Bu kış tatilini kim icat ettiyse işte yine birlikteyiz sayın dinleyiciler. Oturduğu yerden eti büzüşmüş, kemikleri eğrilmiş parmaklarını birer birer tahta koltuk koluna vurarak selamlıyor beni. Radyoda tuhaf tıngırtılı bir şarkı cızırdıyor. Gözleri yeterince görmüyor, her nasılsa kulakları bir hayvanınki kadar keskin duyuyor hatta sarsıntıları beş dakika önceden hissediyor bile olabilir. “Hâlâ internet bağlatmadın mı dede?” Gri, buğulu, her zaman nemli gibi duran gözleri bana sabitlendiğinde birazdan yalnız kalacağımızı hatırlatıyor, susuyorum. Bir süre sonra annemin burada olmasından aldığım güçle, “Hâlâ geceleri tuvalete kalkıyorsan beni korkutmazsın değil mi?”
“Enver!”
Annemin müdahalesi bu sefer gecikiyor. Sanırım mecbur olmasa o da beni bu adada seksen yaşındaki babasıyla baş başa bırakmazdı. “On dört yaşındayım anne, yalnız kalabiliyorum, neden beni burada bırakıyorsun?” “Enver, yeter!” Küçükken burada olmak hoşuma giderdi. Dedem o zamanlar eğlenceli bir ihtiyardı. Bana durmadan ilginç hikâyeler anlatır, sıkı sıkı giyinir, balığa falan çıkardık. Son iki yıldır onun bana değil benim ona göz kulak olmam için annemim beni burada bıraktığını biliyorum. Bakıcısı Cadı Hatice de benim tatilini fırsat bilip izne çıkıyor.
Dedemin hafızası son iki yıldır ters çevrilmiş bir kum saati gibi geriye akıyor. Bana durmadan geçmişten bugünmüş gibi bahsedip yıllar yıllar öncesinden bilmediğim şeyler anlatıyor. Zaman, her geldiğimde daha da geriye akmış oluyor. Bütün gün, sadece onun evinde gördüğüm antenli radyosunu dinliyor. Radyosunu benden daha çok sevdiğine eminim. Yetmezmiş gibi radyoda durmadan konuşan kadının kendisine seslendiğini sanıyor.
Hızla evi toparlarken vapuru kaçırmamak için sürekli saatine bakan anneme takma dişlerinden tükürükler saçarak, “Bu çocuk aynı babası Ayten, aynı münasebetsiz küstahlık. Kocan olacak adama söyle, çocuğunu terbiye etsin.” Koltuk yastıklarını son kez kabartırken, “Biz boşandık baba,” deyince annem aniden öfkeleniyor, oturduğu yerden ondan beklenmeyecek hızla kalkıp annemin koluna sarılıyor.
“Ne zaman Ayten?”
“Of baba! Uzun zaman önce.” O andan sonra durgunlaşıp daha da çökerek oturuyor yerine, koltuğun onu yutmasını bekleyerek gömülüyor.
“Enver, yemekler buzdolabında, tek yapman gereken ocağı yakıp ısıtmak. Kahvaltılar da buzdolabında, sabahları sadece çay demleyip onları masaya dizeceksin, başka hiçbir şeyi elleme,” diyor annem aceleyle. “Hafta sonu burada olacağım,” diye ekleyerek kaçıp gidiyor. Onu uğurlarken yüzüme bakmaktan kaçınıyor, çaresizliğimi görmek istemiyor. Beyaz, ahşap kapının önünde arkamı döndüğümde başlayacak döngüye hazır hissetmiyorum. Çaresizce, yavaş devinimlerle dedeme olduğundan çok daha uzun geldiğini bildiğim sürede, gövdemi üç yüz altmış derece döndüğümde, o ürkütücü gülümsemesiyle bana bakıyor. Geç kalmış gibi hemen kalorifer peteğini andıran radyosunun düğmesini çeviriyor. Her şeyi hatta beni bile unutacağını bildiğim dedem, hiç unutmadığı radyo programını ellerini kavuşturup heyecan içinde beklemeye başlıyor. Bu esnada benim görevim onunla aynı heyecanı paylaşmak. Yüzümde benim bile farkına varmadığım bütün mimiklerimi kontrol edip azına razı olmuyor.
Evet, sayın dinleyiciler, sıradaki şarkı bilmem ne makamında, güftesi bilmediğim bir beye, bestesi çok değerli başka bir beye ait olan şarkı sizler için geliyor. “Bir bahar akşamı rastladım size, sevinçli bir telaş içindeydiniz.” Her zamanki gibi şarkıya dizlerine vurarak eşlik etmeye başlıyor. Aksak usulde doğru ritmi yakalamanın inceliklerini ezberlettiği için hiç nota kaçırmadan iki elim dizlerimde şarkıyı çalıyorum ben de.
