Yıllar önce, daha çocukken, Van Gölü Canavarı’nı duymuştum. Ana haber bülteninde bir muhabir göle doğru yürürken hararetli bir şekilde anlatıyordu. “Tam şurada görüldü,” diyordu. Sonra o civarda oturanlara mikrofon uzatıyor, şeklinin neye benzediği hakkında malumat topluyordu. Ama bizimkisi, mahallelinin günlerdir konuştuğu şey, düpedüz saçmaydı. Uydurmacaydı. Apartmanda katlar arasında dolaşan iki metre boyunda bir canavardan söz ediliyordu. Güpegündüz ortaya çıkmıştı üstelik. Onu görenlerden yedi kişi güya bayılıp kalmış, hatta bir tanesi -cesurmuş demek diğerlerine göre- canavarı kovalamıştı. Yalandı. Kovalayan falan yoktu. Bayılan da yedi kişi değildi. On gündür mahalle çalkalanıyordu. Televizyoncularla gazeteciler apartmanda ve mahallede oturan kimi bulsa mikrofon uzatıyordu. Bizim dükkâna da uğramışlardı kaç defa.
Bugün gelen üçüncü gazeteciydi dükkâna. Ben o sırada kızıl saçlı bir kıza sandalet modellerini gösteriyordum. Telefonda Serdar Ortaç’tan bir şarkı çalıyordu yine. Üst üste Yaz Yağmuru’nu dinlemeyi bırakmıştım. Şarkımızın eskimesinden korkuyordum çünkü. Onun yerine Serdar’ın başka şarkılarına kafayı takmıştım: Yüreğinden Yaralı, Ben Adam Olmam, Haydi Gamzelim falan. O sırada geldi dükkâna muhabir kız. Önce durmam gereken yeri gösterdi. Sonra dışarıya çıkacağını, peşinde kameramanla dükkâna giriş yapıp bana mikrofon uzatacağını söyledi.
Üç iki bir, kayıt! “Ayçiçeği Mahallesi on gündür Apartman Canavarı’nı arıyor. Güpegündüz katlar arasında dolaşan bu meçhul yaratık ele geçirilemedi. Şimdi ilk görüldüğü yer olan Âşıklar Apartmanı’nın bir alt sokağındayız. Maalesef binada bir kameranın bulunmayışı işi daha da esrarlı kılıyor...” Ben sıkılgan bir suratla bekliyordum. Bir taraftan da merak ediyorum acaba Haydi Gamzelim şarkısı kayıtta duyulacak mı diye. “Apartman Canavarı sizin oturduğunuz apartmanda görülmüş Mehmet Bey. Doğru mu?” Başımı salladım. “Bayılanlar ve çığlık atanlar olmuş. Siz gördünüz mü? Neye benziyordu?” Biraz önce pudra renkli bir sandalet gösterdiğim kızıl saçlı kız da bir kenarda oturmuş dinliyordu. Ayaklarına dikkatlice baktım bir aralık. Oje yoktu. Küçük de değillerdi. O değildi. Zaten sesini de benzetememiştim. “Ben bu olayın kötü bir şaka olduğunu düşünüyorum. Mahalleli çocukların bir oyunu.” Muhabir cevabımı beğenmedi. “Ama iki metre boyunda olduğu konuşuluyor…”
Muhabir kız ve sandaleti sattığım kızıl saçlı kız gittikten sonra dayanamayıp Serdar Ortaç’tan Yaz Yağmuru’nu açtım. Ev sahibim Hasan amcadan kolayca öğrenebilirdim kim olduğunu aslında. Ama o vakit de neden soruyorsun diyecekti. Basit bir cevabım vardı ona verebileceğim: “Tekrar temizliğe gelsin istiyorum.” Tabii bu kolay yoldu. Oysa ben esrarın yok olmasını istemiyordum. Külkedisi için kapı kapı dolaşan prens değil de onu bekleyen olmak güzel geliyordu. On gündür böyleydi. İşte genç bir kız daha girdi kapıdan içeriye. Heyecanlandım. Yeşil ojeliydi ayak tırnakları. Yaz Yağmuru’na hafiften eşlik eder gibi oldu dudakları. Beni umursamadan sandalet modellerine bakmaya başladı…
