Yapıştığı otobüs camından asla sağ ayrılamayacağını bilen sineğin yaşama umuduydu benimkisi.
Beş yaşımın tatlı sonbaharında bedenime yabancılaşmaya başladığımı fark ettim. Doğumda bedenim erkekti belki ama kendimi kız arkadaşlarıma daha yakın hissediyordum. Okul bahçesinde, kız arkadaşlarımla oynarken çok mutlu olurdum. En sevmediğim oyun futboldu. Dans etmeyi ise büyük bir tutkuyla istiyordum. Fakat kendi küçük fikrimde yorumladığım kadarı ile çok da iyi bir şey değildi erkek çocuklarının kıvırarak dans etmesi, ne fena. Kendimi ilk komşumuz Mukaddes teyzenin evinde gördüğüm, üstünde pespembe çiçekleri olan kaktüslere benzetirdim. O kaktüsler gibiydim ben de.
İlkokul iyiydi ama ortaokul öyle olmadı. O zamanlar tabiri caizse “kırık” hareketlerimden tacize uğramaya başlamıştım. Okuldan birilerine gerçeği söylemeyi düşündüm ama ailemin haberi olur diye korkup vazgeçtim. Ben de kimseye bir şey demedim, okula da gitmedim.
Bedenim ile beynimin uyumsuzluğu gittikçe arttı. On beş yaşıma geldiğimde ilk işim suratımda belirmeye başlayan tüyleri yok saymak oldu. Aynaya bakmadıkça onların farkında bile olmuyordum ama bana varlığını her daim hatırlatan başka bir şeyi yok sayamıyordum. Önümdeki şişlik hislerimin en büyük yalanlayıcısıydı. Dünyadaki en lüzumsuz uzuvdu benim için. Gece yatağa yattığımda rüyalarımda kendimi yüksek topuklu ayakkabıların üzerinde, gösterişli bir sahnede dans eden alımlı bir kadın olarak görüyordum. Fakat sabaha karşı elime değen, bir başkasına ait olduğunu varsaydığım “o” fazlalık, sert bir futbol topu gibi yüzümün ortasına çarpıyordu. Onun gibi herkese karşı dikilmiş sanıyordum kendimi. Herkes bir yakada ben diğer yakadaydım sanki. Onlar adı “erkekçe” olan başka bir dili konuşuyorlardı, bense “topça” ile sakince kendimi anlatamıyordum.
On beş yaşım biterken kendime bir adım daha yaklaşmayı arzuladım. Tatlı bir ilkbahar günü dudaklarıma açık renk bir ruj, tırnaklarıma da açık renk oje sürerek süslendim. Dar kotumu da giyip gezmeye çıktım. Önünü uzattığım saçlarımı da renkli bir çıtçıtlı tokayla tutturunca sanki kendime yabancılığım azıcık azaldı. Beyoğlu eski ağaçlı haliyle ne de güzel eşlik ediyordu bana. Yüzümde gülümsemeyle motorsuz bir kayık sessizliğinde yarıyordum İstiklal Caddesi'ni baştan ayağa. Mephisto’nun önünden geçerken dışarı taşan müziğe dayanamadım. Yıllarca içimde biriktirdiğim dansözü salıverdim sokağın ortasına. O dansöz nasıl mutlu, nasıl keyifli, oynayıp duruyordu öyle. O yaşıma kadar tüm içime tıktıklarımı olanca mutlulukla sergiliyordum.
Ta ki Mukaddes teyzeyle yüz yüze gelip tüm çiçeklerim dökülene kadar.
Dedikoduyu da çiçekler kadar çok seven Mukaddes teyze, nasıl ki çiçeklerini diliyle coşturuyorsa olayları da aynı şekilde iyice çarpıtıyordu. Kadının kocası kendi annesinin ruh hali konusunda sağda solda konuşmasına aldırış etmese de patronunun karısının sevgilisini torba gibi açık ağzıyla her yerde anlatınca hem işinden olmuş, hem de bir temiz dayak yemişti. Baktı kadının huyu suyu, ağzı değişmiyor, sırf bu yüzden Mukaddes teyzeyi tek celsede boşadı. Kadın da hayattan ve kocasından daha da dedikodu yaparak almaya çalıştı tüm intikamını.
Ertesi gün, öğlenin sıcak bir vakti babam dahil herkes öğrenmişti rujumun rengini. Sanki yüzlerce yıldır kıvırtıyormuşum gibi kalçamı oynatmam da ayrı konuydu. Mukaddes teyze kaktüs diliyle bolca eklemeler yapmıştı gördüklerine. Kırıtmalar dışında, el ele bir adam da katmıştı hikâyeme. Bir sonraki günün sabahı seherinin serin bir anında, gözüm mor, dudağım patlak, bir kaburgam kırık, elimde içinde bir parça hayal bile olmayan bavulumla sokaktaydım. Hepsi tamam da babamın deri kemerinin ve duyduklarımın izleri nasıl geçecekti? O an annemle babamdan duyduklarım elimdeki bavuldan çok daha ağır gelmişti bana. Annem onu nasıl utandırdığımı uzun uzun anlatmış, ardından da, “Benim için öldün artık!” diyerek okkalı bir kapanış yapmıştı.
