ki diyecektim, önce sen ölseydin kim bilir belki de annem ve babam yaşayacaktı. Demedim. Yağmurun çisentileriyle boyanmış pencerede annemi gördüm. El sallıyordu mahcubiyetle. Sonra babamı. Sus diyordu, dudaklarına götürdüğü işaret parmağıyla. Başını yana devirmiş, sevecenlikle gülümsüyor, on yaşımdaymışım gibi bakıyordu bana. Bacaklarımı göğsüme çekip sarıldım. Ağlayacaktım ki vazgeçip sehpadaki pakete uzandım o gece.
Korna sesleriyle irkildim. Adamın biri avazı çıktığı kadar bağırıyordu.
“Geri zekâlı, dikkat etsene!”
Karşıdan karşıya geçiyordum. Tanrı önde, ben arkada. O yine hiç istifini bozmadı. Gücendim doğrusu. Ölebilirdim. Parka girdik. Ortalık sakindi. Koşan birkaç kadından başka, köpeğini gezdiren üç beş adam vardı. Köpeklerden biri Tanrı’yla arama geçip hırladı. Sahibi tasmasından çekiştirerek uzaklaştırdı onu. Tanrı da uzaklaşıyordu. Hızlandım. Göle doğru gidiyorduk. Çantamdan bir sigara çıkartıp yaktım. Derince çektim içime, o geceki gibi…
Dumanı teyzeme doğru üfledim. Kaybolsun, yok olsun diye o gece.
“Dadaların Zehra’ya benziyorsun.”
Turuncu gözlerle söyledi bunu. Köylerinin delisi Dadaların Zehra. Gezmeye gitsem Dadaların Zehra olurum, arkadaş edinsem Dadaların Zehra, tembellik etsem, yemesem, uyamasam, sevdalansam, hele bir de ne idüğü belirsiz o adamla sevişsem, mezarlığa gitmesem misal, bayramlarda el öpmesem, teyzeme yeter sus desem, es kaza kapıları çarpsam, kendimi odama kilitlesem, halime şükretmeyip ağlasam, sinirlenip somurtsam ya da sonumu düşünmeyip keyiflenerek gülsem, hepsinde… Bir daha çektim sigarayı içime, dumanı daha da kuvvetli üfledim suratına. Bi daha bi daha, üfledim, üfledim. Boğazım yandı, durdum. Bitişik dairedeki yaşlı kadının ağlayışlarını işitiyordum. Kendince bir ağıt yakmıştı. Ölmek istiyor da ölemiyordu güya. Gök gürültüsüyle şimşekler de eşlik ediyordu kadına. Birlikte muazzam bir orkestraydılar o gece…
Meşelerin arasından usulca ilerliyorduk. Ara sıra esen sert rüzgârla sırtım ürperdi, biraz da üşüdüm. Tanrı’ya yeniden seslenmenin tam zamanıydı aslında. Zayıf tınılar bile çıksa gırtlağımdan, şu tenhalıkta mutlaka duyardı. Tabii, duymamazlığa vurmuyorsa. Gökyüzü, sabah saatleri olmasına rağmen kararmaktaydı. Gün başlamadan bitecekti sanki. Sesleneceğim sıra, rüzgârı yuttum, bir iki öksürdüm, sonra, sonra yaşlı kadının ağıtları… Hışımla arkama döndüm, kimsecikler yoktu. O geceki gibi…
Teyzem kanepeden kalkmış odada dolanıyordu. Pencerenin önünden seçebildiğim, haddinden fazla parlayan kehribar gözleriydi yalnızca. Karanlık bir kuytudan, örtük öğütler veriyordu her zaman olduğu gibi o gece de. En sevdiği şey tabii.
“Gitmeyecek misin?”
“Hayır.”
“Neden?”
“Hep aynı terane. Hastayım, yastayım, çok yalnızım, üzgünüm...”
Yanıma yanaşırken döşemeler gıcırdadı. Eşyalar usulca geri çekildi, sırf onun gazabından kaçabilmek için. Teyzemin yüzündeki kırışıklıklar öyle azalmıştı ki, annemle babamın öldüğü senedeki yaşındaydı o anda. Aslen babamın teyzesiydi. Cenazeden sonra beni dizlerine oturtup yaşlıyım, hastayım üstelik de yastayım demişti. Gene de bundan böyle ailen benim. Çok ağlamıştım. Bütün günler, bütün geceler boyunca.
