top of page

Öykü- Ümit Ahmet Duman- Karga Dostlarım

  • Yazarın fotoğrafı: İshakEdebiyat
    İshakEdebiyat
  • 2 May
  • 7 dakikada okunur

Çatı balkonumdaki kahvaltı masamdan, gün batımında göz hizamdaki karşı parkın ağaçlarının zirvelerine bakıyorum. Akşamları bu saatlerde bir ordu büyüklüğünde karga topluluğu koca koca ağaçların dallarındaki gaklamalarını bitirir bitirmez, bir anda gün batımının hüznünde gökyüzünü karanlıklarla kaplıyorlar. Uçanlardan ayrılan ikisi balkonun köşesine kuşların su içmeleri için koyduğum su şişesi tabanını keserek yaptığım su kabının başında, bir taraftan su içiyor, bir taraftan da ürkek ve bir o kadar da meydan okur bakışlarla beni süzüyorlar. Kapkara ve meraklı gözlerle bakışları ile bana iletişime açık bir canlı izlenimi veriyorlar. Birkaç dakikalığına bakışmamız ardından sularını içerek teşekkür mealinde kafalarını sallayarak birbirimizi muzipçe selamladıktan sonra, bedenlerinin her yerini kaplayan simsiyah tüyleriyle, gecenin karanlığıyla gökyüzündeki kara buluta karışıyorlar. 

İlk görüşte sevgi misali, o siyah gözlerle adeta aramızda sıcak bağın lifleri dokunmuştu.

Günler geçtikçe bu ezbere bildikleri balkonumun suyunu içmeyi adet haline getiren, birbirimizin varlığına alışma dönemine girdiğimiz dostlarımı her gün bekler olmuştum. Yavaş yavaş ürkek ve meydan okur gözler yerini, sevgi ile bakan iki çift göze bırakmıştı. Orta boylu, güçlü ayaklara sahip ve düz iri gagaları olan siyah ve zeki ötücü kuşlar, yani benim son günlerde edindiğim en konuşkan dostlarım.

Son günlerde kafalarını öne arkaya atarak selamlıyor, adeta konuşuyorlardı benle. Ben de onlara biraz daha ne versem derken, La Fontaine ‘nin Peynir çalan fablını anımsayarak bir parça peynir almaya mutfağa geçiyorum. Bilgisayarımı yeni açmışım, sigaramı çakmağımı hazır etmişim, çantamı masa üzerinde bırakıp birkaç saniyede geri döneceğim. Peyniri küçük parçalar halinde, arasında da biraz ekmek kırıntısıyla bir cam kaba yerleştiriyorum. Dönüp kapıyı açtığımda, sevimli arkadaşlardan birini masa üzerindeki çantaya yanaşmış, çantadaki cüzdanımı gagasının ucuyla önüne almış, içinden refleks mi, oyun mu, hatta bilinçli mi hala anlayamadığım bir İki Yüzlüğü gagasına yerleştirmiş, bana aval aval bakarken ki halini yakaladım. Birbirimize şaşkın şaşkın bakarken, korkusuzca, ağzında İki Yüzlük ortasındaki alüminyum folyodan güneşin parlak ışıklarını yansıta yansıta uçuşlarına gözlerim açık şahit oldum. Biz iyilik yapalım derken o fabldaki kurnaz tilkiye kandığı halin hıncını benden çıkarır gibi, beni de ayaküstü dolandırmıştı işte. 

Halk arasında hırsızlıkları ile ünlü kuşlar, kargalara çok benzer siyah beyaz kostümleri ile göz alan saksağanlardır. Çocukluğumda gecekondumuzun sokak kapısında unuttuğumuz terliklerimizin veya ayakkabılarımızın hırsız saksağanlarca indiragandi edildiklerini çok net hatırlarım. Kargalar taşradan kovulana kadar onurlu ve gururluydular. Ne zaman ki toplu halde katliamlarına devletçe fetvalar çıkmaya başladı, onlar da büyük şehirlere kaçmak zorunda kaldılar, insanların duygularına benzer büyük şehirde hırsızlık zırhına büründüler. 

Biz yine hikayemize dönersek, ne yapalım her şerde bir hayır var derler, diye düşünerek iç geçirdim. Daha balkondan havalandığında gözden kaybolmadan uyuşuk beynimde şimşekler çakmaya başladı. İşte çete üyemi ya da üyelerimi şans ayağıma getirmişti. Çoğumuzdan akıllı oldukları toplumca akıllılığı ve hırsızlığı tescillenmiş bu zeki kuşlar hakkında halkımız ne düşünür bilmem ama benim mesleğime uygunlukları dostluk elimi uzatmamda bir mâni bırakmıyor. 