On Gün Önce
Kalkmam lazımdı. Erkenden çıkıp evi bir süreliğine terk etmem gerekiyordu. Hasan amcayla böyle anlaşmıştık. Fakat tatil günü bunu başarmak hiç de kolay değildi. Uyku ile uyanıklık arasındaki o boşlukta gidip geliyordum. Kaç defa alarmı ertelemiştim. Sanırım en sonunda şarjı bittiği için telefon susmuştu. Öyle olmalıydı. Dış kapının açılma sesini duydum. Artık her şey için çok geçti. Paniğe kapıldım. Kız beni yatakta atlet ve şortla görürse tuhaf ama kendi evimde basılmış olacaktım. O korkuyla kendimi pencere ve karyola arasındaki o daracık boşluğa attım. Uzanıp sessizce bekledim. Holde yürüdü kız. Odaların kapılarını açıp kapattı. Evde keşif yapıyordu muhtemelen. Misafir odası ilkiydi. Sonra oturma odası geliyordu. Ardından holde kısa bir yürüyüşün ardından kapıları birbirine bakan mutfak ve yatak odasına doğru ilerledi. Sessizlik. Yaklaşıyordu. Hasan amcayla anlaşmıştık. Kız yatak odasına dokunmayacaktı. Söz vermiştim, evin bu bölümünü kendim halledecektim. Nefesimi tutmuş bekliyordum. Sonra dolap kapaklarının açılıp kapanma sesi geldi. Mutfağı kontrol ettiğini anladım. Çekmeceleri açıp kapattı peşinden. O an bir cesaret geldi bana. Kalkıp kendimi göstermek istedim. İlk olarak öksürsem daha iyi olabilirdi. Ama kız birden yatak odasına girdi. Uzandığım yerden karyola altından bakarak ayaklarını görebiliyordum. Beyaz parlak topukları bana dönüktü. Boy aynasında kendisine bakıyordu. Evde sadece burada boy aynası vardı. O an tereddüt ettim. Böyle birden karşısına hem de bu kılıkta çıkarsam yanlış anlaşılacaktım. Bileğine kadar inen çiçekli bol pantolonu dalgalandı çıkarken. Sevimli küçük ayakları vardı. Taş çatlasa otuz sekiz giyiyordu. Boyu kısa olmalıydı. Sevimli bir yüz hayal ettim.
Pencere ve karyola arasındaki boşlukta uzanmış beş dakikadır bekliyordum. Karşımdaki duvarda bir saat vardı. Bir yandan ne yapacağımı düşünürken bir yandan da kendime kızıyordum. O kadar alarm kurmama rağmen, tam beş tane, kalkamamıştım. Hasan amca özellikle uyarmıştı. “Anahtarı vereceğim kıza. Sabah gelir. Sen evde olma sakın. Rahat rahat çalışsın.” Ev sahibimle baba oğul tadında bir ilişkimiz vardı. Ne eksiğimi görse çekinmez söylerdi. Ben de alınmazdım. İnsan babasına alınır mı hiç! Son ziyaretinde ortalığın dağınıklığını ve kirini görmüş, “Temizlikçi bir kız var. Gelsin mi?” demişti. “Hem o kazanır hem de sen rahat edersin.” Başımı sallamıştım olur manasında. Yatak odası ise bana kalacaktı. Şimdi ortaya çıkarsam ev sahibim