“Yardıma ihtiyacı var.”
“Yapabileceğim her şeyi yaptım zaten.”
“Daha fazlasını da yapabilirsin.”
Yapamazdım. Yapmak istemiyordum. Camdaki buğuyu kolumla sildim ve bomboş caddeyi seyretmeye koyuldum o gece.
Yeniden Tanrı’nın peşindeydim. O, sanki yavaşlamış, hatta bir an durup yetişmemi beklemişti. Aramızdaki mesafenin azalmasıyla, çocuksu bir umuda kapıldım. Derdimi, pişmanlığımı hemen söylemeli, fırsatı değerlendirmeliydim.
“Tamam, kabul. Yakarışları duyduğum halde aldırmadım. Yorgundum, üstelik teyzemi görünce kafam karıştı. Biliyorum, biliyorum o yaşamıyor. Git diyorum çoğunlukla, kovuyorum ama, hikâyelerine katlanmaktan başka bir şey geçmiyor elime. Hem, hem apartmanda onca kişi varken ve hepsi de o yakarışları duymamazlığa gelmişken, bir tek benim kayıtsızlığım mı mesele? Kötü bir insan mıyım yani? Küsmen adil değil. Sen Tanrı’sın ve Tanrılık yap!”
Avucumla ağzımı kapadım. Affedilmeye çabalarken edepsizlik de neyin nesiydi? Tepkisizliğine sinirleniyordum esasında. Küçücük bir teşvik yoktu ki edasında. Göle uzanan iskeledeydik. Karnıma keskin bir kramp girdi. Durdum. Tanrı’yı saran hare gittikçe silikleşmekteydi. Gölün gri sularının soğukluğunu tırnak diplerime dek hissettim. Teyzemin soğuk nefesini o gece nasıl hissettiysem…
Buz grisi gözlerini üzerime dikti teyzem, o gece. Yüzünde derin bir hayal kırıklığı. Soluğu sarımsaklı. O dişsiz ağzın içinde hapsolan, daha da ağırlaşan, ilk fırsatta da hücuma geçen kekremsi soluk. Aynı kokuyu yaşlı kadından da aldım. İnlemelerini ilk duyduğum gece kapısını çalıp evine girdiğim dakka. Evin havasını kadının soluğu oluşturmuştu. Şikayetleri de kokuluydu. Ağzını açsın istemedim. Konuşmasın, ağlamasın. Oysa o hiç susmadı. Bin bir bahaneyle çıktım evden. Birkaç gün sonra yine aynı koku, yine aynı veryansınlar, yine aynı bulantılar…
Bütün çocukluğum, teyzemin buz gibi gözleri ve ağır nefes kokusuyla geçti. Alışamadığım, sindiremediğim, şükredemediğim. Onunsa değiştirmek için kılını kıpırdatmadığı. Ha bir de Dadaların Zehra’sı var tabii.
“Meraklanma, birazdan uykuya dalar.”
Gözlerini üzerimden çeksin, mümkünse defolup gitsin diye uydurdum bu yalanı. Yoksa yaşlı kadının sabaha dek inleyeceğini biliyorum, alıştım buna. Duvardaki anlık ışıltıyla tabloya döndüm. Ortadaki yıldız, çatılardan birinin üstüne düştü o gece.
Tanrı göldeydi. Bir kuğu misali ilerliyordu suda. Yürümüyor, yüzmüyor, uçmuyor, dönüp bana bakmıyor sadece ilerliyordu. Aramızdaki mesele henüz çözülmemişti. Böyle çekip gidemezdi. Çantamı iskeleye bırakıp göle atladım. Yüzüyordum. Ara sıra durup Tanrı’yı kolaçan etmeyi de unutmuyordum. Tanrı yavaş yavaş batıyordu. Ne suyun soğukluğu ne kulaçlarımın sesi, hiçbir şey dikkatini dağıtmıyor, hızını düşürmüyor, öylece, gittikçe suya gömülerek uzaklaşıyordu benden. Şapkamı fırlatıp attım başımdan. Seyrek ve cansız saçlarım suda tamamen ıslanınca, kafa derime yapıştı, beni daha bir üşüttü, titretti. Acele edip Tanrı’ya yetişmeliydim. Gölün derinliği de ıssızlığı da yararsızdı, yaşlı kadının inlemeleri sürüyordu. Yanı başımda yüzdüğüne yemin edecektim neredeyse. Burnuma dolan kekremsi kokudan da işkillenmiştim. Suda çizdiğim dairelerle etrafıma bakındım. Gölün üzeri sisleniyordu. O gece de yağmur diner dinmez beklenmeyen, tuhaf bir sis çöktü ortalığa.
