Kitap okumanın mahrem bir eylem olduğunu o sabah dolmuşta şoförün yanına oturunca anlayacaktı Yaman Bey. Her zamanki gibi işaret parmağını asfalta paralel olarak kaldırdı. Ama tam önünde duran dolmuşun bu sefer otomatik kapısı açılmadı. O vakit kaldırımda hafifçe yana doğru eğilip soran bakışlarla şoföre baktı. Boncuk gözlü şoför korna çalıp ön koltuğu işaret etti. Kısa bir tereddüt anından sonra ne fark eder ki diye düşünüp bindi Yaman Bey. Sırt çantasını dizleri üstüne koyarak oturdu. Önce bir türlü alışamadığı kirli sakallarını kaşıdı sonra ücreti uzatırken traş olmalı artık diye düşündü. Hem müdür de ne zamandır ters ters bakıyordu onu böyle gördükçe. Fakat bu halinin kendisine getirdiği avantajı düşününce yine vazgeçti.
Okuma eylemine başlamadan önce pet şişedeki suyundan içti Yaman Bey, iki yudum üst üste. Sonra kitabı çantadan çıkarmaya hazırlanırken trafikteki sabah hengamesine şahit oldu. Daha önce böyle direkt görme imkânı olmamıştı. Vızır vızır sağdan soldan işleyen arabalar ve telaşla karşıya geçen yayaların görüntüsü. Bu hal onu ürküttü. İlk zorlanmayı çantasının fermuarını açmakta yaşadı. Sonra azmederek kendini toparladı ve Beyaz Diş’i çıkardı. O sırada şoför göz ucuyla şöyle bir bakmakla yetindi kendisine. Kollarıyla çantasından destek alarak kitabını okumaya başladı Yaman Bey. Fakat daha ilk sayfada durumunu yadırgayarak şoför yanına oturduğuna pişman oldu. Burada kendisini -tam tarif edemiyordu ama- açıkta kalmış gibi hissediyordu. Rahat değildi okurken, satırlara odaklanamıyor ve anlamı yakalayamıyordu zihni. Hem bu koltuklar da diğerlerinden daha yüksekti ve ona göre içine düştüğü tuhaflığı besliyordu.
Az sonra dolmuş ışıklarda durunca gayriihtiyari başını kaldırdı Yaman Bey ve yaya geçidinde yürüyen bir adamla göz göze geldi. Bu durum huzursuzluğunu arttırdı. Kabak gibi ortadaydı işte. Dışarıdaki herkes onun kitap okuduğunu rahatça görebiliyordu. Eğer şimdi elinde akıllı telefonu olsaydı yine dönüp bakarlar mıydı acaba diye düşündü ve inatla sürdürmeye çalıştı okuma eylemini. Bir sayfa daha çevirdi, çevirdiğini anlayamadan. Sisteminin oturması için çok emek vermişti Yaman Bey, nice deneyim yaşamıştı son iki yılda. Bu durum mu yıldıracaktı onu? Kırk dakikalık yolu camdan etrafa bakarak ya da uyuklayarak geçirip çöp edemezdi. Zaman en kıymetli hazineydi. Çocukluktan beri bunu söyleyip durmuştu büyükler. Dolmuşlar bu zamanı çalamazdı ondan.
Sonra aklına emniyet kemeri geldi, bütün gücüyle satırlara tam odaklanmışken. Çünkü o huzursuz kıpırdanma anlarında metal kilit kalçasına batmıştı. Takması gerektiğini düşündü. Burada oturuyorsa yapması gerekirdi. Ama şoför bile takmazken kendisi o halde nasıl görünürdü, bilemedi. Aklı bu ikilemde kıvranırken okuduğu sayfayı bu sefer hiç anlamadı. Sonra bir gayretle kemeri takmak için kalçasına doğru uzandı. Şoför yan yan baktı o sırada ve birden fren yaparak yavaşladı. Yeni bir yolcu binecekti. Beklediler. Ama otomatik kapı açılmadı. Şoför kornayı çaldı ve onun yerine ön kapı açıldı yeni yolcu tarafından. Yaman Bey diğer koltuğa kaymak zorunda kaldı.
