Anam öleli tam on yıl olmuş. Şimdi de babamın cenazesindeyiz. Üç kardeş yan yana sıralanmış, taziyeleri alıyoruz. Henüz yirmi yaşındayım. İki ablamla da aramda biraz yaş farkı var. İsimlerini yazmayacağım. Yazmaya da değmezler zaten. Küçük olanın bakmayın öyle siyah gözlüklerle üzülmüş pozlar takındığına. Yanımıza gelenler azaldığında hemen bana dönüp, “Biz ablamla görüştük yıllardır aynı evlerimizde oturuyoruz, tamirini neyini hep bizler yaptırdık, onlar bize düşer, sana da mahalledeki aile yadigârı evimizi verdik mi yeter değil mi kardeşim?" İçimden cevap veriyorum, Hay kardeşin kadar taş düşsün başına be abla. Allasen ne bu acele adam daha önümüzde uzanmış yatıyor, belki de bizi duyuyorken bunları konuşmanın sırası mı?
Ben anamdan sonra tam on yıl hep böyle iç sesimle konuştum. Hiç yükseltemedim iç sesimi, içime içime işledi acılarım, burdu bütün iç organlarımı. Neymiş baba yadigarı olarak bırakacaklarmış babamın yaşı kadar yaşlı, anamın ölümünden beri sıçanlara terk ettiğimiz o evi bana bırakıyorlar, babamın İstanbul'daki biraz gecekondu mahallerine yakın da olsa dubleks evine küçük ablam çökecekmiş, Çorlu yakınlarındaki ben deyim çiftlik evi siz deyin geniş bahçeli geniş odaları olan köy evini de sevgili diyemeyeceğim ama ne yapayım büyük ablam alacakmış. Küçüğüm ya, bugüne kadar ne dedilerse yaptım, şimdi babam giderken bir arıza çıkarmayalım diye, ne olur ne olmaz cenaze başında söz alma derdindeler. Gıcığım susuyorum.
Şöyle bir yaşadıklarıma gidiyor aklım. Anam öldü, sevgili büyük ablam yana yakıla babama, “Baba seni ve kardeşimi katiyen buralarda bırakmam, komsulara da babasını kardeşini attı, bıraktı dedirtmem, yarından tezi yok, toparlanın, yedisini yapar yapmaz doğru Çorlu’ya gidiyoruz, beraber yaşıyoruz, aynı tencere ha dört kişi için kaynamış, ha altımız için kaynamış,” diyor. Bizi paylaşmaya pek hevesli küçük olan da hemen atılıyor, “Abla böyle bir yükü senin üzerine bırakmam, kardeşimi değil belki ama babamı iki ay sen al, iki ay da ben alayım,” diyor. O zaman da anamın cenazesi başında bizleri yerleştirdiler. Sonradan anladık ki, meğer devlet demiryollarından emekli babacığımın yüklü aylığındaymış gözleri.
Neyse biz babamla, büyük ablamın evine yerleştik, iki yıl sonra ortaokul bitti, liseye gidesim var, ama paragöz büyük ablam bu duyguya set koydu. “Baba biz okumadık da ne oldu, bak hayırlı bir kısmete vardık, sizlere de bakıyoruz, bu el kadar çocuk liselere gidecek de ne olacak, verelim bir tamirciye ya da atölyeye kısa yoldan meslek sahibi olsun, hem kısa yoldan hayata atılır, erken evlenir barklanır senin de bizim de gözlerimiz arkada kalmaz.” Çaresiz babam ve söz hakkı olmayan ben öneriye red hakkımızı kullanamadan onay verdik. Çok istememe rağmen diğer arkadaşlarım okula giderken ben tamirhane yollarındaydım. Sonradan kısa sürede anladık ki ablamın derdi başkaymış. Yeğenlerim güzel güzel okurken onları rahatsız etmeden, enişte beyi huzursuz etmeden, evin ihtiyaçlarını karşılayayım, her türlü dış işleri yapayım, bir de eve ekonomik katkı sağlayayım diye bu formülü önermiş. Anladık anlamasına ama atı alan Üsküdar’ı geçti, ben de evin hem işçisi hem de resmi kölesi olmuştum. Zavallı babacığım yaptığı hatayı geç olsa da anladı ama geri dönemedik. Zaten hayatının son saatleriydi yapacağı edeceği bir şey yoktu, anamlayken yumruğunu masaya vurduğu günleri çoktan geride bırakmıştı.
Bu işten en kazançlı çıkan enişte beydir tabii. Eve üç maaş giriyor, paralar ablada toplanıyor, babayla benimkini abla eve harcarken içimizde en yüklü maaşa sahip enişte neredeyse tamamını kendi zevkine harcıyordu. Zevk dediysem de tamamen taşralı erkek zevkiydi, her akşam çilingir sofrasını hazırlar müziğini koyar, önceleri Müzeyyen Senar, son zamanlarda da ona ilave Muazzez Ersoy ve Zeki Müren eşliğinde, kendi başına bir ufağını içer, cuma akşamları da fabrikadan arkadaşları ile saza pavyona giderler, gecenin yarısını epey geçe kapıyı tüm halkı ayaklandıracak biçimde çalarak geldiğini duyurur, salonda ağzından gelen iğrenç kokularla üzerinden gelen ucuz kadın parfüm kokuları karışarak uçuşur da, erkektir bir akşam da felekten bir gece geçirmek hakkıdır diyen bize aslan ona karşı kedi ablamın son kahve ikramıyla gece sonlanırdı.