Hiç bozuntuya vermeden, üzülmeden, karalar bağlamadan, elimdeki tabağı usulca verandanın tabanına bıraktım. Mutfağa yöneldim, kargaları çekecek, hatta onları bu balkona bağlayacak ilgilerini cezbeden farklı yiyeceklerle donattım zemini. Cevizler, kırılmış fındıklar, kuru üzümler, ekmek kırıntılarından zengin bir menü serdim yere. İşimi bitirip içeri çekildiğimde baktım, kısa bir sürede iki kafadar menü başında pıtır pıtır laflıyor, kütür kütür çerezleri götürüyorlardı. Bu tavlama faaliyetimi yaklaşık bir ay kadar sürdürdüm. Birbirimize kısa sürede güven duymuştuk.  Açıkçası bu ihtiyardan başımıza bir sıkıntı gelmez duygusunu hissettirdiğim, benim sevimli parlak siyah renkli kargalarım, flörtlerini tamamlamış, yuvalarını terasın arka tarafındaki baca arkasına martılardan gizlenecek biçimde kurmuşlardı. Planladığım bir andı, istediğim beklediğimden erken gerçekleşti. 

Bu akıllı dostlarımın bakışlarından akıllarından geçenlerin şöyle olduğuna kalıbımı basarım. Ey balkon dostumuz, sen insan biz ise karga yaratılmışız ne yapalım. Bizi uğursuz pisboğaz bulan, sesimize bet diyen, uzun yaşamımızı kıskanan, aklımıza şaşan, dışlayan insanoğluna sen nasıl ki hırsızlıkla tepki veriyorsan, bizimkine ne diye şaşarlar ki? Hem sonra biz sadece bize kinli, soyumuzu ortadan kaldırma mücadelesindeki insanoğluna karşı minik kötülükler yaparız. Ya size ne demeli siz ise her yaptığınızı kendi soydaşınıza insan insana yapıyorsunuz. Nedir bu savaşlar, tecavüzler ve kavgalar. Kendimi bu düşüncelerin ardından, “Dostlarım ne deseniz haklısınız siz çalmasanız, ben çalmasam nasıl eşitleniriz bu acımasız insanoğluyla,” derken ki sesli yanıtımda yakalıyorum.  

Şöyle bir düşündüğümde, konuşmasalar da bakışları ile dertlerini anlattıkları dostlarımla aynı kaderi paylaştığımızı düşünüyorum. Dinler kargaları genelde pek sevmezler, ne yapalım bizi de sevmezler. Bizlerde onlar gibi hem biraz esmer, biraz da hırsızız. Bizi de onları da Allah yarattı. Onlar da bizler gibi alet yapımı ve hırsızlıkta mahirken, biz ayrıca bir de müzik aleti çalımında ustayızdır vesselam. Bu yarışta hayvanlar arasında şempanzelerin tek rakipleri olduğunu belgesellerden izlemiştim. Şaka bir yana bunları gördükçe, düşündükçe ileride mesleğimize rakip gördüğümden korkuyorum açıkçası.

Benzerliklerimizin derinliğine indiğimde, oyunculuğumuz, gürültücülüğümüz, ağzımızın laf yapışı onların gak gakları ile, hayırsız ve kindar oluşumuzu şaşkınlıkla saptıyorum.

Çok uzun yıllar yaşadıklarıyla, bilgelikleriyle ve doğada gözlerimizin önünde gösterdikleri kurnazlıklarıyla onurlandırmaktan yaşamım boyunca gurur duyacağım. Bazı yazılardan bildiğim Kargalar tanrının cennetinden kovulmuş yeryüzüne gönderilmiş dilsiz şeytanlarmış. Uzun yaşamlarında ortalama bir insanın gördüğünden daha fazla kötülük ve vahşet görmüş bu yaratıklarının gaklayan dillerinden gördüklerini sıraladıkları bir zamanda yaşasak neler neler duyardık kim bilir? 