Binen kişi göbekliydi ve bacaklarını açarak oturunca sıkıştılar. Yaman Bey vites kolu bacağına ve koluna değmesin diye büyük çaba harcamak zorunda kaldı. Bu koşullar altında kemer takamazdı. Kitap da elinde süs gibi kalmıştı ve umursamamış gibi ileriye, yola doğru bakıyordu şimdi. Ancak içindeki ses hakimiyeti ele almış zihnini kasıp kavuruyordu. Keşke binmeseydim, inat etseydim dedi. Sonra her şeye rağmen okumak istedi Yaman Bey. Anlamasa da paragrafları tüketti üst üste. Fakat bir sayfayı bitirince durdu. Şoförün kolu vites değiştirirken dirseğine çarpmıştı çünkü bu süre boyunca. Kapattı kitabı. Çantasına koymanın önemli bir efor gerektirdiğini derhal anlayarak kitabın kapağı üstünde ellerini kavuşturup yolu izlemeye karar verdi. Bu da keşfedilmemiş bir tecrübe diye düşündü. Şu vakte kadar bütün her şeyi keşfettiğini sanmıştı fakat işte yanılmıştı. Bunu da yaşıyordu. Hayır, araba alacak değildi. Bir arabası olursa hem masrafı hem de bakımının onu tüketeceğinden korkuyordu. Sonra, asıl mesele belki de buydu, zamanı boşa gidecekti. Dolmuşlar en iyisiydi, kitap okuyabiliyordu.
Aklına Selim geldi. Okuldaki öğretmenlerden biriydi. Yeni bir araba almıştı geçenlerde ve eskisini ona satmak için zaman zaman tacizde bulunuyor, psikolojik baskı altına alıyordu Yaman Bey’i. Ama biliyordu ki Yaman Bey arabası olursa kitap okuyamazdı. Bu kadar emek boşa giderdi. İki senedir her gün binerek dolmuşların şifrelerini çözmüştü. Ama Selim işte her defasında, “Ne olacak senin bu halin, sana mutlaka bir araba lazım,” demenin bir fırsatını bulurdu. Yağışlı havalarda Yaman Bey dolmuştan inince otobandaki bariyerlerden atlardı. Sonra iç yoldan karşıya geçip okula ulaşana kadar şemsiye kâr etmeyen yağmur onu bir güzel ıslatırdı ve nedense o gün nöbetçi olan Selim bunu görür, kurnazca gülümserdi kapı önünde. Bir şey yokmuş gibi, “Günaydın,” derdi Yaman Bey. O vakit, “Ne olacak sizin bu haliniz?” derdi Selim de. “Arabanız olsa bahçeye çekip ıslanmadan girerdiniz okula.” Hak verirmiş gibi başını sallardı Yaman Bey ve son darbeyi vururdu Selim, “Satayım size benimkini. Bak hâlâ bir alıcısı çıkmadı.” Bazen de bariyerden atlarken paçası çalılara takılır ya da ceketini kaptırırdı Yaman Bey. Bir seferinde de dolmuş geç kalmıştı -nadirattan bir hadiseydi- ve Selim hep oradaydı sözünü sakınmamak için. Sanki özellikle bu günlerde nöbetçiydi bu adam.
…
Bugün şoför mahalline binmeyecekti Yaman Bey. Kitap okumak mahrem bir eylemdi. Öğrenmişti. Durağa doğru elinde şemsiyesi ve sırtında çantasıyla yürüdü. Farkında olmadan ayakkabılarına baktı o sırada. Silsem ne faydası olacaktı sanki, yağmur yağıyor diye düşünerek içini rahatlatmaya çalıştı. Eşref saatine denk gelmemek için aceleyle çıkmıştı evden. Durağa gelince saatine baktı. İki dakika vardı minibüsün hareketine. Kalkış yerinden buraya gelene kadar da beş dakika sürüyordu ve toplamda yedi dakikası vardı. Yürüdü Yaman Bey, diğer durağa kadar. Sonra diğerine. Geçtiği duraklarda bekleyenler vardı. Bu kişiler içinde kendisiyle aynı ilçeye gidenler bulunabilirdi. Şimdi onların bir adım önüne geçmiş oluyordu. Böylece stratejik öneme sahip koltuk seçiminde seçenek sayısını artırmış oluyordu. Hayaliydi, bir gün minibüslerin ilk kalktığı şehir dışındaki o merkez duraktan ilk binen kişi olmak istiyordu. Az sonra minibüs gelip tam önünde durdu. Adamlar bu işin ustası olmuş, diye düşündü yine. Şoför mahallini işaret eden yoktu bu kez, otomatik kapı açıldı. Oturmadan önce ücreti uzattı Yaman Bey. Biraz tedirgindi. O gün şoförün bozması gereken bir para vermişti çünkü. Dün bankamatikten para çekseydi eğer yaşamayacaktı bu sıkıntıyı. Para üstünü alacağı süre zarfında ayakta bekleyecekti şimdi ve yine bu süre zarfında birisi binerse boş koltuklardan birini kapma uyanıklığını gösterebilirdi. Belki de ücreti vermeden oturmalıydı, sonra inmeye yakın halledebilirdi. Dolmuş bir sonraki durakta yavaşlarken para üstünü tamam etti şoför ve bakmadan uzattı arkaya. Otomatik kapı yeni gelen için açılırken ücreti teşekkürler deyip atik bir hareketle alan Yaman Bey boş koltuklara baktı hemen. Öndeki ilk iki sıranın cam kenarları doluydu. Koridor tarafına oturmak okuma verimini belirgin bir şekilde düşürüyordu. Üçüncü sıra ise tamamen boştu. Geçip oturdu.
