Okuma yazmam yoktu ama paraları iyi bilirdim. Hesabım güçlüydü. Öyle ki yıllardır mahallenin bakkalıydım. Kocamdan sonra tek başıma çekip çeviriyordum dükkânı. Sonra akşam okuluna yazıldım. Okuma yazma öğrendim. Oğlum Tanay ısrar etmişti. Ben olmaz dedikçe, “Koskoca mahallenin bakkalı sana emanet,” diyordu. “Okuma yazma bilmeyen bakkal mı olur?” Haklıydı. Zaten sonrasında da okur yazar olmakla yetinmedim. Önce ilkokul ardından da ortaokul diplomasını almayı başardım. Lise dersleri zordu, bitiremedim. Fakat bir heves başlamıştı bende. Roman ve hikâye okuma alışkanlığı kazanmıştım.
Bakkalda müşteri beklerken başladım ilk romanımı okumaya. Aynı gün bitirdim. Kısa bir şeydi. Sonra okumam gelişip edebiyata yakınlığım artınca kalınlardan devam ettim. Bazen iki bazen de üç günde bitiriyordum onları da. Bakkal olmak bu yönden iyiydi. Okumak için bol bol zamanım oluyordu. Ancak aralıklarla gelen müşteriler sürekli okumamı bölüyordu. İşin ucunda ekmek parası olmasa keşke daha az gelseler diye düşünecektim.
Tanay’ın getirdiği roman ve hikâyeleri okuyordum. Oğlum üniversitede sürdürüyordu öğrenim hayatını. Bazen bakkala geliyor ve beni elimde kitapla görünce pek seviniyor, şapur şupur öpüyordu yanaklarımdan. Sonra da akşamki sinema, tiyatro ya da eğlence için para koparıp gidiyordu. Kime çekmişti bu çocuk bilmiyordum. Entelektüel çıkacaktı başımıza. Bir sürü arkadaşı olmuştu üniversiteye başlayınca. Allah’tan diyordum şehir dışına gitmedi.
Bakkala müşteri gelince okumaya ara veriyordum. Kitabı kaldığım sayfa açık halde bırakıp kalkıyordum yerimden ve istenilenleri uzatıyordum raflardan. Fakat çerezcinin kızı Azra, daha beş yaşındaydı, eğlence olsun diye gelip kapatıyordu kitabı. Suratımdan anlıyordu ne kadar çok kızdığımı. Ama tutuyordum kendimi. Şimdi yerimden kalkıp çıksam dışarıya, dükkânda duran annesine şikâyette bulunsam, bu yaştan sonra okuma yazma öğrendi de ahkam kesiyor derlerdi. Okuduğum romanları kimsenin gözüne sokmak istemiyordum.
Bu böyle olmayacaktı ama. Dükkân önünde oynuyordu Azra ve müşteri gelince o da damlıyordu peşinden içeriye. Gelen müşteri sigara, çikolata, ekmek gibi şeyler alınca sorun olmuyordu. Fakat üst raflardan bir paket çay isteyince ya da tenekeden peynirle yoğurt çıkarıp tartmam gerekince kasanın başından ayrılıyordum. O da gelip kitabı kapatıyordu.
Benim de kendimce çözüm yollarım vardı. Aslında basit bir ayraç beni kurtarabilirdi. Fakat ayraç kullanmak zayıflık, hatta tembellikti bana göre. Kitap dediğin yüz bölüm süren dizi değildi ki. En fazla birkaç defa ara verirsin ve sonra okuman biterdi. Böyle düşünüyordum. Zaten ben de elime aldığım romanları bakkaldayken aynı gün ya da ikinci gün bitiriyordum. Ayraç kullanmak uzun bir yolculuğu kabullenmek gibiydi bence. Yanına yolculuk için yardımcı alıyordun. Oysa kitap okuma eylemi sıcak kalmalıydı. Ayraç ise uzun aralar vermeye sevk ediyordu insanı.