tarafından bu hiç hoş karşılanmazdı. Üstelik kızın bir çığlık koparması da olasıydı. Apartman ayağa kalkabilirdi o vakit. En çok da bu işe, “Hâlâ evlenmiyor musun sen, yaşın geçecek,” diyen Neşe abla sevinirdi. Oysa kapı önünde çok sevdiğim mavi deri sandaletim bulunuyordu. Bu kız hiç mi tereddüt etmemişti girerken? Ben olsam durup düşünürdüm, evde oturan biri mi var diye. Ne olur olmaz zile basardım. Nasıl dikkat etmezdi, kırk dört numara devler ülkesi kalıbındaki sandaletler öylece duruyordu…
Uzandığım yerden -kapı boşluğu kadar- holün küçük bir kısmını görebiliyordum. Mutfaktan çıktı az sonra kız. Kısa bir süre görüş alanıma girdi. Karyola altından yine uçuşan pantolonu ve sevimli ayaklarını gördüm. Büyük bir gürültüyle çağlayan suyu duydum biraz sonra da. Banyodaydı. Kovayı dolduruyor olmalıydı. Karyola altındaki toz taneciklerine daldı gözlerim o sırada. Zemin üzerinde şeffaf bir tabaka meydana getirmişlerdi. “Bazı şeyleri gerçekten görebilmek için aynı seviyeye inme alçakgönüllülüğü göstermelisiniz.” Bir kitapta böyle diyordu. Bu kadar tozun üstünde nasıl uyuyabildiğime şaşırdım. “Göz görmeyince gönül katlanır.” Meğer ne kadar doğruymuş. İkinci klişeydi bu da. Atasözleri klişe olmaz diye itiraz edecek oldum kendime. Fakat bu bir deyim miydi diye tereddütte kaldım sonra. Şuradan kurtulunca ilk işim yatağın altını temizlemek olacaktı. Söz verdim kendime. Tozların dünyasını hipnotik bir dalgınlıkla seyrederken birden dehşete kapıldım. Karyolanın baş tarafına doğru bir böcek ölüsü gördüm. Sonra genel bir tarama gerçekleştirince iki tane daha olduğunu anladım. Gerçekten bir felaketti. Hasan amca iyi ki çağırmıştı şu kızı. İyi ki ertelemiştim alarmları ve kendimi atmıştım şu boşluğa.
Üç tane görebilmiştim toplamda. Başka böcek var mı diye bakınırken elinde kovayla hole çıktı kız. Tek ayağı görüş alanıma girmişti. Pembeleşmişti topuğu ve paçası da ıslanmıştı. Savrulan bir kova ve paspas ile oturma odasının olduğu yöne doğru gitti. Önce elektrik süpürgesi tutması gerekmez miydi diye düşündüm. Acemi bir kız mıydı yoksa?
Başımı iki elimin altına koyup sırt üstü uzandım. Tavana baktım. Şimdi ne yapacaktım? Tavanın köşesinde rutubet birikmişti. Odaları düzenli havalandır diyen Hasan amcanın sesini duyar gibi oldum. Bunu da yapmalıydım. Bir tane sinek ölüsü gördüm, tavana yapışmıştı. Esnedim. Biraz uyuyabilirdim belki de. Gergindim oysa. Uzanıp yastık mı alsaydım yataktan. Ama kız bir kez daha odaya girerse yastığın eksikliği anlaşılabilirdi. Vazgeçtim. Fark edilmeden evden çıkmam gerekiyordu. Yakalanma riski her zaman vardı. Telefonu aldım elime. Birini arayabilirdim belki, Muhsin’i. O yardım ederdi bana. Fakat kahretsin, şarjım bitmişti alarmlar yüzünden. Dışarıdan yardım isteme şansım kalmamıştı.