Geçen iki yılda koltuk seçimi konusunda büyük bir uzmanlık kazanmıştı Yaman Bey. Rahatça kitap okuyabilmesi için stratejik bir tercihte bulunması gerektiğini zamanla öğrenmişti. Öncelikle seçilebilecek boş koltuk olması gerekiyordu. Bunun için dolmuşların eşref saatinden kaçmak gerektiğini anlamıştı. İlk zamanlar kaç defa ayakta gitmişti ve kitabı çantasında boşuna taşımıştı. Eşref saati, herkesin evden çıkmak için aynı zamanı seçtiği zaman dilimiydi ve böyle olunca da herkes aynı dolmuşa adı üstünde doluşuyordu. Oysa bir önceki ya da bir sonraki dolmuş on dakika sonra geliyordu ve çoğunlukla boş gidiyordu. Yaman Bey bunu fark edince bir değil iki önceki dolmuşa binmeye başlamıştı. Koridor tarafı koltuklarını tercih etmiyordu özellikle. Çünkü ileriki duraklarda mutlaka yaşlı birisine ya da çocuklu bir kadına yer vermesi gerekiyordu. Onlar ayaktayken asla oturamazdı yerinde Yaman Bey. Zaten ilk iki sıradaki koltuklar -cam kenarında bile otursan- yerini verme tehlikesi içeriyordu her zaman. Ayaktakilerle göz göze gelince bir vicdan azabı yaşıyordu Yaman Bey ve yanındaki davranmasa bile o yer vermek istiyordu. Sonra koridor tarafında kitap okumanın cam tarafına göre daha verimsiz geçtiğini de keşfetmişti. Ama üçüncü sıra ve dördüncü sıradaki koltuklar böyle bir tehlike içermiyordu. Aslında dördüncü sıra en garanti olanıydı ama tekerlek üstü olduğu için Yaman Bey’in bir dizi oturunca yukarıda kalıyor ve öndeki koltuğa sürtüp sıkışıyordu. En arkadaki dörtlü koltukta ise cam kenarı mecbur kalmadıkça tercih edilmemeliydi. Çünkü dört kişi oturunca Yaman Bey’e yanındaki kişiden hem koluna hem de kalçasına aşırı bir baskı geliyordu ve kitap okumak tuhaf kaçıyordu. Dirseğini büküp kendisini sürekli kurtarması gerekiyordu bu baskıdan. Üçüncü sıra hem dizler hem kalçalar hem de yer vermeme konusunda en ideali olmuştu bu yüzden. Başlarda tekli koltukları da tercih etmişti Yaman Bey, hatta bunu bir ayrıcalık sanmıştı. Fakat yer vermesi gereken ilk kişi hep teklilerde oturanlar olduğunu fark edince uzak durmayı seçmişti.
