top of page
Yazarın fotoğrafıİshakEdebiyat

Öykü- Şebnem Oral- Pişmanlık

Yoğun bakımın kapısında içeri girip onu görmek için bekliyoruz. Yanımda annem ve eşim de var. Şimdi saat akşamın yedi otuzu. Kışın hava ne çabuk kararıyor. Akşamüstü işten eve dönerken annem telaşla aradığında İstanbul’da saat altıydı. Yolu nasıl geldik, ne düşündüm hatırlamıyorum. Tek istediğim memlekete varıp annemi almak, hastaneye ulaşmaktı.

Oraya girmeden başka bir odada hemşirenin verdiği sterilize elbiseleri giyiyor, başıma da boneyi takıyorum, robot gibiyim. Sadece denileni yapıyor, hiç soru sormuyor, bir an önce babamı görmek istiyorum. Aklımdan sadece, “Çok erken, çok erken,” sözleri geçiyor. Yanı başımda duran annem daha ne olduğunu anlamadan, her başı sıkıştığında yaptığı gibi gözyaşlarını akıtmaya başlamış bile.

Kapı açılır açılmaz karşıma ilk gelen erkek hastanın haliyle irkiliyorum. Vücudunun fazlalığı neredeyse yataktan taşmış, çırılçıplak. Her yerinden kablolar çıkıyor. Tam biz bir iki adım atmışken, adam bağlı olmayan eliyle burnuna sokulmuş hortumu koparırcasına çıkarmaya çalışıyor. Hemşireler koşturup tutuyorlar kolunu, damar yolundan basıyorlar sakinleştiriciyi. Adama bağırıyor ve tartaklıyorlar. İçim acıyor. Babama da mı?

İçerde kesif bir ilaç ve insan eti kokusu var. Hastaları takip eden aletlerin çıkardığı kimi yüksek kimi alçak bip sesinden başka bir şey duyulmuyor. Babamın en son yatakta camın kenarında olduğunu söylüyorlar. Yanına vardığımda yüzü hala bir hafta önceki hali gibi. O da çıplak, sadece alt kısmına bir çarşaf örtmüşler. Yanakları pespembe. Sırtüstü öylece yatıyor. Bütün tırnaklarımı ellerime geçirip acıya odaklıyorum beynimi. Ağlamıyorum. Ellerini tutuyorum, yumuşacık derisi. Damarları, sanki patlayacak kadar şişmiş. Kulağına eğilip, “Beni bırakıp nereye gidiyorsun?” diye sesleniyorum. Soluğunu hissetmek iyi geliyor. Gözlerini açıp bakmasını istiyorum. Sonra geri çekiliyorum. Tam o sırada sol gözünden bir damla yaş geldiğini fark ediyorum. Üzdüm onu diyorum, tepki verdiği içinse seviniyorum. Annem yatağın etrafında dört dönüyor. Niye cam kenarı, niye üstü açık, üşür o şimdi, kokmuş galiba hiç silmiyor musunuz gibi anlamsız cümleler kuruyor. Hemşire, bu kadar yeter dediğinde eşimin elini hissediyorum. Beni dışarıya sürüklüyor. Ben de anneminkini tutuyorum. Babamı öylece bırakıp çıkıyoruz. Arkamdan yoğun bakımın kapısı kapandığında içimin boşaldığını hissediyorum. Yine ağlayamıyorum. Anneme sahip çıkmalıyım. “Gitmem burada kalacağım,” diye feryat ediyor. “Burada yapacak bir şey yok. Ona evden dua edeceğiz,” sözleriyle avutmaya çalışıyor, bir yandan da arabaya bindiriyoruz. Doktordan aldığım bilgiler hiç umut verici değil. “Bir şekilde buradan çıkarsa hem ona hem de bakana çok zor,” diyor. İçim, iyileşmek zorunda diye feryat ediyor. Bencilliğimin doruk noktasındayım. O yaşamazsa annemle ne yaparım? hayatım nasıl olur? diye düşünmeden edemiyorum. Ona da söyledim, duydu beni, işe yarar diye kendimi teselli etmeye çabalıyorum.