Gece uyumadan önce hafif aralık bırakmıştım pencereyi. Dışarıdan market sahibi Gül Hanım ile konuşan Neşe ablanın sesini duydum. Yine dükkân önüne taburelere oturmuş olmalıydılar. Kulak verdim meşgale olsun diye. Sonra sıkıldım. Mağazaya son gelen sandalet modelleriyle kızın ayaklarını eşleştirdim hayalimde. Küçük ayaklar için siyah topuklu model iyi gidebilirdi. Bej yakışmazdı. Esmer ayaklar için uygundu o daha çok. Fakat bazen ten rengiyle uyum da güzel durabiliyordu. Gümüş bantlı topuklu da zarif görünürdü muhakkak. Oranj dolgu topuklular da yakışırdı. Ama en güzeli çapraz bantlı boncuklu sandaletler olurdu... Yoruldum. Çarşafın benden taraftaki kısmını bazanın içine sokmaya giriştim, başımı ve gövdemi hafifçe kaldırarak. Sesi duyunca bıraktım. Kız göründü holde. Kovayla ve fırçayla banyoya girdi. O vakit anladım. Oturma odasındaki evin tek balkonunu temizlemişti. Kaçma fırsatını kullanamamıştım.
Sol dirseğim üzerine bayılan dizi oyuncuları gibi yatmış bir taraftan holdeki hareketliliği kollarken diğer taraftan da yanımdaki komodine başımı çarpmamaya dikkat ediyordum. Aniden başımı kaldırırsam komodinin altına vurabilirdim. Belki de bırakmalıydım bu saçmalığı. Açıkça anlatmalıydım. Anlayışlı biri olmalıydı. Şimdiye kadar böyle sevimli küçük ayakları olan kızların anlayışlı olduğuna şahit olmuştum. Ayakkabı alsalar da almasalar da iyi dileklerle çıkarlardı dükkândan. O anda kız girdi odaya. Nefesimi tuttum. Zemine tık tık vurup korkutma isteğiyle yanıp tutuştum. Ah bu en zor zamanda bile çocukça isteklerim diye düşünüp kızdım kendime. Islak bir çift ayak vardı şimdi görüşümde. Pembe pembe olmuşlardı. Şifonyer çekmesini açtı. Sesinden anladım görmesem bile. Kapattı. Sonra çıktı odadan. Ne almıştı? O kadar çok şey vardı ki içinde. Üstelik üç çekmece bulunuyordu.
Mutfaktaydı. Dolap kapakları açıp kapanıyordu bu defa. İyice sıkılmaya başlamıştım. Baş tarafımda bulunan komodinin en alttaki çekmecesini usulca açtım. Uykum kaçarsa okurum diye aldığım ve bir defa bile el sürmediğim kısa hikayelerden oluşan bir kitap vardı. Sol dirseğim üzerine doğruldum. Halı üstüne koyup okumaya çalıştım. Bu zor anda nasıl da tatlıydı okumak. Buradan kurtulunca bitirmeye karar verdim kitabı. Sonra birtakım sesler geldi. Mutfaktan ayrılmış olmalıydı. Kitabı ters çevirip başımı karyolanın altına yaklaştırdım. Mavi elektrik süpürgemle geçti holden. İlk olarak mutfaktan başladı. Büyük bir gürültü çıkarıyordu küçücük cüssesine oranla elektrik süpürgem. Kabullenmiştim. Kitaba devam ettim. Duruş pozisyonumdan kaynaklı ağrılarım başlayınca sırt üstü yatıp kitabı havaya kaldırarak okudum bir süre. Karyola seviyesini geçmemeye özen gösterdim. Ne zaman içeriye dalacağı hiç belli olmuyordu kızın. Sonra mutfaktan çıktı. Sesin yakınlığından anladım. Oturma odasına başladı bu sefer de. Hafifçe doğruldum. Sırtımı komodine yaslayarak okuyordum artık. Sonra komodinde duran su ısıtıcısını fark ettim. Bazı geceler bitki çayı içip yatıyordum. Her zaman biraz su bulunurdu içinde. Baktım. Vardı su. Düğmesine bastım. Elektrik süpürgesinin sesinden duyulmayacaktı. Kaynayınca çekmecedeki bitki çaylarına baktım, elmalı olanı seçtim. Karton bardaklardan bir tane çıkardım. Üç sayfa aralığı kadar beklettim poşet çayı. Sonra hem okudum hem çayımı içtim. O dakikalar gerçekten saadetliydi.