Dolmuş iç yolda ilerliyordu. Yaman Bey sırt çantasını dizleri üstüne koydu. Başkaları gibi ayağının dibine, yere bırakmazdı hiç. Böyle yaparak okumak için uygun yüksekliği oluşturuyordu. Önce çantanın kenarındaki fileli keseden suyunu çıkardı. Birkaç yudum susamasa bile içti. Bu bir ritüel gibiydi. Sonra çantasından en üste koyduğu hazır bekleyen kitabını çıkarıp küçük gözünden de kurşun kalemini alıp kazağının cebine iliştirdi. Kalemi koyabilmek için kendisine cepli gömleklerden almıştı. Gerçi okuldayken Selim, “Buraya sigara ve cüzdan da koy, babam öyle yapıyor,” diyerek demode olduğunu belli etmek istemişti birkaç defa. Fakat Yaman Bey giyim mağazasından modaya daha uygun cepli gömlekler bulunca eğlenmeyi bırakmıştı. Selim’i sevmiyordu ve ne derse desin o arabayı almayacaktı.
Dizleri üstünde yastık gibi duran sırt çantasından destek alarak okumaya başladı kitabını Yaman Bey. Birkaç sayfayı bitirmişti ki yanına fabrika işçilerinden biri oturdu. Minibüs otobana, sahil yoluna çıkarken cebinden kalemi alıp bir cümlenin altını çizdi. Üst üste sayfaları tüketmeye başladı Yaman Bey. Tabii bu durumda yanına oturan adamın da etkisi vardı. Eğer şu kahkahalarla gülen epey süslü kırkına yaklaşmış kadınlardan biri otursaydı yanına böyle rahat ve umursamaz okuyamazdı kuşkusuz. O zaman yan gözle beni mi seyrediyor yoksa diye gerilir, satırları anlamakta zorlanırdı. Kadın tarafından kitap okuma eyleminin bir çapkınlık alameti olarak görülmesinden tedirginlik duyardı. O kadınlardan ikisi şimdi öndeki şoför mahallindeki koltuklara oturmuştu ve dün akşam krem şantisi fazla gelen bir pasta hakkında kahkaha atarak konuşuyorlardı.
Okula yaklaşırken toparlandı Yaman Bey, kitabı ve kalemi çantasına koydu. Sesini temizleyerek, “Üst geçitte,” dedi. İnince bariyerlerden atladı. Sonra iç yolun kaldırımında bekleyip karşıya geçti. Okula giriş yaparken Selim yoktu ortalarda. Fakat Nurdan Hanım ile koridorda denk gelince kızardı Yaman Bey yine ve günaydın dediler birbirlerine. Bugün bambaşka bir güzellik vardı üstünde kadının. Saçını boyatmıştı Nurdan Hanım. Şimdi simsiyah olan saçları ve hayranlık duyduğu beyaz teni o yeşil gözlerinin etkisini daha çok arttırmış diye düşündü Yaman Bey. Ayrıca mankenler gibi zayıftı bu kadın ve incecik beli yürürken insanın içindeki ateşi harlıyordu. Nurdan Hanım ilçede oturuyordu ve evi okula yürüme mesafesindeydi. İsterse şehir içi dolmuşlarla gelebilirdi ama o her sabah yirmi dakika yürüyordu.
…
Okuldan herkes dağıldıktan sonra çıkıyordu Yaman Bey. Böylece eşref saatini de bertaraf etmiş oluyordu. Birkaç kere okulun karşısındaki durakta beklerken -minibüs dönüşte iç yoldan geçiyordu- Selim arabasıyla önünde durmuş ve Yaman Bey’in bir arabası olsaydı şimdiye çoktan eve yaklaştığından dem vurup değer mi bu çileye konulu konuşmalar yapmış, arkasındaki araçlar korna çalınca da gülerek gaza basıp uzaklaşmıştı. Selim aksi istikametteki ilçeden gidip geliyordu okula. Yaman Bey belli belirsiz gülümseyip baş sallamakla yetiniyordu böylesi anlarda.
Dönüş yolculuğunda minibüs boş geldiği için istediği koltuğu seçebiliyordu. Çantasından kremalı bisküvi paketini çıkarıp bir tane ağzına atıyor, üzerine suyunu içip okumasına başlıyordu. İlçeden çıkana kadar birkaç sayfa okuyor, sonra bir bisküvi daha atıyordu ağzına. Bu noktada suyundan iki yudum alıyordu. Yeme içme hazzını okumaya zemin hazırlayan bir durum, okumayı kolaylaştıran bir eylem haline getirmişti. Fakat ilçeden çıkıp sahil yoluna girince yorgunluk onu yakalıyordu. Uyuklamaya başlıyor, kucağında kitabıyla başını geriye yaslayıp pek de rahat olmayan bir uykuya dalıyordu. Zaman zaman uyanıyor, sonra tekrar dalıyordu. Dönüşlerde ne kadar istese de sürekli okuyamıyordu. Şehir merkezine yaklaşırken kendine geliyordu ancak.