İlk olarak kaldığım sayfaların numaralarını akılda tutmayı denedim. Müşterinin gelmesiyle vakumlanmış gibi birden kitabın dünyasından bakkala geri dönüyor, kendimi toz şeker, çay ve sigara verirken buluyordum. O sırada da kaldığım sayfayı zikir gibi tekrar ediyordum sessizce. Benim gibi sayılarla ve hesaplarla arası iyi olan biri için kolay olduğunu zannederdim. Değilmiş. Azra kuş gibi birden dükkâna dalıyor, pır dönüp kasa arkasına geçiyor ve kitabı kapatıp çıkıyordu. Ben istenen şeyi verene kadar da, poşete koyup para üstünü uzatana kadar yani, sayı aklımdan çıkmış oluyordu.
Hâl böyle olunca yine kendimce başka bir yöntem buldum. Kaldığım sayfa sayısını önemli bir bilgiyle eşleştirmeye gittim zihnimde. Böylece daha kolay hatırlayacaktım. Bir vakitler ders çalışırken not aldığım büyük bir ajandam vardı. En arkasında Türkiye haritası ve plakalar bulunuyordu. Canım sıkıldıkça açıp bakardım. Neredeyse bütün plakaları bu şekilde ezber etmiştim. Plakalar yardımcı olacaktı bana. Diyelim ki 66. sayfadaydım. Yozgat’ta kaldım diyordum içimden kitabın başından kalkarken. Sonra gelen müşteriye yağ ve kaşar veriyordum. Bir süre tuttu bulduğum bu yöntem. Kolay kolay unutmadım kaldığım sayfaları. Fakat biraz daha kalın eserlere geçince ve 81 ilin dışında bir sayfa söz konusu olunca yöntemin eksikleri ortaya çıktı.
Bu sefer de hayatımda yer eden yani benim için anlamı olan sayılarla bağ kurmaya başladım. Toptancı cipsleri getirdi. 95. sayfadaydım. En küçük kız kardeşimin doğum yılıydı: 1995… En heyecanlı kısmına gelmiştim romanın. Bu sefer de müşteri! 120. sayfa, her sabah fırıncıdan bakkal için teslim aldığım ekmek sayısı… Lavaboya gidip gelecektim. 147. sayfa, sokak numaramızdan üç eksik…
Fakat her zaman hatırlatıcı bir şey bulamıyordu insan o acil anlarda. Özellikle Anna Karenina’yı okurken çok zorlandım. Kalın kitaplar ayrıca zorluyordu şahsımı. Bağ kuracak bir şey bulamayınca birkaç defa ters çevirip bıraktım kitabı. O vakitlerde Azra pusudaymış gibi çıkıp geldi ve yine hihi diye gülerek kapattı kitabımı.
Kaldığım sayfaya kalemle minik işaretler koymayı denedim. İçim rahat değildi ama. Kitaplara zarar vermek, yıpratmaktı bu yaptığım. Edebiyatın dünyasına çok geç adım atmıştım ve şimdi de bu eserler benim için kutsal bir şey gibi görünüyordu. Ancak avutuyordum kendimi. Kolayca silerim diyordum. Bastırmadan konulmuş silik bir izdi sadece. Fakat kapanmış kitabı açıp söz konusu işaretli sayfayı bulmak da ayrıca yoruyordu beni. Sonra -kütüphaneden aldığım bir kitapta gördüm- kapağın iç kısmına kaldığım sayfayı not etmeye başladım. 87 yazıp müşteriye bir paket sigara, meyve suyu ve yumurta veriyordum. Peşinden az sonra biri daha giriyordu. Ve ben bu kez 89 yazıyordum.
