top of page

Öykü- Ümit Yaban- Çamur

Yazarın fotoğrafı: İshakEdebiyatİshakEdebiyat

Aynaya baktı, elini yüzünde gezdirdi, yüzü yumuşacıktı. Eli âdemelmasına gitti. Âdemelması, rengi ağarmış, kenarları mavi nakışlı ince havlu, yer yer yamulmuş, rengi siyaha dönmüş tıraş kâsesi ve ahşabı bozulmuş bir tıraş fırçası... Dün toprağa verilen babasından ona kalan en değerli mirastı bütün bunlar. Banyo aynasının önündeki tıraş takımını siyah bir poşete topladı. Elindekileri en erken birkaç sene sonra kullanacağından, odasındaki dolaba kaldırdı.

Ne evdeki erkeklerle bahçede dikilecek ne de evdeki kadınlarla içeride dövünecek yaştaydı. Kimse acısını da onu da ciddiye almıyordu. Bu düşünce acısını perçinledi. Yumruğunu sıktı, nefes alamadı. Evin duvarları yüzü olmayan ecinnilere dönüşüp üstüne gelmeye başlayınca, kendini dışarı atmaya karar verdi. Babasının geçen kış başı inşaatta çalışırken getirdiği ucu açık ayakkabıları ayağına geçirdi. Hiç yeni ayakkabı giymemişti Ali; temiz ayakkabı da giymemişti. Ayağına geçirdiği her ayakkabı yaz kış çamur içindeydi. Ayakkabılar her zaman oturduğu mahallenin dili gibi gelirdi ona. Kimin bu mahalleden olduğu ayakkabıların kirinden anlaşılırdı.

Ayakkabılarına bakarken kafası önde usulca avludan dışarı çıktı. Henüz asfalt dökülmemiş yolların açıldığı, herhangi bir bitki bitmeyen mahallelerin, umudu tükenmiş insanların yaşadığı evlerin yanından hızlı hızlı geçiyordu. Çocukluğu, o yürüyüşte ayakkabısının tabanındaki çamur ile beraber fırlamıştı evden çıkar çıkmaz o henüz fark etmese de...

Az ilerde futbol oynayan arkadaşlarının yanına gitti. Mahallenin en az çamur tutan bölgesini kendilerine futbol sahası belleyip takımlarının ismini de “Kırmızı Şimşekler” koymuşlardı. Denize daha yakında kalan aşağı mahallenin “Cesur Panterler” ile kıran kırana maçları ilçede çok ünlü olmuştu. Kendilerinin bir gün o züppelerin üstüne şimşek gibi çakacağını düşünen öfkeleri ile bulmuşlardı ismi. Aralarında “Züppe Kediler” diye andıkları takımı yendikten sonra dövmek, en büyük hayalleriydi. Ali’nin en büyük keyfi tıpkı bir antrenör gibi kenardan onlara taktikler verip, küfürler eşliğinde akıl hocalığı yapmaktı. Televizyondaki maçlarda gördüğü teknik direktörler gibi davranmaya çalışırdı. Gol attıklarında sevinmek, gol yediklerinde sert yeri tekmelemek, eliyle kafasını dövmek gibi gördüğü her şeyi taklit ederdi. Futbolcu olarak katılamazdı bu büyük şenliklere çünkü kendini bildi bileli koşamazdı. Ne vakit koşsa kalbi ağzının içine yer eder ve uzun süre oradan gitmezdi. Korkardı Ali, ne vakit kalbi ağzına düşse ondan sebep koşmamayı yeğlerdi. Alışmıştı kenarda kalıp hepsi adına o heyecanı yaşamaya.

Ali’nin gelişini umarsız bir seyir ile karşıladılar top peşindeki çocuklar. “Maça geliyor musun, birazdan ineceğiz,” dediler. Habersizlerdi Ali’nin kaybından. İçinde oraya kadar bile zor taşımıştı acısını. Yokuş aşağı inse o yük onu yuvarlardı. Gözlerinin önünde kristal gibi parlıyordu gözyaşları. Ne düşüyor ne de geri gidiyordu. Boğazında ise yutkunmasına mâni kocaman bir yumruk vardı sanki. Yutkunamadığından konuşamıyordu da... “Yok,” diyebildi.

“Hayatta boşluk yoktur,” demişti öğretmeni, “her boşluğun yerini en kötü hava doldurur çocuklar”.

Sanırım öğretmenin babası yaşıyordu. Çünkü şu anda içindeki büyük boşluğun hissini bilmiyordu. Bilse söylemezdi o cümleyi. Hava nasıl doldursundu ki bu boşluğu, öyle derin öyle geniş... Sanki başka bir yakada kalmıştı babası ve hiçbir köprü o yakayı diğerine bağlamıyordu. Mesafe öyle uzundu ki asla ne sesini duyabiliyor ne de yolları geçip yanına varabiliyordu. Kesin yaşıyordu işte öğretmenin babası. Yaşamasa tek güvendiği kişinin gömlek düğmesini bile özleme ihtimalinin ne demek olduğunu anlardı. Cebindeki eli babasının kopan düğmesine gitti, okşadı parmaklarıyla düğmeyi, yumruğunda sıktı. Çokomel kâğıdı değildi ki geçmişimiz düzeltiverelim tırnaklarımızla, daha parlak daha eğlenceli geçsin. Yapabilse yapardı. Önünde bulduğu bir lirayı tekmelerken bunları düşündü, babasının yorgun bedenini düşündü. Somyanın yanındaki yer minderine ayağının birini alta alıp diğer dizini dik tutup somyaya destek ararmış gibi kederle yaslanmasını anımsadı. Eli kâh sigarasıyla ağzına, kâh okşamak için aynı sigara ile alnına giderdi. Bir bakışı vardı uzaklara, üzerine asfalt dökülmüş toprak gibi kalırdın o bakışa denk gelince.