Kitabı kapattım. Bayılan dizi oyuncusu pozisyonuna geçtim yeniden. Kızı beklemeye başladım. Bir aralık elinde bezle geçti. Oturma odasında iş fazlaydı anlaşılan. Tahmin edebiliyordum. Sonra, öylece holü gözetlerken, esnedim. İçim geçer gibi oldu. Dalmışım. Beş dakika mı on dakika mı ne kadar bilmiyorum uyumuşum. Holde elektrik süpürgesi çalışınca uyandım. Az sonra sustu süpürge. Yatak odasına geldi kız. Gördüğüm şey bir çift penguendi. Çorap giymişti. Şifonyeri açınca ne aldığını şimdi öğrenmiştim. Balkonu yıkarken ayakları üşümüş olmalıydı. Kızmadım. Bilakis hoşuma gitti bu yaptığı şey. Yine aynada kendine bakacak zannederken şifonyer çekmecelerinden birini açtı. Sonra tekrar çıktı odadan. Mutfağa girmişti şimdi. Bir sessizlik oldu. Ardından çakmak sesi. Telefonundan açmış olmalıydı, Serdar Ortaç çalmaya başladı: Yaz Yağmuru. Zevkini beğenmiştim. Sonra anladım. Sigaranın kokusu bana kadar ulaştı çünkü. Şifonyerden sigara almıştı demek. Dayanamadım. Komodinde sigara da vardı. Çıkarıp ben de yaktım bir tane. Çakmağın çıkaracağı sesi göze aldım. Serdar Ortaç kurtardı beni. Şimdi, o benden habersizdi gerçi, karşılıklı sigara içiyorduk. Sırtımı komodine dayamıştım. O da mutfak masasında oturuyor olmalıydı. Neredeyse iki saati yaklaşmıştı evimdeki bu tuhaf durum. Dışarıdaysa, marketin önünde, Neşe ablayla Gül Hanım’ın kahkahaları geliyordu arada.
…
Çorabımı çıkarmıştı. Çıplak ayaklarla banyoya girişini gördüm. Kovaya su doldurdu bir kez daha. Sonra mutfak halısını toplayıp holdeki duvara yasladı. Paspas yapacaktı belli ki. Tekrar yatak odasına girdi. Önce boy aynasında kendisine baktı. Ardından çıkacakken durdu. İlk kez sesini duydum. “Koku buraya da sinmiş.” Çocuksu tatlı bir sesti. Sigarayı kastediyordu. Karyolaya doğru yürüdü. Kalbim küt küt attı. Bana dönüktü şimdi ayakları. Yeşil ojeli ayak tırnaklarını gördüm. Sonra havalandı. Yatağın üstüne çıktı. Pencereye doğru yürüdü. Kendimi derhal yatağın altına doğru attım. Girebildiğim kadar girdim. Yatak üstünden uzanıp perdeyi ve pencereyi tamamen açtı. Sonra pat diye atlayıp çıkıp gitti. Toza bulanmıştım.
