“Bir gün bir rüya gördüm, o kavuniçi balık benmişim. Büyümem beklenmeden afiyetle yenmişim… Yalnız dikkat acımayın, acınmak canımı en çok acıtandır.”
Teoman, İstasyon İnsanları
Tatile bile gitsem baktığım her yerde acıyacak, üzülecek bir şey bulurum. Bu halim, düşüncelerimi kendime çevirmemenin bir yolu olsa gerek. Ya da kendime üzülmenin biçim değiştirmiş hali. Üç yüz elli gün boyunca maruz kaldığım, aç kalmamak için katlandığım İstanbul’dan on beş gün uzaklaşacak olmanın verdiği coşkuyla varmıştım Datça’ya. Amcaoğlu orada. Evine yakın bir pansiyon ayarladı bana. Köy içinde. Gündüzleri pansiyonun sahildeki taşlık alana attığı şezlongun birinde oturup yandaki tekelden aldığım iki şişe bira, bir paket sigara eşliğinde denize bakıp hayallere dalarak geçiyordu. Asfalt eriten cinsten sıcak yüzünden beşinci dakikadan itibaren çişe dönmüş birayı kafama dikmekteki amacım kuracak hayalim olmadığını fark etmekten kaçmaktı. Sadece o da değil, denize girdiğim yerin hemen arkasındaki toprak yoldan, günde on posta, “Laz balıkçı geldi, Laz balıkçı geldi,” diye geçen balıkçının sesi ikinci şişenin dibini gördüğümde azalıyordu mesela.
Akşamları amcaoğlu Halil’le caminin karşısındaki kahvede oturup bu sefer de onun dertlerini dinleyerek içtiğim iki biranın etkisiyle önce duygusallaşıp sonra yirmi sene önceki yıllarımızdan bir mevzu bulup, “Hadi len camiye mi geldik,” diye diye geçti ilk beş gün. Köyden çıkacak cesareti hiçbir zaman bulamayan, yapamadığı bir sürü şeyin sebebi olarak da amcamı suçlayan Halil’in hayatını düşünerek kendimi iyi hissettim. Çok dayak yemişti amcamdan. Gençliğinde solcuydu. Duvarlara yazılar yazan abilerin boya tenekelerini tutarak dünyayı değiştireceğini sanırdı. Hâlâ da öyle sanıyor. Hâlbuki değişen şey sadece amcamın zoruyla yaptığı evlilik yüzünden kimlikteki medeni durumu oldu. Halil evli ve iki çocuk babası. Bir gün İngiliz anahtarını karısının kafasında kırınca kadın almış çocuklarını çekip gitmiş. Halil de öyle gidene musallat olup geri getirecek, gelmezse ona hayatı zindan edecek takıntı yok. Bir kere ağzından duymadım çoluğumu çocuğumu özledim lafını. Onun derdi de sevgiyle sanki. Vurarak, kırarak, söverek almaya çalıştığı şey bence bu. Babaannemden kalan iki parça malın paylaşımını yapamadıkları için küsen babamla amcama inat, biz senede on beş gün de olsa burada buluşup birbirimizi eyliyoruz işte.
Halil su tesisatı işi yapıyor. Herkesin ya bademci ya balıkçı olduğu bu köyde ekşi kokulu mutfakların karıncalar, hamam böcekleri gezen zeminine yatarak boruları söker. Pis suları boşaltır, kara kara kılların tıkadığı banyoları açar. Borulardan içeri zehirli kimyasalları dökerken bir eliyle de sürekli bulgur yemekten köyün ağılları gibi kokan terini, omuzundan indirmediği kirli beyaz havluya siler.
Dönüşüme iki gün vardı. “Koyları gezsene yarın,” dedi Halil.
“Oğlum ne işim var Allah’ın pis sıcağında.”
“Git git,” dedi, “bakarsın bir turist çıkar bahtına. Sever onlar Türkleri, merak eder. Boşa koma tatili, sal gitsin.”
Aklıma soktu ya bir kere, akşam kaldığım pansiyonun su gitmez banyo deliğine saldım varımı yoğumu. İşim bitince yarım kalmış bir tat, omzuma sanki bir yük.
“Sikerler bu gideri! Gelsin Halil bunu da yapsın,” dedim yüksek sesle. Sabah kaçta kalkıyor bu tekne?
**
Otuz, kırk kişilik bir kalabalık, teknenin içine yayıldık. Birbirimizden en uzak köşelere, tekne sadece bize özel kalkıyormuş arzusuyla yerleştik. Çevreme hızlıca göz atmamla sarışın, bikinili, seksi turist hayallerim; sülalemin koca kalçalı, kat kat gerdanlı yengelerine tosladı. Bangır bangır çalan “Yakarım Roma’yı da yakarım” şarkısıyla ortalık sallayanlara bakıp bir yandan çoluk çocuk, bir yandan da biz bir boka yaramaz adamlarla uğraşmaktan pilates-yoga öğrenmeye vakti kalmayan yengelerim diye yine duygusal bir girdaba sürüklenirken... Yanıma gelen bacaksızın, “Abi senin balık mıydı köfte mi?” sözüyle tekneye geri döndüm. Anlık bir mutluluk verdi bu soru bana. Balık makarna menüsü eşliğinde varılan koylardan birinde billur sulara atlar, bütün bir yılın yorgunluğuna değdi derim.
