"Su başında durmuşuz
Önce kedi gidecek
Kaybolacak suda sureti
Sonra ben gideceğim,
Kaybolacak suda suretim."
Nazım Hikmet, Masalların Masalı
O gün her zamanki gibi ofisime gitmek üzere aceleyle evden çıkıp arabama doğru yürüdüm. Yeni haftayı sessiz sakin planlamak istiyordum. Elim, kolum doluydu. Kitaplarım, bilgisayarım, üzerime giymeye üşendiğim için elime aldığım montum, öğlen yerim diye sefer tasına koyduğum akşamdan kalma yemeğim... Arka kapıyı açıp elimdekileri arabanın içine tam bırakacaktım ki sağ arka tekerleğin hemen dibinde gördüm onu. Görmesem, geri geri çıkmak dışında bir çaremin olmadığı o park yerinde vitesi geriye takarak gaza bassam, hikâye orada bitecekti. Büyük bir vicdan azabı içinde üstüme yıkılan suçluluk duygusuyla bitecekti. Bitmedi. Bitmediği gibi orada başladı.
Şair değilim, keşke olsaydım. Eğer bir şair olsaydım böyle sayfalarca anlatmaya çalışmak yerine bir mısra, bir cümle, bazen de yalnızca bir kelimeyle anlatmayı başarırdım derdimi. Anlatamadıkça dert içimde büyüyor. Sonra çareler de yolunu kaybettiriyor. Kelimeler evreninde kayıp bir balık gibi yüzüyorum.
Ekim 2020. Gününü bilmiyorum. 1, 2, 3, 4… Neyse ne. Zaten son on senedir günler kendini tekrar ediyor bana. Her sabah uyandığımda, önce birkaç saniye hangi günde olduğumu hatırlamaya çalışıyorum. Başımdan çok travmatik bir şey geçtiği için değil, sadece günler hızlı ve aynı olduğu için.
O gün, lastiğimin dibinde o hasta kediyi gördüğümden beri kendimle arama bir mesafe girdi. Ona dokunamamak koydu bu mesafeyi. Benim bir kedim var. Kedimin küçücük, yumuşacık suratını avuçlarımın arasına alır, pembe yanaklı bir bebeği öpüyormuşçasına öperim. Burnu ıslaktır. Bazılarınıza bu iğrenç gelse de kedilere ilgisi olanlar bilir, sağlıklı bir kedinin ilk belirtisidir ıslak burun. Islaklığı hissettiğim zaman içimdeki tiksintiyi bastıran, bana, “oh sağlığı yerinde, her şey yolunda,” dedirten duygu, güven duygusudur. Kedimin ıslak burnunu öpen ben, o gün arka tekerimin dibinde, can çekişir bir halde yardımıma ihtiyaç duyan kediye dokunamadım.
Kediyi ölmek üzereyken, orada bırakıp yürüyerek Çengelköy’e indim. Dünyada her gün milyonlarca sokak kedisi telef oluyor, bu da kediler dünyasının gerçeği. Münire Kafe’ye oturup bir gazoz bir de kek söyledim. Hakikat karşısında aciz bir konformist olduğumu baştan kabul ederek defterimi açtım, sonra da o anı imgelerimle şu şekilde yeniden yarattım.
Gri tüylü sıcak ve yumuşak
İnsanların şefkatli elleriyle hayat bulacak.