Şimdi sıra daha önceden okuduğum parlak cisimlere düşkünlüğe yatkın kargalarla, minik birkaç dolandırıcılığın kapısını aralamaya gelmişti. Yukarıda saydığım menüde minik değişikliklerle yanlarına her gün farklı bir parlak metal koymaya başladım. Örneğin bir gün Eminönü’nden aldığım sahte bir gümüş kolye,  parlak bir çocuk oyuncağı, sahte altın bilezik, çikolata ambalajı alüminyum folyo ve benzeri parlak cisimlere alışmalarını, gagalarına alıp çalmalarının taktiklerini öğrenmeleri için koyuyordum. Her gün yemeklerini bırakıyorum ve akşamında yuvalarını kontrol ediyorum, bir gün önce menü içinden yürüttükleri parlak malzemeyi, yuvaları ile duvar arasına ne düşünüyorlarsa saklıyorlar, ben de daha sonra tekrar tatbikatlarda kullanmak üzere alıyordum. Artık kargalarla neredeyse dost olmuştuk. Bazen verandada otururken korkuluktan bana sesleniyorlar, iki elime koyduğum malzemelerden korkusuzca, panik yapmadan sakince yiyorlardı. Çocukluğumdan bu yana ne seslerini, ne kendilerini pek sevmediğim bu kargaları, zekâları, güven ve güvensizlik duygusu algıları, parlak kömür karası tüyleri ve yıllar öncesinden bir şeyler anlatmaya çalışan patlak gözleri ile sever olmuştum. Artık onlar bana dost, ben onlara bir besleyiciydim. Arada onlar da beni besliyorlardı. Bir gün rutin yuva kontrolünde bulduğum irice bir lüfer sanki bugüne kadarki beslenmelerinin fatura ödemesiydi. Tadına ve zevkine diyecek yoktu tabii. Teşekkürlerimi sunmak için o günkü menülerini biraz abarttım. Arkadaşlarla konuşuyor, sohbet ediyor, günlük olaylarımı paylaşıyordum. İnanıyordum ki söylediklerimin en azından yarısını anlar gibiydiler. İsimlerini de koymak gerekti artık. Birinin adını biraz iri ve kilolu olması vesilesi ile Çiko, diğerinin ise kız olduğunu sandığımdan Suzi koydum. Her gün neredeyse onlara olduğu kadar bana da terapi görevi gören sohbetlerimize devam ediyorduk. Ses tonuma, içinde barındırdığım şefkate, sevgiye, inandırıcılığa alıştırdığım süreçte yapılacaklardan, projelerden de kısa kısa bahsetmeye başlamıştım. Pür dikkat gözlerini kırpmadan dinliyor, yemeklerini yiyor ve sonra yuvalarına çekiliyorlardı. Çok iyi bir üçlü olduğumuzdan şüphem yoktu.

Şöyle kısaca asrın kütüphanesi Google’dan baktığımda, kargaların, insan zekasına benzer bir zekâ seviyesine sahip oldukları, alet kullanma, yiyecek depolama, problem çözme, iletişim becerileri gelişmiş ve hatta taklit etme yeteneklerinin oldukça gelişmişliği bilgisine ulaştım. Zekâ seviyelerinin de yedi yaşında bir çocuğunkine eşit olduğunu öğrenmek beynimde tilkilikleri koşturuyordu. Mücevhere ve parlak cisimlere düşkünlükleri de pilavın üstünde kuru fasulye gibiydi. 

“Çiko ve Suzi sizleri çok seviyorum. Gördüğünüz gibi başka dostum da yok. Bundan sonraki yaşamımızda birbirimize yardımcı olacağımıza eminim. Sizlerden isteğim ilk gün nasıl çantamdan paramı çaldıysanız, nasıl ki yemeğinizin yanındaki parlak malzemeleri ya da oyuncakları gaganıza takıp yuvanıza taşıdıysanız, gün boyu uçarken gözlediğiniz komşularımızın ya da uzak semtteki arkadaşların masalarda, pencere kenarlarında, balkonlarında unuttukları parlak ne bulursanız alın gaganıza ve dönün yuvanıza,” dedim. Anlamış gibi gagalarını birbirlerine iki üç sürterek havalandılar. Kara iki nokta olana kadar semada yükseldiler. Ben de hayırlı bir haber alma hayaliyle doldurduğum keyif rakımın yanına, bir sigara yakmanın zamanı geldiğini düşünerek çaktım çakmağımı. Ay dolunay bugün, bizim meslekte sevilmez ayın bu zamanları. Her şeyin kabak gibi açığa çıktığı zamanlarda mesleğimizi icra etmemiz güçleşir. Karanlık, ıssız gecelerimize el feneri ile ışıklar yaratmaktan yanayızdır her zaman. Kendi kendime bunları düşünürken balkon kenarına yakamozları parıl parıl parlayan iki siyah cisim kondu. İşte ilk beklediğim an gerçekleşmişti. Heyecanla baca kenarına bıraktıkları mallara bakmaya gittiğimde bir adet gümüş bilezikle, bir kolye ışıklarıyla adeta gözümü almaktaydı. Daha ilk günden birbirimizi anladığımızın kanıtını kusmuşlardı kursaklarından ayaklarımın dibine. Bu akşam dostlarıma bir çilingir sofrası kurmam şart oldu. Hemen mangalı hazır ettim, onların seveceği tavuk kanat, yağlı kırmızı etlerden oluşmuş bir menüyü ızgaraya tıka basa dizdim. Birileri tesadüfen gelse tek başıma bu kadar malı nasıl yiyeceğime şaşarlardı. Nasıl anlatırdım ki iki açgözlü misafirimin olduğunu. Rakıyı da üç bardağa, hatta onlara su katmadan, esaslı içicilere yapar vaziyette hazırladığım bardaklara döktüm. Gelecek günlerde neler yapacağımızın planlarını tekrar tekrar olduğunu bilsem de yine baştan sona hatta aynı cümlelerle anlatmaya, bu akşamki başarılarının devamını dilemeye devam ediyordum. Bütün gece sohbetten inanın yoruldum. Onlar dinlemekten değil, ben anlatmaktan yoruldum. Her şeyi anlıyorlar, keyiflerine diyecek yoktu, tadını bilseler kaplarından sularını içeceklerine bardaklarından su katılmamış rakıyı yudumlayacaklarına eminim.