“Evet abi?”
“Balık!”
Bir şeyin bir şeye değdiği yok hâlbuki. Emanet giyilmiş ceket gibi üstümde eğreti duran vasat hayatımın ödülü olarak gördüğüm bir mutluluk anı işte. Koca sene emir kipiyle kurulan cümlelerine katlandığım o müdürden uzakta geçecek on beş gün. Sıkıyönetim komutanıyla arasında üniforma dâhil bir fark göremediğim, “Tabii yaparız, elbette olacak,” diyerek itaat ettiğim, gözümün ucuyla ruh durumunu takip ederken sesinde sıcak bir tını yakalamaya çalıştığım, olur da buna denk düşersem kendimi ada vapurunun peşinde simit yakalamış martı gibi hissettiğim müdür. Ofisin tuvaletinde işerken kapı önünde yaktığım her sigarada, yakasından tutup o yavşak suratına, “Senin ağzını yüzünü dağıtırım lan!” diye bağırdığım müdür. Ondan uzak geçen on beş gün boyunca hissettiğim şey, trivia oyununda on iki harfli kelime bulmuşum gibi bir coşku. Sonra bir bira açarım bu duyguyla. Koca yudumlar peşi sıra akar boğazımdan. Duruşum daha bir rahatlar. O an belli belirsiz bir özgürlük, biraz da özgüven dolar içime. Alerji hapını içip kaşıntısı dinmiş insanlara özgü geçici bir rahatlama. “Siktirsin lan o müdür!” Bütün dünyanın efendisi olma hakkı iki saat için bile olsa benimdir artık. Denize girerken üşümem. Dünyanın en iyi kulaç atan adamı olurum bir anda. Bir karım olsa seslenirim, “Beni şöyle kulaç atarken bi video çeksene!”
Siparişleri pire gibi almış olmalı Şerafettin. Güneşten kavrulmuş teninin sıcaklığına aldırmadan gün boyu atlıyor suya. Nasıl aldırsın ki! Bu tür şeyler zaten ondan ziyade bir yandan güneş kremi sürerken bir yandan da onu seyredenlerin derdi olur. Kızgın güneş, soğuk su, teknenin rüzgârı, denizin tuzu tenini hepten karartmış. Doğuştan mı esmerdi, güneşten mi böyle oldu anası bile artık hatırlamaz bence. Dizleri yara bere içinde. On-on iki yaşlarında olmalı. Derisini koyulaştıran güneş saçlarını bir nebze olsun açmamış, dümdüz siyah saçlar, kaşlarının hizasından patika yol misali sınırları belirsiz kesilmiş.
Önce kendi kilosu kadar ağır çift tırnaklı çapayı suya salıyor. Zincir son hızla suya inerken elindeki demir çubuğu, en doğru anda, zincirliğin oyuğuna sokuyor. Sonra çapanın ağırlığını hissedene kadar zinciri geri sarıyor. Ben daha ne olduğunu anlamadan, kaptanın suya attığı halatın peşinden, nereye atladığına bakmaksızın suya atlayıveriyor. Canla başla yüzüyor, sivri kayalara basa basa urganı bağlayacak bir çıkıntı buluyor. Sonra tekneye geri yüzüyor. Pire Şerafettin hemen teknenin üstüne çıkıp yolcuların suya inmesini sağlayacak merdivenin ipini gevşetiyor. Bu iş de bitince masaları siliyor. Boş kola kutuları, çay bardakları mutfağa taşınıyor. Her koya girişte aynı terane.
Kimsenin bana bakmayacağı, teknenin kıçında bir köşeye çekildim. Teknenin içindekiler yaşıyor mu yaşam taklidi mi yapıyor dalgın dalgın izlemeye başladım. “Bak anne nasıl atlıyorum bombalama,” diyerek suya atladı bir çocuk. Kadın telefonundan başını kaldırıp, “Aferin, harika,” derken bunu gerçekten görüp görmediğini merak ettim. Yalan söylüyor da olsa oğlan bu yalanlara bağımlı artık. Hepimiz gibi olma yolunda hızla büyüyor. Doğrulup pruva tarafına gittim. Elindeki iple bağlayacağı kayalara doğru hızla kulaç atıyordu Şerafettin. Dönüşünü seyrettim.
“Sen kaça gidiyosun?”
“On bir yaşındayım.”
“Okul?”
“Gidiyom.”
