Hava birden soğudu mu ne? Donuyorum. Az önce vakit paydos diyerek yerini aya bırakan güneş bana acıyıp geri dönse, ışınlarını yeryüzüne yaysa bile sinirden buz kesmiş vücudumun kendine gelmesi zor. Ellerim cebimde. Kapüşonum boynumu korumakta yetersiz. Rüzgâr denizin bütün nemini toplamış suratıma suratıma çarparak kulaklarımı çınlatan ıslıklar eşliğinde azarlıyor, “Al sana aşk testi!” diyor. “Bir filmin hayali kahramanlarına takılıp da bu güzel ilişkiyi mahvettin arkadaş. Yalnızlığın kutlu olsun!” Ah, salak kafam! Keşke yüzde elli ihtimale razı olsaydım da papatya testi yapsaydım; seviyor, sevmiyor…
Ece’nin peşinden fırlıyorum dışarı. Akşam kalabalığı, metrekareye bir aile. Hangi sokağa saptığını göremedim. Hemen eve gideceğini sanmam. Bir kız arkadaşının omzunda ağlayıp sızlayacaktır ihtimal. Bir kafeye girip sıcak salep falan içsem… Uzun süredir tek başıma gitmedim ki herhangi bir mekâna. Nerelerde oyalanıp vaktimi nasıl geçireceğimi düşünerek yalpalarken ayaklarım beni eve doğru götürmek için mücadele ediyor. Gideyim bari bir an önce. Bu gece uzun olacak gibi.
Yol boyu, haklılığıma inandırmaya çalışıyorum kendimi. Her sözüne “Aşkım” diyerek başlıyor olması, Ece’nin bana gerçekten âşık olduğunu kanıtlayabilir miydi? Ben mi çok alıngandım yoksa? En iyisi ona doğrudan sormaktı ama beni aptal âşık durumunda bırakacak alaycı tavırlarından, duygularımla dalga geçmesinden korkmuştum hep. Yüzüme gözüme bulaştırmayacağım, onu kırmayacağım, sonradan pişmanlıklarımla baş başa kalmama yol açmayacak dolaylı yöntemlere de baş vurabilirdim belki; şaşırtmaca sorular, sinsi sohbetler, laf kalabalığı yapıp meraklandırmalar, kıskandırmalar… O olsaydı beni bir romantik bakış, iki damla gözyaşıyla suya götürür, susuz getirirdi. Ama erkek aklı için zor bu tür işler, ben de beceremedim zaten. Lafın ortasından girip şapşalca blöf yaptım.
Birlikte film izlediğimiz o son geceye lanet olsun! Sevgilisine senin için ölürüm deyip duran kadın karakter, kuaförden yeni çıktım ve yağmur yağıyor diyerek adamı buluşma yerinde, elinde çiçeğiyle sap gibi bırakmaz mı? Kadının bu vefasızlığı beni derinden yaralamış, nicedir içimi kemiren bazı şüphelerimi kışkırtıp köpürtmüştü. Sarıldığım kolumla Ece’nin kolunu hafifçe dürtüp laf olsun diye sorar bir edayla “Sen olsaydın?” dedim. Omzuma yasladığı başını hafifçe kaşıdı, “Ama saçları da çok güzel olmuş, dünya kadar da para vermiştir şimdi...” dedi. Sevgisinden şüphe ettiğim sevgilim, filmdeki kadının umursamazlığını kendi umursamazlığıyla onaylayarak beni haklı çıkarmıştı. Yağmurdan sırılsıklam olduğumu, dağılan çiçeklerimin caddeyi kaplayan sel sularına karıştığını hayal ettim. Islak bedenim kaskatı kesilmişti. İçime hapsettiğim cümleyi son sahneye kadar tekrarlayıp durdum. “Demek öyle!”
Birkaç gün görüşemeyeceğimizi, akşamları yetiştirmem gereken bir rapor olduğunu söyledim ona. Duygularım ve bu ilişkinin gidişatı hakkında kendime bir rapor hazırlamakla meşguldüm aslında. Sözler ve davranışların uyumu üzerine ilişki koçlarının ne düşündüğünü de merak ettim, ‘kişisel gelişim’ diye burun kıvırıp kütüphanemin en görünmez yerine atmış olduğum birkaç kitabı buldum. Koçların genel kanısı, davranışların sözlerden daha etkili olduğu yönündeydi. Bildik işler bunlar! Bazen insanın en doğru rehberi kendisi... Kendi davranışlarım nasılsa başkalarından da aynısını beklerim ben. Gece yarılarına kadar evde dolanıp durdum, kendi kendime konuştum, kafamın tozlu raflarındaki eski defterleri karıştırdım. Hep ben haklıydım. Onun için her şeyi yapmıştım. Arkadaşlarımı, aile fertlerimi, işimi, kıyafetlerimi, saçımın tıraş modelini, çorabımın rengini onayına sunmuş, beğenmediklerini hayatımdan çıkarmaya çalışmıştım. Sonuçta bu ilişkiyi sürdürebilmemin tek yolu benim ona layık olmayı başarmamdı. Şikâyetim yoktu bundan, dersimi çalışıp duruyordum. Ben ona neredeyse bağımlı hâle gelmişken -bu durumda olmaktan zaman zaman nefret ediyorum- onun benim için neler yaptığını kendime sorduğumda aldığım cevap koca bir ‘hiç’ idi. Bunun sorumlusu bendim tabii. Ondan hiçbir şey istememiş, asla eleştirmemiştim onu. Kusursuz bir insan olduğu için miydi bu davranışım? Elbette hayır. Aslında kusurun büyüğü bendeydi. Onu benliğimden vaz geçecek kadar sevdiğimi baştan beri gereğinden fazla mı ifade etmiştim acaba? İkimiz de birbirimizi sevdiğimizi söylüyorduk gerçi ama ben yerli yersiz, o ara sıra… Âşıklar, aşklarını teraziye koyabilse kefelerin denk gelme ihtimali var mıdır? Bence yoktur. İllaki birkaç gram ağır gelir birininki diğerinden. Benim aşkımın, kefeyi yere vurdurduğunu biliyor, görüyor, hissediyordum.