Caddeye inen sisi teyzeme göstereceğim sıra fark ettim ki, gitmiş. Rahatlamadım desem yalan. Yaşlı kadının inlemeleri de azaldı o gece. Duvara da vurmuyor, tıklatmıyor, tırmalamıyordu. Tablodaki çatıya düşen yıldız sönmüşken, gökyüzündekilerden biri daha söndü. Ardından biri daha. Yerlerinde beliren kara deliklerden dumanlar tütüyordu. Teyzemin marifeti olmalıydı. Ezelinden beri, sevememişti o resmi. Masadaki sürahiye uzanacağım sıra irkildim. Sürahideki su, üzerine yansıyan loş ışıkla dalgalanıyor, dalgalanıyor, bir film perdesine dönüşüp teyzemin öldüğü günü canlandırıyordu. Bu da onun marifeti olmalıydı. Yine de gözlerimi sudan ayırmadım, istemeyerek izledim o filmi. Zaten hepsini anımsıyordum ya. Yağmurlu bir gündü. Tıpkı şimdiki gibi. Teyzem, yatağında inim inim inlerken mırıldanıyordu, tıpkı yaşlı kadın gibi. Otobüs geldi, çabuk su, su getir, edepsiz, nankör… Dadaların Zehra demeyi unuttu. Koca bir bardak suyu lıkır lıkır içtim önce. Hem de gözlerinin içine baka baka. Sonra, sonra yavaşça yanına gittim. Kıpırdayamaması ne harikaydı. Ah bir de sussa, susabilse. Can vermenin de bir namusu olmalıdır diye düşündüm ardından. Öyle ya bu kötürüm canın beklediği tek şey, son nefesin bedenden çıkışıysa, bunca zaman kaybı neden? Başının altındaki yastıklardan birini çektim. Kabarttım. Kabarttım. Ve yastığı, tereddütsüz, sanki günlerdir planlamışım, sanki fırsatını kolluyormuşum, sanki, sanki teyzem istemiş ya da gaipten buyrulmuş, kulağıma fısıldanmış, emredilmiş gibi suratına yapıştırdım. Teyzem bir an başını çevirecek olsa da durdu. O durunca şevke geldim, yastığı daha da bastırdım. Gık demedi. Demediği gibi belki de o iğrenç soluğunu tuttu da tuttu. Yastığı tekrar başının altına yerleştirip çıktım evden. Sürahideki su durulunca duvara döndüm. İnlemeler kesilmişti. Sessizlikten bir miktar işkillensem de umursamadım. Tablodan bir yıldız daha kaydı. Sis fena çöktü. Uyku bastırdı. Yattım o gece.
Ne yöne yüzdüğümü kestiremiyordum. Tanrı kaybolmuştu ve onu bulamıyordum. Besbeteri, iskele de görünmüyordu. Sağa sola faydasız kulaçlar atmaktan iyice yoruldum. Bacaklarım ve kollarım takatsizdi. Nefesimi tutup, bir umut suya daldım. Aşağılarda, derinlerde beni bekliyor olabilirdi Tanrı. Dip, zifiri karanlıktı fakat uzaktan ta uzaktan bir pırıltı seçtim. Oydu sanırım. Yüzeye çıkıp derince soluklanmalı ve ona doğru yüzmeliydim. Öyle yaptım. Ciğerlerimi en ücra hücresine dek oksijenle doldurdum, yeniden daldım ve ışığa doğru yüzdüm. Burnumu dolduran kekremsi kokuya aldırmadan, hatta alışarak, belki de severek…
Ömür Yılmaz
Comments