Olay akışı bu şekilde gerçekleşseydi, iyilerin ve kötülerin rahatça sınıflanacağı bir dünyada en azından kendi yerimi bilir, ikircikli, çatışmalı, iyilikle kötülük arası saçma bir yerde durmanın verdiği belirsizlikten bin kat daha iyi hissederdim. Yaşam dediğimiz şeyin trajik bir şekilde oralarda akması benim suçum değil herhalde! O gariban kedi bile benden daha şanslı. Böyle içsel sıkıntılarla uğraşmadan, tek derdi son nefesini vermek. Hayat kendi ritminde akıyor. Bardaktan boşalan o günkü yağmur gibi…
Bu gariban kediyi tutamadığım için orada öylece bırakıp ana yola çıktım. Bir yandan da ne yaparsam en uygun şeyi yapmış olurum, diye hızla düşünüyordum. Elbette zihnimde bir ses, git onu kucakla, ceketinin içine sar, arabana atladığın gibi veterinere götür diye bana bağırıp duruyordu ama beni engelleyen şeyin ne olduğunu o an düşünüp analiz edecek vaktim yoktu. O kedicik belki de ben bunu düşünürken ölecekti. Bir taksi yakaladım. Taksi şoförüne durumu anlattım. Onu almadı. “Madem kediyi almıyorsun, o zaman beni hemen bir veterinere götür,” dedim. Kırmızı ışıklara denk düşmememiz için dua ederek bindim arabaya. Dua her zaman temiz vicdanımı sağlama alma işlevi görmüştür bende.
Sesi çıkmadı ensesinden tutan ele
Nereye gittiğini bilmeden
Bıraktı kendini başına geleceklere
Bir iki inledi kesik kesik takside
Sonrası kum ve kan oldu sadece…
***
Münire Kafe’de oturuyorum ve size bunları yazıyorum. Apartmanın domuz kapıcısı geçti demin önümden. Kedi on gündür veterinerde tedavi altında. Yaşarken sıcağı sıcağına tariflenemeyen şeyleri anlamaya, kendi karanlık kuyularıma biraz daha girmeye çalışıyorum. Derdim var, hem kendimle hem kapıcıda somutlaşmış haliyle dünyadaki tüm insanlarla. İnadına bağırdım on metre ötemden geçerken ona. “Merhaba, nasılsınız?” Uzaktan el salladı ama maskem yüzünden bence tanımadan. Elinde faturalar vardı. Herhalde onları yatırmaya gidiyor. Kötülüğü yüzüne vurmuş kaç insan var tanıdığınız? İşte bu onlardan biri. O küçük yavru kedi, pis lastiğin dibinde yaşam mücadelesi verirken taşımak için bir kutu, tutmak için bir eldiven istedim, vermedi. Pis herif, ona dokunmak istemedi. Orada kalsaydı belki de üç saat içinde kedi ölecekti. Ve o domuz kapıcı, cesedi yerden alıp sırf görevi olduğu için çöp konteynerinin içine atacaktı. Soluk alıp veren bir canlıya görevi olmadığı için elini sürmezken bir cesedi görev olarak çöpe atan kapıcı. Gel de insanı anla. Milletin elektrik, su faturalarını bankada o kuyruğa girip yatırmak da görevi değil ama para için yapıyor.
Bir şeyler karalamaya çalıştığım defterimden Münire’nin sesiyle kafamı kaldırdım. Çayımı tazelemek için gelmişti. Bardağımı değiştirirken gözünün masadaki defterime kaydığını gördüm. Onu fark ettiğimi anlamış olabilir diye “Karalıyorum işte bir şeyler,” dedim gülümseyerek. Defterde domuz kapıcı, diye yazdığım yerleri iyice koyu renk hale getirmiş, bir de çerçeve içine almıştım. Fark etmiş olmalı. Münire bizim apartmanda oturan dul bir kadın. Bu kafeyi işletiyor. Kafamdan geçenleri bilmeden, sırf o çerçevedeki kelimeye bakarak hakkımda olumsuz bir hüküm verme ihtimali beni germiş olmalı ki ağzımdan saçma sapan bir şekilde “Sinir oluyorum şu adama,” lafı döküldü. “Karalıyorum işte bir şeyler. Sinir oluyorum şu adama!” Gerisini getirmem şart olmuştu. Bir çırpıda kediyle ilgili olanları anlattım. Münire gözü diğer müşterilerin siparişindeyken dinledi. Arada, “ah, vah, yazık,” gibi nidalarla üzüntüsünü belli etti. Hesabı getirdiğinde, bizim apartmanın hemen yanındaki binanın giriş katında yaşayan bir kadından bahsetti. Kadın sokak hayvanlarına kıyamadığı için evinde elli kediyle yaşıyormuş. Bu kedilerden birine virüs bulaşınca diğerlerine de hızlıca yayılıyormuş, mahallenin tüm kedileri bu teyze yüzünden hastalık kapmış. Bunu öğrenmiş olmam kapıcıyı temize çıkartmıyordu ama Münire’yle bu konuyu uzatacak halim de yoktu.