En sonunda da babamla bir olup evden kovmuşlardı beni. Hayata sığınamazken artık eve de sığamaz olmuştum.
Yirmili yaşlardan sonraki her vakit, E5 karayolu benim stajyerliğimi atlattığım, çalışanı olduğum tek yere dönüştü. Benim gibi onlarca trans kadın Tarlabaşı’nda değilsek eğer, E5 kenarında müşteri beklerdik. Müşteri dediğim de manyak, psikopat, bir sürü adam. Çoğundan dayak yerdik. En iyi ihtimal küfür ve aşağılama dinlerdik. Kendimizi hep pislik üzerinde gezinen sinekler gibi hissederdik. Seks işçisi olmaktan başka çıkar yolu olmayan, ailelerinin bile arayıp sormadığını bildikleri insanlara kimse saygı duymuyordu zaten. Sahnelerde kelebek olma hayali kurarken etrafta sinek gibi uçuşanlardık işte.
Yine soğuk, acımasız bir kış gecesinde otobanın kenarındaydım. Kar taneleri sanki yolu aydınlatan ışığın kollarında dans ediyorlardı. Nasıl da keyiflendim. Yaktım bir sigara, canına yandığımın betonunun üstünde. Sandım ki sahnedeyim. Başladım ben de oynamaya. Ohh, bir o yana atıyorum kalçayı bir bu yana. Yaşamadığım aşkı da bulmuşum. Sevdiğim adam en önde oturmuş, beni izleyip alkışlıyor. Ben böyle acılı bir mutlulukla delik tabanımdan ayağıma dolan kar suyunu hiçe sayarak dans ederken bir araba yanaştı yanıma içindeki iki adamla. Olanca hayalimin içine edip başladılar pazarlık yapmaya. Fiyatı pahalı buldular, haliyle giderken de ağız dolusu küfür ettiler. Pezevenkler! Gökkuşağında dolaşan güzel bir kelebekken iğrenç bir bok sineği gibi hissetmeme mi yanayım, yediğim küfre mi bilemeden ben de koca bir nah çektim arkalarından. Kallavi bir de küfür savurdum. Annelerini işe karıştırmak istemezdim ama o sinirle ağzımdan çıkanı kontrol edemedim.
Sonrası acı bir fren sesi, dayanılmaz bir ağrı ve uçuşan birkaç kar tanesinin pırıltılı silueti.
Uyandığımda kıpırdayamaz bir halde annemle babamın evindeki tavana bakıyordum. Konuşulanlardan anladığım kadarıyla o manyaklar bana geri geri gelip çarpmış, onunla da yetinmeyip aracı ileriye doğru sürerek üzerimden geçmişlerdi. Otoyol kenarlarında vurulup kaçılan onlarca transtan biri olmuştum.
Uzun süre yoğun bakımda kalmışım. Kazadan sonra ayağa hiç kalkamayacak, hiç konuşamayacakmışım. Bir pelte gibi yatağa saplanıp kalmıştım işte. Yapışkan, kokulu, faydasız…
O gece hastane polisi üzerimdeki kimlikten aileme ulaşmış. Sağ olsunlar, annemle babam bırakmamışlar alıp evdeki eski odama koymuşlar beni. Koymuşlar diyorum çünkü saksıdan farksızım, ancak bir yere koyulabilirim.
Yedi yıldır günler ve saatler boyunca aynı yatakta, aynı tavana bakarak sanki aynı balçık havayı soluyarak yatıyorum. Artık tek bir uzvum değil, tüm uzuvlarım bana yabancı. Kolum yerinde bile yok mesela. Ama tek sevindiğim önümdeki fazlalığı hiç hissetmiyor olmam. Ellerim yok, ayaklarım tutmuyor. Asla konuşamadan sadece düşünüyorum. Yutabiliyorum. Altıma yapıyorum. Düşün, ye, iç, sıç. Tüm döngü bundan ibaret.
Artık annemle babamın benden daha da fazla kurtulmak istediklerini biliyorum. Eskiden sadece benden nefret ettiklerini düşünürdüm, şimdi günün her saati acıyarak nefret ettiklerine eminim.
Bugün sabahın dördü. Bir an, tavandaki sineğin sağdan sola geçişini izlerken nefesimin dönmediğini fark ettim. Derince aldığım nefesi geri veremedim. Hayallerim ve annemle babamın içime attığım acı sözleri gibi öylece tıkıldı kaldı içime. O an anladım ki bazı insanlar kendilerine hiç yakınlaşmadan veda ederler hep yabancısı oldukları bir bedene ve hayata. Gökkuşağında bir kelebek olma hayallerini, cama yapışan bir sinek olma gerçekliği ile uğurluyorlar.
Hoşça kal hayat!
Tazyikli su ile aldın beni bu camdan.
Ben zaten bu bedene hiç yakışmamıştım.
Ümit Yaban
Sanırım 90'lar İstanbul'u... Hayata hassas ve detaylıca bakan, bakmakla kalmayıp detaylarına kadar kaydeden bir göz...
Hayal kurabilmek ne güzel, ne kıymetli bir lütuf. Hiç bir hayali olmadan, renksiz soluksuz yaşayıp gidenlere selam olsun sineklerin vızıltısı.
Gönlünüze sağlık.
Harika 👏👏👏👏👏