Hastaneden çıkıp eve doğru giderken, bir hafta önce babamla iş yerinde yaptığımız dertleşmeyi hatırlıyorum. Annemden her bunaldığında atlar bize gelirdi, onu almazdı yanına. Bizde bir gece kalır, torunuyla deli gibi vakit geçirir, bana bol bol sarılır ve mutlaka annemden dert yanardı. Son gelişinde “Yaşam isteğim kalmadı onun için artık kontrollere bile gitmiyorum,” demişti. Kalbinden baypaslı ve şeker hastasıydı. “Merak etme yaşadığım sürece seni üzmesine engel olmaya çalışacağım,” dediğinde gözyaşları alt kapağında birikmiş ama ağlamamıştı. “Gençken daha cesur olmalıydım,” diye itiraf ettiğinde, “senin evliliğin iyi ama değil mi?” diye sormayı da ihmal etmemişti.

Hastaneden geldiğimiz gece hiç uyku tutmamıştı. Düşündükçe yaptığım bencilliğin farkına varmış, kendi rahatım için onu arafta bıraktığıma karar vermiştim. Sabahın ilk ışıklarıyla yoğun bakımın kapısındaydım. Annemi götürmemiştim. Yine elbiseleri giyip içeri girdiğimde şişman adam beni karşılamamıştı. Sordum, “Akşam vefat etti,” dediler. Babam yine aynı yerinde yine sırt üstü yatıyordu. Uzaktan bir değişiklik yok gibi duruyordu. Yanına yaklaşıp yanağına doğru eğildiğimde burnuma çok kötü bir koku geldi. Başımı kaldırıp hemşireye baktığımda “İç organları fonksiyonlarını kaybetmeye başladı,” deyince, “ölüm böyle mi kokuyor?” dedim içimden. Sarsıcıydı. Uzunca bir süre gitmedi burnumdan o koku. Yine kulağına eğildim ve “Sen rahatına bak, ben her şeyi hallederim,” dediğimde bu sefer gözyaşı akmadı. Yanağına bir öpücük kondurup yarın da geleceğim diyerek çıktım oradan. Dışarda doktoru gördüm, “Bu çok uzun soluklu bir süreç de olabilir, burada yapabileceğiniz pek bir şey yok,” dedi. Eve döndüm, annemin yanına. Sanki her şey yolundaymış gibi mutfakta yemek yapıyor. “Babanın çamaşırları birikmiş onları yıkadım mis gibi, kuru fasulyeyi haşladım sever o,” diye yaptığı günlük işleri anlatıyor. “Babam iyi, her şey stabildi,” diyorum. Çöküp bir koltuğa öylece kalıyorum. Eşim sabah beni hastaneye bırakıp İstanbul’a döndü. “Haberleşiriz,” diye onu da işinin başına yolcu ettim. Annemin tavırları, hayatın normal akışı beni biraz umutlandırıyor. Allah mı malum ediyor diye düşünürken doktorun söyledikleri aklıma geliyor. O gece de uykusuz, sıkıntılı, düşünceli gelip geçiyor.

Ertesi sabah annemle kahvaltı sofrasındayız. Yemediğimi bildiği, her zamanki gibi ısrar ettiği çeşit reçelleri, peynirleri dizmiş sofraya. Sanırsın güzel bir bayram sabahı, onlara gitmişiz, güle oynaya yemekler yiyeceğiz. Babam radyoyu açmış Trakya karşılamasıyla birazdan sofraya doğru gelecek. Annem bizi ısrarlarıyla yemekten soğutacak, suni de olsa bir mutluluk tablosu çizilecek. Biz her bayram olduğu gibi geldiğimize pişman olacağız ama görevimizi yapmanın buruk mutluluğunu yaşayacağız.

Tam sofraya oturmuşken birden evin telefonu çalıyor. Annemin işitme kaybı var duymuyor. Anlıyorum. Adımlarım yavaş açıyorum, karşımda doktor, “Başınız sağ olsun,” diyor. Ahizeyi yuvasına oturtup yanındaki sandalyeye yığılıyorum. Beni en çok seven insanı kaybetmenin acısıyla yüreğim yanıyor. Aklım, “Şükürler olsun,” dediğinde utanıyorum. Annem yüzüme bakıyor, başlıyor feryat etmeye. Ağzından ilk çıkanlar; ona kızdığı, öfkelendiği anılar. Acısını hafifletmeye çalışıyor biliyorum. Yanına gidip sarılıyorum. “Böylesi herkes için en iyisi,” diyebiliyorum sadece.


Şebnem Oral

0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

Comments


bottom of page