top of page

Öykü- Ümit Ahmet Duman- Azteklerin Kurban Ritüeli

  • Yazarın fotoğrafı: İshakEdebiyat
    İshakEdebiyat
  • 2 Tem
  • 5 dakikada okunur

Uzak coğrafyalara seyahatime iki hafta kala, gideceğim yerle ilgili YouTube videoları izler, podcastler dinler ve ön hazırlık notları okurum. İlk kez gideceğim coğrafya hakkında temel bir bilgi edinmeye çalışırım. Karşılaşabileceğim ilginç olayları kafamda kurgularım. Her seferinde, gitmeden önce yöre edebiyatına dair kırka yakın roman ve öykü kitabı okurum. Geziye yoğunlaştığımdan her zaman son günlerde, bu bilgilerimden birleştirilmiş bazen eğlenceli, bazen sıkıntılı, bazen de korku dolu rüyalar görürüm. Ne hikmetse, bu kez bu beklediğim bana önderlik edecek o rüya henüz gelmedi.

Her gece uykuya dalmadan önce kafamdan geçiriyorum ki, lütfen gelsinler!  Ama maalesef, bu kez gelmekte nazlanıyorlar. Bunun Maya ve Azteklerin ser verip sır vermeyen büyücülerinden kaynaklandığını düşünüyorum. Olayı akışına bırakıyorum. Nasıl olsa bir gün gelecektir. Hayırlısı olsun...

Nihayet beklediğim gün geliyor. Meksika Havalimanı’na vardığımızda, bizi karşılayan rehberimiz daha otele gitmeye fırsat vermeden Antropoloji Müzesi’ne götürüyor. Müzenin salonlarında uzun uzun Maya, Aztek tarihini anlatıyor. Ardından, nihayet otelimize dönüyoruz.

Gece yorgunluktan hiçbir şey düşünemez halde yatağa yıkılıyorum. Tam da o anda, rüya yolculuğum başlıyor. Demek ki saatini bekliyormuş! Maya büyücüleri ancak kendi ülke topraklarında devreye giriyor olmalı.

Uykumun en derin yerinde, kulağımda dayanılmaz gürültülerle bayıldığım yerde neler olduğunu anlamaya çalışıyorum. Çevrede büyük bağırışlar yükseliyor; bedenimde ise keskin öğle güneşinin dik vuran ışınlarının sıcaklığını duyumsuyorum. Korkumdan gözlerimi açmak istemiyorum. Ancak birkaç dakika sonra, döşüme yediğim okkalı bir tekme ile neredeyse nefessiz kalınca gözlerimi açmaya mecbur kalıyorum. Güneş gözlerimi kamaştırıyor, çevremi tam olarak göremiyorum. Fakat yükselen insan seslerinden, bağrışlardan, ağlama ve inlemelerden, tuhaf bir ortamda olduğumu anlıyorum.

Kıstığım gözümün önüne sağ elimi getirmek istediğimde duyduğum zincir şangırtısı ve bileklerimdeki ağırlık hissiyle irkiliyorum. Kusmuk, kan, gözyaşı, ter, yellenme ve dışkı kokusu havada asılı duruyor; ağzımda bıraktığı genzimi yakan kötü tat beni doğrultmaya itiyor. Hafif doğrulduğumda, etrafımızın sarılı olduğu, yüzlerce insanın elleri ve ayaklarından zincirlenmiş halde çırılçıplak yerde yattığını görüyorum. İçgüdüsel olarak utanıyorum, ancak etrafımdaki herkesin anadan üryan olduğunu fark edince, en azından edep yerlerimin kapalı olmasının verdiği küçük bir iyimserlikle sakinleşiyorum.

Belirsizlik var, tam olarak ne olduğunu anlamak için yanımdakilere soruyorum. Şaşkın, sakin bakışıyoruz. Ne onlar beni anlıyor ne de ben onları...

Alanımızın ortasında, üzerinde demirden zırhı güneşte pırıl pırıl parlayan komutan, elindeki kamçıyı savurarak sağı solu kırbaçlıyor. Kamçının değdiği her insan bedeninden kanlar fışkırıyor. Kendimi sakınmaya çalışıyorum. Bağırıyorum kendi dilimde, ancak nafile…

Herkes ayaklanıyor. Ben de vücut dillerinden ne yapıyorlarsa aynısını taklit etmemin yararıma olacağını düşünerek kırbaçtan sakınmak için acilen ayaklanıyorum.