Biraz sonra kapı çaldı. Kız gidip açınca bir sessizlik oldu. Ardından bağırarak koşan bir çocuğun sesini duydum. “Neden geldiniz?” dedi kız. “Merak ettik. Geçiyorduk uğradık işte.” Kalın bir erkek sesiydi cevap veren. Holden mutfağa yürürken büyük ayaklarını gördüm adamın. “Kapıda sandaletler var, ev boş değil mi?” dedi azarlayan bir sesle. Kız umursamamış olmalıydı, cevap vermedi. Muhtemelen kaşlarını çatarak bakmıştı ne diyorsun sen edasıyla. Benim mavi deri sandaletleri görmüştü adam. Umarım paranoya sahibi değildir de evi aramaya kalkmaz diye düşündüm. Kaygılandım bir parça. Sonra tombul ayaklarıyla çocuk göründü. “Teyze bitti mi işin?” diye sordu. Durum anlaşılmıştı benim açımdan. Kocası değildi. Ağabeyi olmalıydı. Nedense sevinmiştim. Adam mutlaka kırk dört veya üstü giyiyordu. Çocuk ise en fazla yirmi sekiz olmalıydı. Sonra içinde bulunduğum durumu idrak ettim. Şimdi yakalanırsam daha büyük curcuna olacaktı. Ağabeyi, yüzünü bile görmediğim kardeşiyle aramda bir şey var zannedecekti. “Teyze sana diyorum, bitti mi işin?” Gülümsemiş olmalıydı kız. “Az kaldı canım.”
…
Kahve kokusu bana kadar geldi. Ağabeyi kahvesini içince çocuğu evde bırakıp gitti. Temizliğe devam etti kaldığı yerden ayakları yeşil ojeli kız. Sıra oturma odası ve misafir odasındaydı, paspas yapacaktı. Az kalmıştı. Dayanacaktım. Çok geçmedi, diğerleri cazibesini yitirince, yatak odasına geldi çocuk. Karyolaya çıkıp zıplamaya başladı. Sevinç naraları atıyordu. Beyaz çarşafı üstüme düşürdü. Ben de altına gizlendim. Fakat başım şişmişti çığlıklarından. Hırlama sesleri çıkardım. Canavar diyerek kaçıp gitti. Neyse ki kız ciddiye almadı onu. Bir daha da yatak odasına girmedi. Düşen çarşafı dertop edip komodine yaslayarak minder benzeri bir şey yaptım. Yaslandım. Kitaba devam ettim.
Kapı çaldı. Neşe ablaydı gelen. “Bizim ayakkabıcının kapısında yabancı bir ayakkabı görünce,” dedi manidar bir kikirdemeyle, “merak ettim.” Tanıştılar. Kızın adı Elmas’mış. Elmas bir kahve daha yaptı. Hatta iki olmalıydı. Mutfak masasında oturup konuştular, dertleştiler. Hemen kaynaşmaları şaşırtmıştı beni. Fakat bazı insanlar böyleydi. Hemen birbirlerine kanları ısınır ve karşı taraftan bir zarar gelmeyeceğini anlarlardı. Çocuk kapı eşiğinden birkaç defa benim bulunduğum boşluğa kırlent fırlattı. Alıp sırtıma yasladım. Bir tanesini geri yollayınca korkup kaçtı. Yine canavar deyip mutfağa koştu. Neşe abla, “Nerede canım,” diyerek peşinden geldi. Çocuk yattığım boşluğu gösterdi. Uzun parmaklı esmer ayakları kapı eşiğinde belirdi Neşe ablanın. Eğer yakalanırsam bütün apartman öğrenirdi. O anda açık pencere pervazına bir kuş kondu. Güldü Neşe abla. Sonra mutfağa geri döndüler.