Neyse o güne geri dönecek olursam, ana yola çıkıp bir taksi durdurdum. Taksiciye kediyle ilgili durumu biraz da vicdanını harekete geçirecek şekilde eğip bükerek anlatmaya başladım. Cümlemi tamamlamama gerek kalmadı. “Korona var ben tutamam.” Korona dediğin şey hayvandan insana geçmiyor, atlamıyor, zıplamıyor, diye anlatmaya çalıştıysam da başlangıç noktasından bir kedi patisi bile ilerleyemedik. “Korona var tutamam.” Tutamayanlar kümesinin elemanları ben, kapıcı ve taksici olarak hızla artıyorduk. “O zaman beni Nato Yolu’nda, hani şu Nazlı Pastanesi’nin yanında yeni açılan klinik var ya oraya götür,” diyerek koltuğa oturdum.
Kliniğin kapısına vardığımızda, günlerden pazar olduğu için tahmin ettiğim gibi kapalıydı. Ama camında kocaman puntolarla veterinerin cep telefonu yazılıydı. Şarjımın yüzde üç olması, Amerikan filmlerinden alışık olduğum olay heyecanını, ya başaramazsam kaygısını ideal dozda arttırdı. Artık ben bir kahraman, kedi kurtarılmayı bekleyen bir zavallı, diğerleri de bu olaydaki kahramanın kahramanlık yapmasını sağlayacak figürlerdi sadece.
Aceleyle kapıda gördüğüm numarayı çeviriyorum. Telefonu hissiz bir tonda konuşan genç bir ses açıyor. “Ben şu an başka bir hasta için kliniğin dışındayım, kediyi siz getirin.” Tutamıyorum ki getireyim. Ama nasıl açıklarım sana neden tutamadığımı. Korona korkumdan değil, kapıcı gibi vicdansız olduğumdan da değil. Yani keşke sonuçları aynı gözüken her eylemin şu hayattaki sebepleri de aynı olsaydı. O zaman zaten izahat ya da empati diye bir şey olmazdı. Ya da o sonuçlara götüren sebeplerin farklı farklı olabileceği, bunun iyi-kötü, doğru-yanlış diye etiketlenmeden yorumlanması gerektiğini sana anlatacak bir ortamım olsaydı kardeşim. Ama yok! Ve bu diyalog biraz daha uzarsa benim kahramanlığım elden gidecek.
“ Peki, kaç dakikaya burada olursunuz?”
“On beş,”
“Bekleyeceğim.”
Her bekleyen insan bir yandan B planı yapmalıdır. Kurtarıcı olmak bunu gerektirir. Beylerbeyi’ndeki başka bir veterineri aradım. “Gelirim ama yüz lira,” diyerek en azından kendini net olarak ifade etti. “Tamam,” dedim, “gel.”
Birlikte kedinin yanına gittik. O masum yavru, kendini hastalığa tümüyle teslim etmemek için son gücünü kullanarak, zayıf bir miyav sesi çıkarttı ensesinden tutulduğunda. Kedinin kutuya, kutunun da taksinin ön koltuğuna yerleştirilip yola çıkmamızla birlikte içimi kaplayan duygu “her şeyi başarabilirim ben!” duygusuydu. Bütün bu hikâyede zafere en yakın olduğum andı.