O güzelim cuma akşamları ablam karalar bağlamış, eniştemi mutfak camının önünde beklerken görünce, ne yalan söyleyeyim içimi hüzün kaplaması gerekirken, içten içe bir sevinç kaplardı. “Sen bize, o da sana işte etme bulma dünyası diye, boşuna laf etmemiş atalarımız,” sözü geçerdi içimden.
Zavallı babam iki ay bizle, iki ay küçük ablamda kalarak ikisini de eşit oranda maddi olarak memnun eder, kendisi boğaz tokluğuna bir yaşam sevinci sürdürürdü. Hâlâ üzerindekiler anamın öldüğünde üzerindeki elbiseleriydi. Bir akıllarına gelip yeni bir elbise alalım dememişler on yıldır. Ama maaşı lüpletmesini hiç sektirmiyorlardı.
Şimdi tabuttan şöyle bir kafasını çıkarsa da, “Size hakkımı helal etmiyorum, yemedim yedirdim, giymedim giydirdim, iyi bir evlat olun diye yapmadığım fedakârlık yoktur size. Yalan mı yalansa söyleyin. Sonucu bu mu olacaktı, bunu mu reva gördünüz, ola ola yaşadığım şu son on yılda,” dese, vallahi de hakkıdır billahi de hakkıdır.
Hatırlarım çocukken en çok da kızlarınla oynardın, onlarla paylaşırdın yaptıklarını, yapamadıklarını, özlemlerini, pişmanlıklarını. Şurada şu evde aynı kaderi paylaştığımız günlerde, her geçen gün içine kaçtığın günlerde bile toz kondurmazdın kızlarına.
Acaba beni en çok annem istedi diye mi bana karşı daha bir mesafeli daha bir soğuktun ya da erkek erkeğe konuşmaktan anlamaz mıydın? Oysa benim sana öyle açlığım vardı, öyle paylaşacağım derdim, konuşacak konum vardı ki. Beni küçümsediğin, ötelediğin o park günlerinde kendimi ne kadar da yalnız hissederdim, o nedenle mi şu an yokluğun varlığından farklı değil benim için. Seni de ablamları da öldüklerinde bir nebze özlemeyeceğim, varsa yoksa o kınalı elleri ile anacığım.
Dikkat ettin mi iki ay dediler, öyle milimetrik paylaştılar ki seni iki ayı bir gün geçirmediler. Sen hâlâ onların saçını okşa, sen hâlâ onlarla gurur duy. Seninki de bakılıyor olmanın çaresiz minnettarlığı mıydı acaba? Zavallı babacığım ne umdun ne buldun yaşamından kim bilir? Şöyle derinlemesine bir açılıp konuşsak senden sonraya tatlı ya da hüzünlü bir anı kalsaydı geriye, ne hoş olurdu.Son on yılda nasılda boynun eğrildi başkalarının hayatını yaşamaktan. Doktorlar o kadar kaplıcalar falan önerdiler ne büyüğü ne küçüğü son bir iyilik olsun kemikleri rahatlasın diye alıp götürdüler mi bir kez olsun ama tekaüt maaşını bankada bir gün tutmamayı, haftalıklarımın gününü nasıl da biliyorlar.
Ah o büyük ablam, ah o büyük ablam, ne çektirdi sana ve bana, anamdan görmediğim eziyeti ondan gördüm, yaşadım ve hatta yaşadık zavallı senle. Kendisi olsa tamam, bir de kızları da onun gibi davranıyorlardı. Onlar da kabahat görmüyorum, annelerine bakıyorlar, yansıtma faaliyeti ile bize aynı gözle bakıyorlar ve emirler veriyorlardı. Resmen bizi evin kölesi gibi görüyorlar, göz açtırmıyorlar, her şeyin onların konforu için yaratıldığını düşünüyorlardı. İşleri yoksa etraflarında olmamıza tahammül edemiyorlar, biz yokmuşuz gibi bir tavır alıyorlardı.
Sen on yılda tahliye oldun, benim ne olacağım hala meçhul baba. Senin de aramızda olduğun son üç dört yıldır ablam beni evlendirmek istiyormuş gibi yapıyor. Garip garip kızlar buluyor getiriyor tanıştırıyor, “Elektrik almadım abla,” dedikçe “Ne elektrikmiş bu ya,” diyerek ayrıca kızıyor. Beğendiğim kızlarla tanışıp sevdiğimi söylediğimde de, tanışma sonrası bu kez ablamın elektriği uymuyor. Anladım ki asıl derdi beni evlendirmek değil, konuyu istermiş gibi yapıp elinden geldiğince uzatmak. Hele bundan sonrası daha da zor benim için, sağılacak ineğin birini kaybetti, ikincinin sütü bitene kadar elinden bırakmaz.
Huzur içinde uyu baba. Allah günahlarını affetsin.
Ümit Ahmet Duman
Günümüzdeki bir çok evde geçen bir hikaye değil mi? Kendi duygularını bilmeyen tanımayan ebeveynlerin yetiştirdiği, duygu körü çocuklar ve onların çocukları ve.. Merak ettiğim, anlatıcı küçük çocuk mu daha büyük azap çekiyor ve kendinden nefret ediyor, yoksa kız kardeşler mi?