Her şeye istenilen cevabı vermen gerektiği daha sana öğretilmedi mi? Atladım ben de suya. Kıyıya kadar yüzdüm. Taşlık, karadan ulaşılamayan, akvaryum dedikleri berrak, turkuaz küçük bir koydu. Elime yüzeyi düz bir taş aldım.
“Kaç tane kayar bu, söyle?”
“Üç.”
“Seyret bak!”
Bir, iki. Yarım kalmaya mahkûm bir sevinç... Yeni bir koya yanaştık. Şerafettin belki de teknenin altından geçen bir orkinos sürüsünün üstüne atlayacak. Keskin yüzgeçleri sırtını, bacaklarını parçalayacak.
Kızılkaya koyuna yaklaşırken göz göze geldik. Bakışları dümdüzdü. Çapayı saldı. Takır takır takır… Toprakla buluşuncaya kadar indi zincir. Ucu suyun yüzeyine çıkmış sivri kayaların tam orta yerine atladı. Boyu 1.40 var yok. Teni kara. Güneş karası mı, doğuştan mı, önemi yok, ayırt edilmez. Hiç denizyıldızı gördün mü Şerafettin?
Akşam beş suları kaptan bizi kıyıya getirdi. İki yüz lira çıkarttım cebimden. “Dört de birası var abinin,” dedi Şerafettin. Yüz lira da onun için uzattım. İçimdeki bir şeye yenilip bahşiş vermedim. Görünür bir yerde olmadığı için önemsemediğim bir yamukluğum; ihtiyaç duyandan kısmak. Çürüme oradan başlıyor hâlbuki. Hep bir kılıf bulduğum aymazlığım. İçimde girdiğim muhasebenin bakiyesi yüz lira. Şerafettin günde nasılsa yüz lira yevmiye alır, bu para da o yaşta bir çocuğa zaten yeter.
Tekneye bindiğim yere yakın, toprak bir yola park ettiğim arabama atladım. Günün sıcağını olduğu gibi emmiş araba cehennem gibi yutuverdi beni. Dört camı da açarak kaldığım köye doğru gaza bastım. Göstergede yanıp sönen kırmızı ışığı fark etmemle arabanın patlamış lastiğinin jant kapağına oturması aynı anda oldu. Kaldığım köye varmama çok yolum vardı. Vermediğim bahşiş için varlığından emin olmadığım tanrının gazabına mı uğramıştım acaba? İsteksizce indim arabadan. Bütün gün içinden geçtiğim serin sular birden buhar olmuş, alnımdan ter olarak akıyordu sanki. Bezgin bir şekilde bagajı açıp yedek lastiği çıkarttım, ellerim siyah olacak diye korkarak tuttum. Şerafettin’e benzerim diye düşündüm birden. Korku gibi bir şey. Zihin dediğin şey sinir bozucu. Ne zaman nerden vuracağı belli değil. Bisikletine atlayan Şerafettin’in o sırada yanımdan geçmesini size nasıl izah ederim bilmiyorum.
“Abi noldu?”
“Lastik patlamış Şerafettin.”
Teknedekiyle aynı çevik hareketle atladı bisikletten. Krikonun başına geçti, bütün gün zincire soktuğu demiri çevirdiği ustalıkla krikoyu çevirdi Pire Şerafettin. Arabayı yükseltti. Yedek lastiği taktı. Bijonları döndürdü. İyice sıkıştığına emin olmak için bijon anahtarının üstünde zıpladı.
“Şerafettin çok korktum be oğlum bugün!”
“Neden abi?”
“Kafanı kayalara çarpacaksın diye.”
“Yok abi, çarpmam.”
“Peki, hiç başına öyle bir şey geldi mi?”
“Gelmedi, ama kardeşimin başına geldi.”
“Ne oldu?”
“Knidos’ta abi, bir metre var yok bir yere atladı.”
“Sonra?”
“Sonrası ne ki abi… Başını vurmuş işte.”
Sonra, sonra… Benim alıştığım dünyada Şerafettin, hep bir mantıklı sebep lazımdır kadere.
“Oldu abi, taktım!”
“Şerafettin sen bugün kaç para yevmiye aldın?”
“Otuz lira abi.”
“Baban ne iş yapıyor?”
“Su tesisatçısı. “
“Ya! Evin nerede?”
“Az ileride.”
Az ilerden Şerafettin’in kardeşi seslendi bize. Abisine doğru el salladı.
“Şerooo! Gel annem merak etti seni.”
Şerafettin pire gibi bastı pedala. Evin önüne gelince attı bisikleti yolun kenarına. Koştu kardeşine. Kardeşinin kendi gibi kara saçlarına soktu parmaklarını. Sarılmanın başka bir türlüsü olmalı bu. Seviyorum seni demenin başka türlüsü. Sonra tekerlekli sandalyeyi eve doğru itti. Beyaz boyalı eve girerken bana son bir bakış attı. Gülümsedi.
“Sağ ol abi,” dedi sanki. Öyle bir şey duydum.
Öznur Unat
Commentaires