Güfte ilerledikçe iyice coşuyor, “Ah! Sabiha Hanım Efendi, bu şarkıyı bana armağan ederek hissikablelvuku mu buluyor? Ada vapurunda karşılaştığımız günden beri, sizi düşünmem beni ziyadesiyle mutlu ederken hislerimin bir de karşılığı mı var yoksa?” Çoktan ölmüş anneannemin sözünü de açtığına göre kendiyle sohbeti bir süre daha devam eder. Hemen bilgisayarımı açıyorum, mecburen telefon internetimden bağlanarak. Gb’ları kontrol ederek internete girmekten nefret ediyorum.
Yeterince sömürünce mecbur dışarı çıkıyorum. Önce sahile restoranlar tarafına iniyorum. Hızımı alamayıp küçük tur yoluna sapıyorum. Isdırap yokuşunda Aya Yorgi’ye çıkmaya çalışan ne yerli ne yabancı turist olur bu mevsimde, dalga geçecek kimseyi bulamadığım için iyice canım sıkılıyor. Dönüşte mezarlığın oradan kıvrılırken uğrasam anneannemin mezarını bulabilir miyim, diye düşünüyorum. Bulsam ne yapacağım ki? Kocan yokluğunda delirdi mi diyeceğim. Arkadaşlarım anne babalarıyla ya da sadece anneleri, bazıları sadece babalarıyla sıcak ve eğlenceli, bol internetli lüks otellerde eğlenirken yerli halkının yaş ortalaması en az yetmiş olan bu adada, on dört yaşına yeni basmış bir çocuk olarak büyük bir taş bulup tekmelemek istiyorum. Bu lanet yerde onu da bulamadığımdan, bacağımı boşluğa savuruyorum.
Eve geldiğimde titrek radyosu hala cızırdıyor ama kendisi yok. Erkenden yatmış olmalı, bu da beni gece uyutmayacak demek oluyor ki bu durum iyice keyfimi kaçırıyor. Radyonun yanına gidip bütün gün ısıttığı koltuğa oturuyorum hala ılık. Kanalları karıştırıyorum, ince ibrenin rakamların üzerinde oradan oraya savrulurken çıkardığı sesler çok komik. İleride değerlenir bu radyo, aslında belki şu anda da çok değerli olabilir. Umarım ölmeden bozmaz bunu diye düşünüyorum. En azından bana bir zenginlik borçlu, hangi torun her ara tatilde bu fedakârlığı yapar ki dedesine değil mi? Sonra evi gözden geçiriyorum, eski ama birkaç dokunuşla eski şaşalı günlerine dönmesi an meselesi. Bu düşünceler keyfimi yerine getirmeye başlıyor. Annemin, çocukluğum diye tutturarak evi asla sattırmayacağını düşünüp keyfimi kaçırmayı göze alamıyorum.
Radyonun başında ne kadar oyalandığımı bilmiyorum. Epey zaman geçmiş olmalı. Mösyö akşam yemeğine kalkmış, kapı ağzında durmuş, beni izliyor, ürperiyorum. Ben dedem oluyorum o anda, ileride onun yerinde olma düşüncesi içimi bulandırıyor. Yemek boyunca hayret verici şekilde sessiz. Yeniden radyosunun başına geçtiğinde mutfağı topluyorum. Bulaşıkları makineye karman çorman tıkıştırıyorum. Odama geçip, bilgisayarı açıp, koca kulaklığı kafama geçiriyorum. Müziği açtığımda elbette sanat müziğine maruz kalmaktan kurtuluyorum. Birkaç oyundan sonra göz kapaklarım mezarlığın taş mermerleri gibi ağırlaşıyor, kendimi yatağa bırakıyorum. Sararmış, rutubetli tavanı izlerken ne kadar çok uyursam zamanın o kadar hızlı geçeceğini düşünerek uykuya dalıyorum.
Uyandığımda, suya uzanmadan saate bakıyorum, çoktan sabah olmuş. Gece yıllardır yağlanmayan kapıyı gıcırdatarak kafasını uzatmadığına göre o da uyumuş. İyice yaşlandığı için her gelişimde değişen huylarına gece uykusunu eklemesinden memnunum doğrusu. Banyoya girip buz gibi suyu yüzüme çarpıyorum. Kombisiz bir ev peh! Salona girdiğimde radyo çalmaya devam ediyor. Pili bitmiyor mu bunun, kim değiştiriyor ki? Mutfağa geçip çayı ocağa, kahvesini cezveye koyuyorum, taşırmamak için başında beklemem gerekiyor. Peynir, zeytin çıkarıyorum. Salona kapıdan kafamı uzatıp kahvaltının birazdan hazır olacağını bildiriyorum. Bütün gece uyuduğu halde boynunu koltuğun tahtasına yaslamış, tavanı izliyor. Kahvesini sehpaya koyarken kenarından döküldüğünü gördü mü diye tedirgin oluyorum. Görmedi ya da bakmadı bilmiyorum. Göz kapakları sonuna kadar açık, hiç kıpırdamıyor. Başı neden hala geride diye üstüne eğiliyorum, yanağına dokunuyorum, buz gibi katı, nefes almadığını fark ediyorum.
Radyoda, “Sıradaki şarkı sizler için sevgili dinleyiciler,” diyor kadın.
Şenay Şentürk
コメント