Kitap okumak denilen eylem Şehrazat’ın anlattığı Bin Bir Gece Masalları gibi bir şey değildi. Bu kadar uzun sürmesi ve devamlı bölünmek zoruma gidiyordu. Daha sonra birikince siliyordum not ettiğim sayıları. Bazen aceleci müşteriler yüzünden refleks olarak kitabı kapattığım anlar da olmuyor değildi. Tabii sayıları sildikçe geriye kalan izler nedeniyle iç kapaklar çirkin bir hal almaya başladı. Özellikle müşterilerin yoğun olduğu günlerde birçok kere kaldığım sayfayı not etmem gerekiyordu. Gidişata canım sıkılıyordu. Bu böyle olmayacaktı. Bazen de -silmeye üşenince- sayısal loto gibi birikiyordu kaldığım sayfaların sayısı. Yatmadan önce siliyordum onları da. Kitaplığıma özenle yerleştiriyordum özür diler gibi söz konusu eseri.
…
O gün ilk defa böyle bir şey yaptım. Raftan pirinç almak için kalkacaktım ki sayfanın ucunu minicik, içe doğru kıvırdım. Birdenbire olmuştu. Otomatik bir hareketti. Sanki içimde bir şeyler kıvrıldı. Pişman oldum. Özür diledim bakışlarımla Puşkin’den. Fakat sonraki günler de devam etti bu durum. Giderek büyüdü içe doğru kıvırmalar. Aceleyle yapıyordum çünkü. Kitap bittiğinde farklı sayfalardaki kıvrım izleri belli oluyordu. Oysa benim okuduğum kitapları görenler sanki hiç okunmamış gibi yepyeni demeliydiler. Kapağını açarken bile zarar görmesin diye uygun bir açı bırakıyordum iki kanat arasında. Kıvrılan sayfa yaşanmışlık belirtir diyen şairi sevsem de kitapların yıpranmasına, formunun bozulmasına dayanamıyordum.
…
Büyük konuşmuştum. Ayraçlar konusunda bu kadar katı olmamam gerekiyormuş. Fakat yine de yük gibi geliyordu bana ayraç kullanmak. Her an sayfa aralarından kayıp düşebilirdi. Ya da okumak için kitabı eline alınca insan masa üstüne koyardı ayracı. Bir gözüyle ara sıra onu yoklaması gerekiyormuş gibi hissederdi. İstemiyordum. Ayraç kullanmayacaktım. Kalem koymaya başladım kaldığım sayfaların arasına. Sevdiğim satırları not almak için yanımda bir kurşun kalem vardı daima, bakkalda sattıklarımızdan. İçten içe de biliyordum ki bu yaptığım kalemden bir ayraçtı aslında. Bir vakit geçince anladım ki kalem koyma yöntemi de kitabın formunu bozuyordu. Tümsek yapmıştı kapak ve sayfalar. Bir yükselti, bir eğri meydana geldi roman bitince. Hem kaç defa sayfa arasından kalem düştü de kaldığım yeri kaybettim.
Bir ayraca para verecek değildim. Görmüştüm kitapçılarda, gönülçelen nice ayraçlar vardı. Manzaralı, çiçekli böcekli, rengarenk desenli olanlardan. Hatta ünlülerin resimlerinin olduğu. Hiçbirini tasvip etmiyordum. Temiz bir selpak koydum kaldığım sayfaların arasına. Bir anda yapmıştım bunu. Pakette kalan son selpaktı. Bu yöntem iyi oldu diyordum. Fakat kitap bitince bir şeyi fark ettim. Yeni romana geçince yeni bir ayraç bulmam gerekiyordu. Çünkü eskisi yani selpaktan ayracım kitapla bütünleşmişti benim gözümde. O kitabı tekrar okumak istersem ayracı da beraberinde bulmak isteyeceğimi hissetmiştim. İki nesne arasında bir bağ kurulmuştu içimde meydana gelen. Sefiller romanı ancak o selpakla birlikte okunabilirdi artık.
İkinci ayracım yolda bulduğum tüy gibi sevimli uzun bir yapraktı. Çok geçmeden kurusa da dağılmaması için PVC ile kaplattım kırtasiyeye. Sonra bu durum devam etti. Üçüncü ayraç için yeni aldığım bluzun fiyat etiketini kullandım. Kitap bitiyordu ve ayracı içinde bırakıyordum. Zamanla çevremdeki birçok şeye ayraç olabilir mi diye bakmaya başladım. İnce uzun olan ve sayfalar arasında koyunca belli olmayan her şey bu gruba dahildi. Çayın yanına yediğim Halley’in paketi bile. Farkında olmadan Paul Auster okumalarıma reklam mı almıştım?