Yavaş yavaş kendime geliyorum. Sanırım Aztekler dönemindeyim. Müzede taşlaşmış hâlde gördüğüm bedenlerin canlı canlı karşımda oluşu, beni bir kez daha sarsıyor. Rehberin anlattığı kurban ritüeline tabi olduğumu anlıyorum, anımsıyorum. Gerçekten de ben hariç herkes bakire, çocuk, genç kız ve erkekler. Gencecik pırıl pırıl bedenleri ter içinde güneşte ışıldıyor. “İnşallah yaşlılığımı fark ederler de evime gönderirler.” diye içimden dua ediyorum, ama nafile… İşte, sunak ritüeli başlıyor…

Dairenin en ön sırasındaki masum kız ve erkek çocuklarını sırasıyla önlerine katan kan akıtıcı, sunağın başına doğru bir kız bir erkek yürütüyor. Çocukların yüzünde, masumluğun yanında ne olduğunu tam olarak anlamadıkları bir huzur, gürültülü ortamdan bir ürküntü ve sonunda başlarına ne geleceğinin korkusu asılı. Çocukların acı çekmemeleri için, mekanik tavuk kesici giyotin gibi elindeki keskin uçlu palayla tek vuruşta o körpe boyunlarının üzerindeki başlarını yavaşça yana düşürüyor. Bir damla dahi kanın boşa gitmemesi için yardımcıları, kurbanı iki bacağından baş aşağı sunağa kan akması durana kadar tutuyorlar. Birkaç saatte sırasıyla meydandaki tüm çocukların masum bedenleri, kanı çekilmiş sönmüş bir balon misali arka taraftaki at arabasına yükleniyor.

Çocuklardan hemen sonra bakire kız ve erkeklere sıra geldi. Birinci sıradaki bakire kızların demirlerini söktüler. Beyaz keten elbiseler giymiş, yardımcı bayanlar, ellerindeki sabunlu bezlerle kızların tüm bedenlerini itinayla sildiler, üzerlerinden baştan aşağı birer kova su döktüler ve iki yardımcı desteği ile kızları sunak tümseğine aldılar. Dikkat ettim sunak sahnesine çıkan kızlarımızın gözlerindeki korku yerini tanrıları mutlu edecek olmanın huzuruna bıraktı. Bedenleri gevşedi. Yavaş yavaş kendilerini iyi hisseder oldukları yüzlerinden okunuyordu. Aramızdaki kalabalıktan üç dört kişilik bir ekip, boyunlarındaki ışıl ışıl altın kolyelerinden anladığım kadarıyla rahip ve din adamları geliyordu. Yıkanmış, aklanmış, paklanmış bu diri bedenleri son kez de ruhen huzura gönderdiklerini sandığım dualar eşliğinde, ellerinde keskin pala bıçaklarıyla hazır ol da bekleyen ritüel ekibinin ellerine teslim ettiler.

Elinde pala biçimli uzun keskin bıçağıyla cellat, kızın karnını bedenine doksan derece dik yanlamasına hızla kesti. Meydanı kaplayan sıcak kan dalgası ve kan kokusu ardından, etraftakilerin boğa güreşlerinden aşina olduğum sesleri, nidaları da ortalığı kızıştırdı. Cellat yılların maharetiyle elini genç kızların göbeğinden, diyafram boşluğundan yukarılara kalbe doğru sokuyor ve hızlı bir hareketle elini geri çektiği anda bakire kızların gözleri beleriyor ve dudaklarında gülümsemeyle, bir daha geri geleceği günlerin huzuruyla ruhlarını teslim ediyorlardı. Cellat göğüslerden çıkardığı kalpleri, kurbanı kutsarcasına kanlı elleriyle başında sıkıyor ve yardımcıları kurbanı kanları sunağa akacak biçimde bedenleri yerleştiriyorlardı. Kısa bir süre, bedenlerinden fışkıran kanlarının sunağa akış hızı azalana kadar bekletiliyorlar. Sırasını teker teker tamamlayan kurbanların kanları ılık ılık sunağın içine akıyordu. Rahip cesetleri elindeki tütsü kaplarıyla vaftiz ediyor. Sıkılmış kalplerin toplandığı beyaz mermerden çanakla tapınağın doksan merdivenli en üst tepesine ulaşıyor ve tanrıyla ruhani iletişimini sonlandırıyordu. İki asker sırasıyla yükseltinin etrafını çevreleyen alttaki sunak çukuruna kanlarının son damlasına kadar ziyan olmasını önlemek amacıyla, gözlerimizin önünde cesetleri birer birer fırlatıyorlardı. Kızların tamamının bitmesinin ardından sıra bakir erkeklerdeydi.