Kedicik yeni doğmuş bir yavru kadar zayıftı. Oysa sekiz aylık falan olmalıydı. Veterinerin dediğine göre kediler için en ölümcül üç virüsün ikisini kapmıştı. Sokaklarda böyle savunmasız dolaşıp bulduğunu yiyip çoğunlukla da bulamadığı için yemeyip yaşarken, sanırım bu iki ölümcül virüsü kapmasına şaşırmamak gerekir. Kliniğe gelince hemen yoğun bakım kabinine kondu. Çok mazlum ve mahzun bir hali vardı. Yüzü öyle yorgundu ki başının ağırlığı bile artık ona yük olmuştu. Başını taşıyamayarak yere koymuş, kafasını koyduğu bu kumun parçaları ağzına bulaşmıştı. Kemikleri derisinin altından belli oluyordu. Yumuşak, gri renk tüyleri bile zayıflığını örtemiyordu.
“Günlerdir aç kalmış,” dedi veteriner. “Serum takmak için damarını zor bulduk.” Bunları duyuyordum duymasına ama içimde iyi olacağına dair taşıdığım ümit, kahraman olma düşlerinin verdiği neşe, her şeyi bastırıyordu. “Adını ne koysak?” dedim o sırada. Onun, ölmek için benim tekerimi seçmesi, beni seçilmiş insan yapmıştı. Evin içinde tatlı tatlı gezdiğini, her akşam ayak ucumda yattığını hayal etmeye başlamıştım bile. “Yaşama şansı çok yüksek değil ama biz elimizden geleni yapacağız,” cümlesiyle fantezilerimden çıkıp gerçek hayata hızlı bir geçiş yaptım. “Solunum yollarını ele geçiren virüsle savaşması için oksijen veriyoruz. Vücudu çok soğumuş. Kabinin içi sıcak, önce vücut ısısını yükselteceğiz. Serumun içinde ihtiyacı olan vitaminler var, antibiyotik de ekledik.” Dünyevi işlerle ilgili yapılması gereken ne varsa yapılsın, diye düşünerek yoğun bakım kutusu dedikleri mikrodalga fırın benzeri makinanın başına gittim. Gözlerini bana çevirdiğinde, “Dayanacağım, burası sıcak, bu çok güzel, damarlarımdan yayılan şey içimi ısıttı şimdi,” diyordu sanki.
Hayallerimle birlikte eve döndüm. İçim, her türlü olumsuz ihtimale rağmen huzurluydu. İşte bu huzurlu duygunun etkisindeyken düşünmeye başladım kapıcıyı.
Kötü bir bakış vardı gözlerinde o gün. Kediyi yerden kaldırmak yerine yanımdan hızlıca geçip çöpü yüklendiği o gün. Sanki “Ulan bir kediye bu kadar merhamet yapar tüm insanlığı onun bedeninde baştan var edersiniz de adımı sorsam kaçınız bilirsiniz?” der gibi öfkeli bir bakıştı. Gözümün önüne gelen o bakışla birlikte, bir zaman makinasına binmiş gibi geriye sardım kapıcıyla olan temas anlarımı. “Abi,” diyordum ona. Abi kelimesinin içinde barındırdığı yakınlığı sesime aktardığımdan emin değilim. Daha çok bir nesneye verilen isim gibi.
“Oradan bir gazete verir misin abi?”
Adını bilmiyorum. Adı, Haydar olsun. Cümleyi şimdi baştan kurayım.
“Oradan bir gazete verir misin Haydar abi?”
Ona doğru bir adım yaklaştım. Sigara içiyor, gördüm bir iki defa. Üç numaranın market siparişini alırken yaşlı kadın siparişiyle birlikte ona da bir paket sigara alıyor. Bu yüzden üç numarayla arası çok iyi. Bir gün kadın ona sigara almayı bırakırsa bu durum ilişkilerini nasıl etkiler onu bilmiyorum. Onun sigara içtiğini bilmek belki adını öğrenmekten daha fazla bir şey. Bir insanın hakkında bir şey bilmek istersek önce adından mı başlamalıyız? Sigara içip içmediğinden mi? Tansiyon ya da şeker hastası olabilir mi? Evli mi acaba? Az tanıyorum. Ne kadar az. Bilmediklerimin yanında adını bilmemek anlamsız kaldı.