…
Ertesi gün durakta, bu sefer şemsiyesi kapalıydı, yine dolmuş bekliyordu Yaman Bey. İlk gelene binmedi. Arkasını dönüp biraz yürüdü kaldırımda ileri geri. Bu yeni model dolmuşlar dışarıdan cezbedici ve alımlı görünüyordu. Fakat kitap okumaya, kırk dakikalık bir yolculuğa elverişli değildi ona göre. Birçok sefer tecrübe etmişti bunu. Koltuklar arasındaki mesafe çok dardı. Oturunca yolcunun dizleri önündeki koltuğa değiyor, sıkışmış gibi hissediyordu insan kendisini. Bazı eski dolmuşlarda da tam tersi oluyordu. Büyük bir boşluk yer alıyordu öndeki koltukla ve insan kendini kitap okurken o korunaktan, o siperden mahrum ve açıkta kalmış gibi hissediyordu. Ne eski ne yeni, orta yaşlı dolmuşları seviyordu Yaman Bey. Hem çiftli koltuk sayısı fazlaydı o dolmuşlarda hem de dizleri sıkışmıyordu. Bütün bu malumatı göz önüne alarak bir sonraki dolmuşu bekleyip ona bindi. Çiftli koltuklardan ortadaki boştu sadece. Üç adet bulunan tekli koltukların ise tamamı boştu. Ancak bunlara oturmuyordu Yaman Bey. Dolmuşla yaptığı o ilk yolculuklarda teklilere oturmayı rahatça kitap okumak için bir şans ve ayrıcalık olarak görüyordu oysa. Sonraları tecrübe etti ki bunlara oturunca hep yer vermek zorunda kalıyordu. Gözler, tonton bir yaşlı ya da çocuklu bir bayan binince, ilk olarak teklilerde oturanlara kayıyordu ve genç bir adam olarak göze çarpıyordu Yaman Bey. Zaten dolmuşta geçirdiği onca zamandan sonra orta yaşlı görünmek için sakal bırakmıştı. Sinek kaydı olduğu zamanlarda ücreti uzatınca, sırt çantası da etkiliyor olmalıydı, öğrenci mi, diye soran şoförler çıkıyordu. Oysa otuz beşini devirmişti. İşte bu uzun tecrübeler ve birikimlerden sonra bir düzen oturtmuştu. Kırk dakika süren gidiş ve gelişlerde ne kitaplar okumuştu şimdiye kadar Yaman Bey. Japonlar metroda okuyordu, böyle bir efsane vardı çocukluğundan beri duyduğu, ama o daha zorunu yaparak dolmuşta okuyordu.
Bugün yanına iki sene önce okuduğu Bülbülü Öldürmek kitabını almıştı Yaman Bey. İkinci kez okumak istediği kitapları tercih ediyordu artık dolmuşlarda. Onları anlamak daha kolay oluyordu. Zaten ona göre ilk kez dolmuşta kitap okuyacak kişiler okuma hazzını çabuk veren, dili akıcı ve kısa cümleler içeren eserler tercih etmeliydi ona göre. Kitabın ağırlığı arttıkça mekânın konforu da artmalıydı çünkü ve dolmuşlar bu konfor için ideal yerler değildi. Fakat yeterince antrenman yapılırsa bir gün dolmuşta, onun yaptığı gibi tıpkı üç ay önce, Peyami Safa’nın Yalnızız romanı bile okunabilirdi. Soğukkanlı bir şekilde cepli gömleğinden çıkardığı kalemle satırların altını çizip yaşadığı etkilenmeyi başını sallayarak belli edebilirdi.