İkinci sıradaki genç bakir erkekler en ön sıraya yerleştiler. Erkeklerin birkaçı ilk hamlede biraz kendini teslim etmek istememe, kurtulma refleksi ile direndiler ancak, kısa bir sürede bu kaderden kurtulmayacağının inancıyla kendilerini iki taraftan sıkıştıran, kollarını tutan güce istemeyerek teslim oldular. Bu kez cellat rahibe bir baş işaretiyle ayini daha kısa kesmesi emrini verdi. Ellerinde palalarıyla genç erkeklerin sırtını arkaya çevirdiler. Cellat boyunlarının arkasına vurduğu keskin bir darbeyle, bedenleri ile beyinleri arasındaki köprüye kısa bir çizik atıyordu. Kızlarınkinden daha ince, sanki bir çeşmeden tazyikle yukarılara fırlayan kan dikkatsiz rahibin yüzünü ala boyadı. Erkeklerin birkaç dakika şaşkınlığı üzerlerinden atamadıkları yüzlerindeki donukluğu, ardından boyunlarının sağ omuzlarına düşmelerini izliyorduk. Titreyerek, ağır ağır ama tatlı bir tebessümü yüzlerinden atmadan teker teker yere yığılıyorlardı. Her bir boynu kesilen kurbanı, iki asker iki ayağından sunak çukuruna baş aşağı tutuyor ve kan akışı durana kadar kenardaki tamtamlar, kanla şehvete eren seyircilere heyecanlı anlar yaşatıyordu. Güneş neredeyse tam tepelerinde, en dik vaziyette üzerlerini kapadığında cellat üçüncü sıradaki kurbanlardan birini önüne usulca çekti. Bu yine bir bakire kızdı. Bu kez cellat kızın boyun altını eliyle yokladı. Rahipler birlikte etrafında ruhani dualar okuyarak döndüler. Ve cellat bu kez kızın iyice sıvazladığı boynuna elindeki palanın sert bir hareketiyle boğazının yarı derinliğine kadar kesik attı. Kızın ağzından gark gurk gibi boğuk sesler duyuldu. Kan bu kez yukarı değil, sunak deresine doğrudan akmaya başladı. Buharı tüte tüte giden kanı tüm topluluk iştahla seyretmeye koyuldu. Kızın yüzünün tebessümü, tüm kan çekilinceye kadar mutlu bakışlarını yüzünde eritmeden devam etti.

Üç çevrim dediğim gibi birbirinin benzeri devam etti. Üçüncü sıradaki kızlardan sonra sıra bendeydi. Kendi dilimde yalvardım. Yakardım. Ben yerli değilim dedim, her dediğimde rahip sadece elindeki tütsüyü başımın üzerinde döndürdü. Gülümseyerek dua olduğunu sandığım ulu sözler tekrarladı. Kaderimin kaçınılmaz sonu her saniye adım adım gözümde beliriyordu. Kurtulmanın imkansızlığına karar verdiğim anda, kendi kendimi motive ederek tanrıları mutlu edeceksem korkmamak gerektiğine kendimi inandırmaya çalıştım. Yalvarmalarımın yerini kendi dinimin dualarına bıraktım. Yüzüme mutluluklar teyelledim. En korktuğum ritüel beni bekliyordu. Bir anda tüm yaşamım gözümün önünden geçti. Böyle bir sonu hayat boyu planlamamıştım. Rahip yaklaşınca elveda hayat, elveda dünya dedim ve kendimi celladın bıçağının akışına bıraktım. Salondan gelen çocuk sesleriyle gözümü açtığımda tanrıların mutlu edemediysem korkusuyla uzun süre kendime gelemedim.


Ümit Ahmet Duman

Comments


bottom of page