Bir kahve demledim. Evin içi mis gibi koktu. Ölü organizmaların bulunduğu yere kaynayıp fosilleşmesi gibi gözlerine yerleşen o kötücül bakış, ilk ne zaman belirmişti acaba? Onu tanımaya burada başlamak lazım aslında. Bence bu öyle yavaş olmuştu ki kendi bile fark etmemişti. Aynaya baktı elbet. Belki tıraş olurken seyretti kendini. Ama başkasının gözünden kendini kurar insan. Ve sen Haydar abi, başkasının gözünden gördüğün kendini sevmedin. Kötü bakışlardı onlar çünkü. Bu kötü bakışlarla kurduğun kendini, gerçek kendin sandın. Sonra da sıradan bir hal aldı bu durum. Kanıksadın. Bu sefer de hayata tutunmak için tutamacın görevler oldu. Görevler vicdanın önüne geçer mi? Geçer tabii. Görevini yaptıkça görünür oldun. Kâh çöpü topladıkça, kâh üç numaranın sigarasını aldıkça. Kaygı ve korku senin en büyük kemirgenin oldu. Görevini yapmazsan işten atılırsın. Görev dışında kalan şeyler mi? Onları boş ver. Onlar karın doyurmuyor ki.
Ya baksana abi, adını Haydar koydum. Haydar abi ben geçen gün kendime yumurtalı, salamlı bir pazar kahvaltısı hazırladım. Bergamot aromalı bir de çay demledim. Karnımı doyurdum. Sonra sofrayı öylece bırakıp üç adımda yandaki kanepeye geçtim. Sızmış gibi uyudum. Uyandığımda hava kararmıştı. Masayı toplamak içimden gelmedi ancak çöpleri toplamak gerekiyordu. Market poşetlerinden bir tane buldum. Yumurta kabuklarını, domateslerin kalın soyulmuş sulu kabuklarını, zeytin çekirdeklerini, boşalmış krem peynir kutusunu, biberlerin saplarıyla birlikte tohumlarını, son olarak da çaydanlığın üstündeki çayları, bu çöp pastasının kremasıymış gibi suyunu da tam süzmeden içine attım. Torbanın altında ince bir delik olduğunu, mutfağımın taşına sızan çöp suyunu görünce fark ettim. Çöp poşeti bile denmeyecek bu torbayı, sokak kapımın dışına koyarken elim nemlendi. Bundan iğrenerek elimi yıkadım. Sonra Netflix’de başlayan dizilerden birini açıp ton balıklı sandviçimi yedim. Sandviçin ambalajını sokak kapısının dışına bıraktığım poşete attım. Ellerim yeniden nemlenmesin diye torbayı tutmadım. Bu yüzden sandviç ambalajı çöp torbasının içine girmedi. Böyle eğreti bir şekilde kaldı torbanın üstünde. Sonra tam kapıyı kapatırken tesadüf bu ya sen merdivende belirdin. Yüzünde o kötü bakış vardı yine. İhtimal, içinden lanet okudun bana. İğrendin. Onu sana öylece teslim eden, belki sana günaydın demeyen, üstelik adını bile bilmeyen insanlarla o kadar çok yüz yüze geldin o kadar çok görülmedin ki benden de koyduğum çöplerden de iğrendin. “Kolay gelsin abi,” gibi bir şey mırıldanıp kapattım kapımı. Belki bir gün, beni can çekişir bir halde yerde çırpınırken görsen kaldırmak içinden gelmezken, ben senden kediye dair bir şeyler bekledim.