İki kadın bir yandan konuşup bir yandan da gülüşürken dış kapının açılma sesi geldi. Suspus oldu herkes. Anahtar benden başka sadece ev sahibimde bulunuyordu. Hasan amca holde yürüyüp mutfağa kadar geldi. Kırk iki numara ayağında beyaz bir çorap vardı. Mahremiyet duygusuyla kapımı kapatır diye bekledim. Boşunaydı. “Evin havası değişmiş kızım,” dedi takdir ederek. Sonra o da katıldı kahve ekibine. Elmas ona da bir tane yaptı. İşte o anda çıkıp bana da bir kahve diyesim geldi. Çocuğun ayaklarını yatak odasının kapı eşiğinde görüyordum, zaman zaman gelip bakıyordu. Kaderimi değiştiren şey caddeden geçen iş makinesi oldu. Hasan amca, “Kapıyı kapatsak mı?” dedi. Kamyon kum döküyordu ve diğer odalara toz yayılabilirdi. Mutfaktaki pencere açık olmalıydı. Kız kalkıp kapattı. Kaçmak için en uygun fırsatı yakalamıştım. Altıncı katta bulunuyordu oturduğum daire. Zemin kattaki Muhsin’in dairesine ulaşmayı başarırsam kurtuldum demekti. Üstümü değiştirmek için vakit yoktu. Artık hangi filmden bilinçaltıma işlemişse böyle bir karar verdim, beyaz çarşafa bürünüp fırladım hole. Oturma odasındaki biblolarla holde oynayan çocuk beni görünce çığlığı bastı. Üzerinden atlayıp kaçtım. Dış kapıyı açıp sandaletimi aradım. Maviydi, deridendi ve yeniydi. Neredeydi? Çarşaf nedeniyle sadece ayağımın önünü görebiliyordum. O panikle aramaktan vazgeçtim. Çocuk peşimden gelmişti çünkü. Elindeki bibloları fırlattı arkamdan bağırarak. Yalın ayak inmeye başladım ben de merdivenlerden. Çocuğun çığlığı ve bibloların çıkardığı gürültü apartmanı kısmen ayağa kaldırmıştı. Dördüncü kattan geçerken emekli memur Günay Bey beni gördü ve euzübesmele çekti. Sonra bastonuyla vurmaya kalktı. Görmedim ama sıyıran ucunu omzumda hissettim. Üçüncü katta pazar poşetleriyle güzeller güzeli Semiha’yla çarpıştım. Çığlığı bastı kızcağız. Peşimden sapık var diyerek birkaç meyve sebze yolladı. İkinci katta birkaç kapı açıldı sanırım. Nihayet zemin kata ulaşınca üç kişi bayıldı diye tahmin ediyordum. Çarşafı çıkarıp buradaki tek dairenin kapısını yumrukladım. Muhsin kapıyı açınca güldü atlet şort halime. İçeriye girdim hemen. Durumu anlattım. Kahkaha krizine kapıldı. Sonra o da bütün apartman gibi dışarıya çıktı. Herkes dışarıda toplanmıştı çünkü. Ben de Muhsin’in kıyafetlerinden giyip katıldım aralarına. O kalabalıkta evimi temizleyen kızı görmek mümkün olmadı.
On Gün Sonra
İşte genç bir kız daha girdi kapıdan içeriye. Heyecanlandım. Yeşil ojeliydi ayak tırnakları. Yaz Yağmuru’na hafiften eşlik eder gibi oldu dudakları. Beni umursamadan sandalet modellerine bakmaya başladı. Oranj boncuk detaylı sandaleti denemek için puf koltuğa oturdu. Yuvarlak sevimli bir yüzü vardı. Kısa boyluydu. Sonra, “Fiyatı ne kadar?” dedi. Aynı o çocuksu sesti. “Yeşil ojeyle gitmez bu,” diye söylendi. “Çıkarmak lazım eve gidince.” Bulmuştum Külkedisi’ni. Yardımcı olmak için yaklaştım. O sırada yanında bir çocukla adam girdi dükkâna. “Hadi biraz acele et, alacak mısın?” dedi kıza. “Beğendim, alacağım,” dedi kız suratına bakmadan. Çocuk etrafta cirit atmaya başladı derhal. Sonra boncuklu sandaleti kutusuyla birlikte poşete koydum. Üçü beraber çıkarken mağazadan, kızı bulmanın heyecanıyla olmalıydı, adamın ne giydiğine giderken dikkat edebildim. İşte o anda küçük bir şok nidası koyuverdim. Bu benim on gün önce kapı önünden çalınan mavi deri sandaletlerimdi.
Özay Erdem
Comments