…
Bir kız ağlayarak okuduğu mektubu kafede bırakıp gitmiş. Tanay getirip vermişti. Çöpe atılmasına gönlü razı olmamış oğlanın. Demek birbirine mektup yazanlar kalmıştı hâlâ. O kızın mektubunu katlayıp ayraç yaptım kendime. Çalıkuşu’nu okumak için bekletiyordum. Bazen de işte böyle çok önceden ayracı belli oluyordu okunacak eserin.
Başımın belası Azra bırakmıştı peşimi. Baktı ki kitabı artık ben kapatıyordum ve ona yapacak bir iş kalmıyordu, eli ayağı kesildi bakkaldan.
Kafelerin kartlarını kullandım başka eserler için. Tiyatro ve voleybol maç biletlerini. Hepsi de Tanay’dan kalanlardı. Sırt çantasını boşaltırken buluyordum. Çamaşırlarını makineye atarken çıkıyordu ceplerinden.
Giderek kontrolü yitirmeye başladım.
Şükran ablanın evindeki takvim yaprağını kopardım günü gelmeden. Gülseren Hanım’ın moda dergisinden bir sayfa yırttım, kahveleri yapmak için kalkınca. “Sen otur, ben hallederim,” demiştim. Mutfakta görmüştüm dergiyi. Sayfadaki mankenden iyi bir ayraç olacaktı Madam Bovary’yi okurken. Henüz yürümeye başlayan torunu yaptı zannedeceklerdi.
Taksi durağının oradan geçerken durağın kartını istedim. Lahmacun yemeye götürdüm Tanay’ı. Çıkışta kasadaki kartlarından birini aldım ağzıma attığım karanfille beraber. Manavın fiyat etiketini habersiz alınca, çalmak denemezdi buna, işin sarpa saracağından biraz korktum. Belki de şu kitapçılarda satılan ticari ayraçlardan almam gerekiyordu. Manav ben geldiğimde artık dik dik bakıyordu suratıma.
Asıl olay yarım kilo fıstık almak için çerezciye uğrayınca meydana geldi. Azra ortalarda yoktu. Biraz önce babası parka götürmüştü. Sude bir poşet çekip, “Ne kadar olsun abla?” diye sordu. “Yarım kilo yeter.” O sırada gördüm, kasanın önüne düşmüştü. Eğilip aldım piyango biletini yerden. Hırkamın cebine koydum.
…
“Allah’ıma kitabıma çalanı bulursam geberteceğim!” Bulamadı. Kimse benden şüphelenmezdi elbette. Hemen Kumarbaz’ın arasındaki piyango biletini panikle sobanın içine attım. Öğrendiğime göre babası Azra’yı epeyce korkutup ağlatmış. Hatta az kaldı dövecekmiş, annesi Sude araya girmiş. Kız birkaç gün uğramadı bakkala.
Bu hadise sarsmıştı beni. Bir gün, kitapçıdan aldığım romanın yanına kasada beklerken bir ayraç ekledim. Genelde ayraçları kasa önüne koyuyorlardı. Bu bir kopuş oldu benim için. O günden sonra artık her kitap için farklı ayraç aramayı bıraktım. Aynı ayraçla başka eserleri de okumaya başladım. Sonra kitapçılarda yayınevlerinin reklam amaçlı bıraktığı bedava ayraçları keşfettim. Mini bir ayraç koleksiyonu yaptım kendime bunlardan. Romanların kapak rengine göre seçip kullanmaya başladım.
Azra bakkala gelince ona çikolata veriyordum. “Para istemez,” deyince gülümsüyordu ve bir parça rahat ediyordu vicdanım.
Özay Erdem
コメント