Kahvemi içerken böyle şeyler düşündüm işte. Hatta bu düşüncelerime, insanı anlama, bir üst insanlık makamına ulaşma çabaları gibi büyük anlamlar yükleyerek kendimle gurur duydum. Kapıcının kendisinin bile farkında olmadığı gerçeğine, ben daha çok yaklaşmıştım. Çıkarım bir. Kendi üzerine düşünmeyi bilmeyen insanların kendine yabancılaşması kaçınılmazdır. Çıkarım iki. Kapıcıda temsilen tüm insanlığın kötücül yüzlerine, onları belirleyen koşulları anlamadan yaklaşmaya çalışırsam dünya hep lanet bir yer olarak kalmaya devam edecektir. Ve en nihayet sonuç. Onu anlamaya çalışmak lazım ya da en azından bunu denemek kararı al.
Kavrayışıma duyduğum hayranlıkla hissettiğim gururun etkisiyle iyice gömüldüğüm koltukta kahvemi yudumlarken cep telefonuma gelen whatsapp bildirimiyle irkildim. Mesaj veterinerden geliyordu. Bazı kaçak ilaçlar varmış. Bu virüsle mücadele eden hayvanlarda işe yarayacağını düşünerek kullanıyormuş. Dur bakalım konuyu nereye bağlayacak. “O ilaçları yapacağım.” “Ok. Çok iyi.” Ondan önce konuyu ben bağlayayım ki karşımdakini muhtemel bir dertten kurtarayım. “Ne gerekiyorsa yapın lütfen, parası mühim değil.” Cevap olarak gözleri kırmızı kalpçiklerden oluşan kedi emojisi geldi. Hemen ardından da kedinin fotoğrafı düştü bildirimlerime. Gözleri açık bana bakıyordu. Başı yorgun, bakışı dertliydi. Halsizdi, cansızdı ama güvendeydi. Sıcak bir yerdeydi. Vücuduna doğru ilaçlar ve vitaminler akıyordu. Ölüme teslim olmayacaktı. İnanıyorum, o gözlerle daha çok bakışacağız. Bir kurtuluş öyküsü yapacağım ondan. Sokakta onu bulduğum cansız hali, klinikte tedavi gören hali, günden güne canlanıp iyiye giden fotoları, en nihayet evde kucağımdan hayata mutlulukla bakan hali. Bunu hikâyemde gören herkes mutlulukla gülümseyecek.
Bir bayram sabahı, kedimi güzel bir sepete koyarak elimde bir kutu çikolata ve zarfın içine koyduğum bayram harçlığıyla birlikte kapıcının dairesine ineceğim. “Haydar abi nasılsın?” diyeceğim. Hem boşandığı karısının hem annelerinde kalan iki çocuğunun hatırını soracağım. “Tansiyonun nasıl gidiyor abi?” diyeceğim. Haydar abi kedinin başını okşayacak. Bir süredir çöpleri su sızdırmaz bir poşet içine koyarak kapının önüne bırakıyorum. Hatta çoğu zaman, apartmanın girişindeki konteynıra kendim atıyorum. Haydar abiyi değiştirebilmek için önce kendi davranışlarımı değiştirdim çünkü. Onu her gün gözlüyorum, gelişimini zihnime not ediyorum. Haydar abi “Buyurun bir çay ikram edeyim,” diyerek beni içeri davet edecek. “Yok abi, iyi bayramlar,” derken biraz mahcup ama çokça iyi insan olma görevini yapan birinin huzuru içinde, çikolatayla birlikte elimdeki zarfı uzatacağım. İçine iki yüz lira koydum. Teşekkür ederek alacak. Aramızda bir sessizlik oluşmasın diye ona hemen kediyi göstereceğim. “Ne kadar büyüdü bakar mısın şu güzel şeye?” diyeceğim. “Bak bir yıl oldu onu bulup iyileştirdiğimiz.” Bu son cümlemi, o günkü davranışını anımsamasını umarak, özellikle çoğul kullanacağım ki eski kötücül kendini görebilsin.
Dokunulmazlığım var benim
Hayaller dünyasında edindiğim
Tüm güçlü, her şeyi bilen…
En çok da sevilen biriyim.