Nasıl yetirecekti?

Adamın ömrü bu soruyla geçmişti. Parayla saadet olmaz, diyenler de en az, boşluk kalmaz, diyen öğretmen kadar tuhaftı. Babasının o kederli halleri para olsa eminim çözülecekti. Değildi işte çokomel kâğıdı değildi! Elinden bir şey gelmemişti, ne o yanı başında erirken, ne de o giderken… Bu duyguyu tanımlayamıyordu, sadece acı çekiyordu. Yetersizlik duygusunu adlandıramıyordu ama duygusu kafasının içinden gitmiyordu.

Biraz parası olsaydı babasının, belki bu illet hastalıktan kurtulurdu kolayca. Geç teşhis demişlerdi. Gidemezdi ki doktora, sigortası tam yatmazmış, öyle demişti bir gün. Ali anlamamıştı ama olumsuz bir şey olduğunu hissetmişti. Sanırım o sigortadan gidemiyordu sık sık doktora. Annesi ağlayarak evde para edecek tek nesneyi babasının motosikletini satmayı teklif ettiğinde, “İşe nasıl gideceğim?” demişti babası. Susmuştular.

Mahallenin en yüksek tepesine vardı. Tüm mahalle görüş alanındaydı. Baktı ve buradan başka hayatı olmadığını düşündü. Sıkışmıştı. Nefes alamadı yine, babası da böyle mi nefes alamamıştı? “Akciğer kanseri olanlar nasıl da zor nefes alır tüh tüh tüh”, diye ahlanırken komşular, durumun ciddiyetini biraz anlamıştı. Annesi “Babanın ciğerleri hasta oğlum,” dediğinde çok önemsememişti. Babasının yine zatürre olduğunu varsaymıştı. Babası sık sık zatürre olup atlatırdı çünkü.

Babasının yataktan kalkamayacağını anladığında ağlamaya başlamıştı. Babası kısık sesi ve halsiz haliyle, “Erkekler ağlamaz, sen artık bu evin erkeği oldun,” demişti. Sırf bu yüzden tüm gözyaşları geldiği gibi yok oldu. Bütün bunların üstünden sadece birkaç ay geçmişti. O günden sonra tek bir gözyaşı dökmemişti Ali.

Evin erkeği nasıl olunurdu?

Gün batmaya başlayınca tepede esinti artmış, ürpermişti Ali. Oturduğu yerden kalktı, aşağı doğru inerken omuzları düştü. Bu fırtınanın vurgununa nasıl dayanacağını düşündü. Kalbi buz kesip küçüldü, içindeki boşluk büyüdü. Kolay olmayacaktı. Babasının git gide küçülmesini izlerken kendine duyduğu öfke ile beraber başka birine dönüştüğünü fark etmiyordu. Yürüyüşüne bile etki etmişti bu değişim. Çocuk gibi neşeli, savruk, keyfe keder değil de artık bir yetişkin gibi derli toplu, hızlı hızlı atar olmuştu adımlarını. Futbol sahasına yaklaştığında Kırmızı Şimşekler’in geri döndüğünü gördü. Seslendiler uzaktan.

“Len Ali, yine yendik züppeleri.”

Elini kaldırdı, selam verir gibi yaptı hevessizce. Ne heyecanlanmış ne de ilgisini çekmişti bu durum. Kendine şaşırdı. Ne skor ile ilgileniyordu ne de maç sonrası itiş kakışlarla. İlgisini çeken tek bir şey vardı. Şu an içinde oturup duran derin boşluk, yokluk, hiçlik, adı her neyse… Evin sokağına döndüğünde kalabalığın arttığını fark etti, usulca sıyrıldı aralarından eve doğru. Ayakkabılarını tıpkı kendi ayakkabıları gibi çamurlu ayakkabıların arasına rastgele çıkardı. Yüklüğün, dolapların ve yatağının olduğu odaya girdi.

Kapıyı kilitledi.

Yatağa uzandı.

Cenin gibi kıvrıldı.

Ağlamaya başladı.


Ümit Yaban

1 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

1 Comment


ozgurramazan
Apr 27, 2023

Renk renk yaldızlı çokomel kağıtları saklanırdı kitap defter aralarında küçükken. Dikkatlice, uzun uzun tırnaklanarak düzeltilmeye çalışılırdı ki bazen bir yeri yaparken düzeltilen diğer bir yer yamuluverirdi, baştan başlanırdı inatla, hevesle…Hayatları da böyle düzeltme imkanı olsa keşke tüm küçük Ali’ler için... Gönlünüze sağlık.

Like
bottom of page