Yaman Bey, “Üst geçitte,” deyip dolmuştan indiğinde yağmur başlamıştı. Şemsiyesini açtı. Sonra gayriihtiyari okul kapısına baktı. Tuğba Hanım’ı görünce rahatladı. Bugün Selim nöbetçi değil demekti bu. Fakat karşıya geçecekken tam, bir araba hızla yaklaştı ve yoldaki su birikintisini Yaman Bey’in ayakkabılarına sıçratarak az ötede yol kenarında durdu. Tanıdı otomobili, bu Selim’di. Okul bahçesine girerken başka bir hareket gözlemledi Yaman Bey. Selim’le beraber başka biri daha indi araçtan. Çiçekli şemsiyesini zarif bir hareketle açtı. Kendisine doğru hızlı adımlarla yaklaşıyordu şimdi ikisi. Selim bu çiçekli korumanın altına girmişti. “Nurdan Hanım,” diye mırıldandı Yaman Bey yıkılmış bir sesle. Simsiyah saçları vardı ve trafik ışığı yeşiliydi gözleri. Her gün farklı bir elbise giyerdi. Bugün de mavi, üzerinde beyaz çiçeklerin olduğu bir tane giymişti. Baharın korumasındaydı lanet adam. Ah bu Selim yok mu... Birbirlerine gülücükler dağıttılar aynı şemsiyenin altında ikili. Nasıl yapabilirlerdi bunu, Selim evliydi üstelik. “Günaydın,” dediler Yaman Bey’e yanından geçerken. İlk şoku atlatınca sağlıklı düşünmeye çabaladı Yaman Bey. Muhakkak yolda görüp almıştı Selim arabasına. Ama evi Nurdan Hanım ile aksi istikametteydi, denk gelmeleri imkansızdı.
Öğle arasında çay içerken dayanamayıp sordu Yaman Bey. Daha doğrusu konuşsun diye ortaya, “Sabah Nurdan Hanım ile geldiniz sanırım,” deyip sustu. Selim kurnazca gülümsedi. Derin bir nefes alıp, “Bizim oğlanı kreşe bırakıyorum sabahları, dönerken denk geldik,” dedi.
Fakat sonraki günlerde de tekrarlandı aynı durum. Yol arkadaşı oldu bu ikili. Bir sabah ellerinde bisküvi paketiyle görünce canına tak etti Yaman Bey’in. Aynı yiyeceği paylaşmak en tehlikeli durumlardandı ona göre. Bir köşeye çekti Selim’i. “Arabanı alıyorum,” dedi, “ama bir şartım var.”
…
Bir hafta sonra satış ve devir işlemleri tamamlanmıştı. Dolmuşlara içi kan ağlayarak veda etti Yaman Bey. Bir gün termosla çay içme hayali de tarihe karışmıştı. Belki arabasında deneyebilirdi. Ama özel şoför tutamayacağı için yolculuk sırasında kitap okuma dönemi kapanmıştı.
İlk gün arabasıyla okula gelirken Yaman Bey, Nurdan Hanım’ı peşinden dünyayı sürükleyen zarif adımlarıyla kaldırımda yürürken görünce heyecanlandı. Yavaşça frene basıp ürkütmekten korkarak az ileride durdu. Kornaya basmak yerine camı açıp seslendi. Artık Selim yoktu. Anlaşmaya göre yolda görse bile almayacaktı Nurdan’ı.
İlk günler Nurdan Hanım’ın gülüşü Yaman Bey üzerinde fincan yanında unutulan erimiş çikolata gibi bir tesir bırakıyordu. Zaman zaman -konuşurken- yeşil gözlerine bu kadar yakından baktıktan sonra yola odaklanması zorlaşıyordu. Kokusu arabada kalıyordu güzel kadının ve bu durum Yaman Bey’e aşkla ilgili hayaller kurması için epey yardımcı oluyordu. Çıkışta bilerek gecikiyor, Nurdan Hanım’ı bekliyordu. Sonra evine bırakıp yoluna devam ediyordu. Radyoda çıkan her şarkı Yaman Bey’e güzel geliyor, durumuyla bağ kurması kolay oluyordu. Hayatımızla ilişkilendirebildiğimiz her şeyi seviyoruz diye düşünüyordu. Güzel ya da çok güzel olması gerekmiyordu şarkıların.
Fakat birkaç hafta sonra Nurdan Hanım ile olan ilişkileri servis şoförlüğünden öteye geçemeyince bir şeylerin değiştiğini anladı Yaman Bey. Sabahları evden arabasıyla çıkınca ilçeye girene kadar radyoyu karıştırıp duruyordu artık. Hangi şarkı çıkarsa çıksın dinlediği o hülyalı mesut günler erken sona ermişti. Hem biliyordu ki arabada doğru anda denk gelen bir şarkı bir filmde başrol oyuncusu gibi bir tat bırakabilirdi kişide. Ama o ihtişamın kaybolduğu günlerde birkaç defa denk geldiği radyo tiyatrosunu saymazsak pek de mutlu olamadı Yaman Bey.