Hayatın sırrı işte bu dediğim
Bir bilgiye sahibim
Elimden almayın
Bırakın
Böyle öleyim.
**
Kediyi teslim ettiğimin on ikinci gününde “Maalesef kediyle ilgili iyi haberler veremeyeceğim,” diye aradı veteriner. “Aslında geçen pazar günü çok iyiydi. Kuru mama yemeye başlamıştı. Ayaklandı. Normalde bu iyilik halinin pazartesi ve sonrasında da devam etmesini bekleriz ama virüs sinir uçlarını etkilemiş olmalı ki çarşamba günü kafasında istemsiz seğirmeler başladı. Biraz önce yoğun bakıma yeniden aldık. Ben klinikte değilim ama yardımcım orada, isterseniz gidin bir görün.”
Üstümdeki eşofmanı çıkartmadan hızla bindim arabama. Kırmızı ışıklara dikkat etmediğim yol boyunca tek düşüncem yaşamasıydı. ‘Lütfen yaşasın,’ diye dua ediyordum. Biraz severim, serum da onu yeniden toparlar. İyileşecekti. Arabayı düzgün bir şekilde park etmeyi bile vakit kaybı olarak gördüm. Yarısı yolda kalacak şekilde çektim el frenini. Browni olacak adı.
Kapıda beni Burak Bey’in yardımcısı kadın karşıladı. Aynı anda cep telefonum çaldı. Arayan Burak Bey’di. İçeri mi girsem telefonu mu açsam bir an kararsız kaldım. Israrla çalan telefonlar sinirimi bozar. Kapının tam önünde durup içeri girmeden telefonu açtım. Kapının diğer tarafında, camın arkasından kadın bana bakıyordu. “Üzgünüm,” dedi Burak Bey. “Daha fazla direnemedi, pes etti.” Kulağımda telefon kalakaldım. O an fark ettim kadının elindeki poşeti. Neydi bu poşet? Burak Bey ne diyordu? Birden olan biten anlamsız geldi. Telefonu kapattım. Kadın kapıyı açtı. “Kedinizi gömmek ister misiniz?” dedi poşeti bana uzatırken. Ürktüm. Tutamadım o torbayı. Torbanın içinde bir beze sarılmıştı kedinin cesedi. Kadın elindekini bana doğru uzatmış, öylece ağzımdan çıkacak sözü bekliyordu.
“Bahçem yok ki benim. Çöpe atamam ki onu ben.”
“Çok mahzun bir hayvandı. Çok isterdik iyileşsin. Ben Burak Bey’i arayarak ödemenizi öğreneyim.”
Son görevimi yaptım. On iki günlük hesabı ödedim. Arabama bindim. Apartmanın kapısında kapıcıyla karşılaştım. Bir süredir kediyi iyileştirmek için uğraştığımı biliyordu. Beni görünce, “N’aptınız kediyi, iyi mi?” diye sordu.
Kafamı çevirdim, yüzüne bakmadan apartmana girip merdivenleri çıktım.
**
Şair değilim, keşke olsaydım. Eğer bir şair olsaydım böyle sayfalarca anlatmaya çalışmak yerine bir mısra, bir cümle bazen de yalnızca bir kelimeyle anlatmayı başarırdım derdimi.
Bardaktan boşalırcasına yağıyordu yağmur
Telaşlı bir günü o an için soluklandırdı.
Kafası düşmüştü toprağa
Ağzında kum ve toprak
Dokunmaktan korkacak kadar hasta
O da başının ağırlığını taşıyamayacak kadar yalnız.
Dokundum ona
Sıcacıktı
Bana ihtiyacı var gibiydi
Elime…
Düşüncelerime girdi önce,
Uykularıma sonra
Önce ümit verdi bana
Ümit coşkun bir şey, savurdu beni
Sonra, gerçek olamayacak kadar iyiydim ben
İyiliğim, kötü olan her şeyi örtmüştü bana dair.
Tutamadım
Geriye kalan yalnızca bu…
Öznur Unat
Comments