Artık pazardan ceviz almaz olmuştum, her gün en az beş altı ceviz sunmadan günü kapatmıyorlardı. Bir akşam canlı renkli bir çift yazlık terliğim oldu. Dostlarımı her geçen gün daha bir sever olmuştum. Onlardan daha hacimli yükte hafif pahada ağır malzemeler beklediğimi hemen hemen her gece tekrarlıyordum. Pek sevmedikleri, martıların egemenliğindeki boğaz kıyı şeridi yalılarından değerli gerdanlıklar, kristal mutfak gereçleri ve nadide parçaları bulabileceklerini tekrar tekrar, onlar bıkana ben yorulana kadar tekrar ediyordum. En çok güldüğüm de bir gün cevizlerin arasında bulduğum bir çift takma dişti. Tesadüfen mahalle kahvesinde Rüstem amcanın sohbetinde hanımı Fatma bacının başına gelenleri dinlemiştim de dişler sahibine sağ salim ulaştı.

Güzel bir triodan gelecekte neler olacağının hayali bile heyecan vericiydi. Ekibimin şansına ve geleceği başaracaklarına inancım tamdı. Son yaşadığımız olayla artık anlattıklarımın her cümlesinin anlaşıldığından, var oldukları sürece elimi sıcak sudan soğuk suya sokmadan yaşamımı ikame ettireceğime inancım bir kat daha arttı. Sıcak mı sıcak bir Ağustos ortası, İstanbul neredeyse boşalmış, terasımdan göründüğü kadarıyla İstanbul’u bu yıl terk etmemiş Şevketzade yalısı sahipleri, bahçelerinden buralara kadar gelen caz sesinden anlaşıldığı kadarıyla, sık sık medyada izlediğimiz küçük çapkın Şehzadelerinin düğününü yapmaktaydılar. Terastan yarısı görülen bahçeden anlaşıldığı kadarıyla oldukça kalabalık bir misafir topluluğu bu mutlu günlerine eşlik ediyordu. Hepsinin üzerlerinde bu kadar uzaktan dahi gözümü alacak, beyaz tenlerini kibarca sarmalayan ışıl ışıl parlayan mücevherler adeta ışık saçıyorlardı. Uzunca süre terasta bana eşlik eden kafadarlar gece yarısına az bir zaman kala yemek masamın önünde birkaç reveranstan sonra havalandılar. İster inanın, ister inanmayın ama bir saati yeni yeni geçmeye başladığı saatlerde kısa aralıklarla gagalarının ucunda ışıl ışıl gerdanlıkları önüme keyifle serdiler. Şöyle bir incelemek için elime aldığımda kolyelerin zincirinden ucundaki madalyonlara kadar tarihi antika parçalar olduklarını ve bu işte az çok ihtisas sahibi olarak değerine paha biçilmez varlıklar olduğunu anladığımda tarifi imkânsız heyecanlara gark oldum. Ne güzel bir iş ortaklığı mı diyeyim, istihdam mı diyeyim, her neyse ölünceye değin sırtımı yere getirmeyecek bir ekiple birlikteydik. 


Ümit Ahmet Duman


Commentaires


bottom of page