Sonra bir akşam internette gördüğü sesli kitap uygulamasına ait bir reklam Yaman Bey’i heyecanlandırdı. Daha önce bunu nasıl düşünemedim diye hayıflandı. Hemen uygulamayı telefonuna yükledi o akşam. Ertesi gün direksiyonun yanındaki yatağına yerleştirdi telefonu ve ilk öyküsünü Stefan Zweig’dan dinledi yolda giderken. Peşinden gelen günlerde Tatar Çölü’nü, İçimizdeki Şeytan’ı ve Korkuyu Beklerken’i bitirdi. Nurdan Hanım ile olan mesafeli ilişkisi ise sürüyordu. İlçeye girince sesli kitabı kapatıyor, yavaşlayarak az ötede duruyor ve Nurdan Hanım sıcacık gülüşüyle günaydın deyip yanına oturuyordu. Yaman Bey artık eskisi gibi etkilenmiyordu ama bu halden. Kurmacanın, içinde biriktirdiği cümleler Nurdan Hanım’ın güzelliği üstüne bir perde çekmeye başlamıştı. Bu yüzden bir sabah saklama kabında kendisine verilen portakallı kek dilimlerinin altında yatan anlamı da çözemedi Yaman Bey.
Bu kek olayından bir hafta sonra Nurdan Hanım’a denk gelmez oldu yolda. Ne kadar yavaş gitse de Yaman Bey, Nurdan Hanım’ı göremiyordu. Birkaç kere öğrencileri ve velileri de aldı arabasına bu süre zarfında. Okula varınca orada oluyor, daha önce gelmiş buluyordu Nurdan Hanım’ı. Genç kadının dersi daha önce başlıyordu çünkü. Geç kalan Yaman Bey’in kendisiydi aslında. Öyle olunca yarın daha hızlı geleceğim diyordu içinden. Fakat sesli kitap başlayınca yavaşlıyor, bazen heyecanlı kısmını kaçırmamak için kenara bile çektiği oluyordu arabasını. Termostan çay dolduruyordu bu ufak bekleyişlerde. Artık arabanın hoparlöründen geliyordu sesi. Denize doğru paltosu uçuşurken bakıyor, Genç Werther’in acılarına üzülüyordu. Böylesi anlarda hep Nurdan’ı düşünüyor ama onu düşünmek yanında olmaktan daha çekici geliyordu.
Bir zaman sonra, kâinat boşluk kabul etmez derlerdi, başka bir arabaya binmeye başladı Nurdan Hanım. Yaman Bey ne kadar erken çıksa da göremedi onu kaldırımlarda. Yeni tayin olan matematik öğretmeni bizzat kapısından alıyordu çünkü. Zamanla yüzükler gördü parmaklarında ikilinin. Kendisi Hector Munro öykülerinde kaybolurken.
Özay Erdem
Öyküde bir ara kendimi aradım, sonra derinliklere dalıp Yaman beyin yaşadıklarını yaşadım mı acaba diye düşündüm epeyce, sonra dört senelik üniversite ev yolculuğunda kaç kitap bitirdiğim geldi aklıma...
Kısaca çok güzel kurgulanmış bir öykü yaşamın ta kendisi gibi, her insanın kendinden bir şeyler bulabileceği esintiler yumağı. Kaleminize sağlık Özay hocam.
Ozay Erdem' in hayatın içinden bir kareyi alıp kurmaca yoluyla bize yeniden sunmasini seviyorum. Bu aklıma:"öykü her yerde arayan için " düşüncesini getiriyor. Bir yazar duyarlılığıyla hayata bakan yönünüzü tebrik ediyorum. Daim olsun
Öyküde olaylar ustaca işlenmiş, ilk paragraflardan bile konusunun farklı oluşu 'ben nasıl bir şey okuyacağım' merağını da oldukça tetikledi. Benzetmeler, devrik cümleler de öyküye hareket kazandırdı. Öykünün sonu da her kitapseverin hayatında yaşayabileceği bir sondu. Gayet başarılı. Hep yazın biz okuyalım :)