Filmdeki erkek karakterle birlikte sırılsıklam ıslandığımız o gecenin üzerinden bir hafta geçmişti. Bu kaypak kaçışımı sonlandırmam gerekiyordu. Akşam iş çıkışı, yakındaki hamburgercide buluştuk. Neşeliydi, beni özlediğini söyledi. Bense yorgun bir görüntü takınıp biraz uykusuzum dedim. Siparişlerimiz gelene kadar söze nereden başlayacağımı belirlemeye çalışıyordum. Bir önemli haber bekliyormuş gibi mesajlarımı, e-postalarımı kontrol ediyor, evrak çantamı açıp kapatıyor, ceketimin yakasıyla, düğmesiyle uğraşıyordum ki Ece’nin bana garipseyen bakışlarla baktığını gördüm. “Neyin var senin?” deyince dilime gizlenmiş tereddüdü fark etmeden durumumu en iyi açıkladığını düşündüğüm cevabı yapıştırdım. “Buraya kadarmış!” Ece’nin yüz ifadesi değişmedi. Durup dururken nereden çıktı bu, diye soracağını sanmıştım, sormadı. Yaptığımın blöf olduğunu kendime bile söylememiştim. Aman yiğitliğe leke gelmesin, konuşmaya devam ettim; gönlümü almasını beklediğimi düşünmesini istemezdim. “Galiba ben sana layık değilim. Çabalıyorum ama olamıyorum.” Bir de beylik laf ettim: “Sen daha iyilerine layıksın!” Boynuma atılıp ağlayacağını sanmıştım, öyle bir şey de olmadı. En sakin hâliyle ve alaycı bir gülümsemeyle yüzüme bakıp “Erkeklerin, istemedikleri kadından ayrılmak için söyledikleri en klişe cümle! Sen de bir haftadır bu cümleyi ezberlemeye çalıştın demek ki.” dedi. Ardından ciddileşti. “Tamam, uzatmaya gerek yok, bitsin gitsin! Bense seni ne kadar seviyor, hep daha iyi olmanı ne kadar destekliyordum. Sevgi başka nedir ki? En iyi olsun, en güzel en başarılı olsun, herkes bize gıpta etsin. Çabalarım boşunaymış. Hoşça kal.” Uzun zamandır bu anı bekliyormuşçasına ve kaçarcasına gitti. Kalakaldım.
Ayaklarım görevini tamamladı, evimdeyim. Evim, evim! Gerçek dostum, sıcak yuvam, şemsiyem, battaniyem!.. Üstüme rahat ama kalın bir şeyler geçirip kanepeye atıyorum kendimi. Isınabilecek miyim acaba? Telefonum sehpanın üzerinde. Uyuyup kaçmak istiyorum bu gecenin gerçeğinden. Henüz çok erken. Bedenim aklımı ele geçirmiş. Az sonra ellerim istemsizce telefona uzanıyor. Aşkım’ı tuşluyorum. Çok merak ediyorum hem onu hem de beni merak edip etmediğini. Hemen açıyor, alo falan demeden sessizce bekliyor. Bekletmiyorum, “Alo” diyorum, başka söz çıkamıyor ağzımdan. Hamburgercide beni gafil avlamıştı. Daha iki laf etmişken benden kurtuluyor olmaktan memnuniyet duyar gibi araya hiç de inandırıcı gelmeyen birkaç sevgi sözcüğü sıkıştırıp durumu aceleyle kabullenmişti. Bu kadar büyük bir ilgisizliği ihanet gibi görmüş, çok kırılmıştım. Şu an “Layık olmayan senmişsin!” deyip telefonu yüzüne kapamak da bir seçenek. “Bitti” diyen o, hak ediyor böyle bir terslenmeyi. Ama beni birlikte olduğumuz süre içinde çok iyi eğitmiş, kendisine layık bir hâle getirmişti. Bu yeteneklerimi bir iki saatte kaybedip saygısızlaşamam ki. “Şey…” diyorum, susuyorum. Cevap yok, o da suskun. Pişman mı ki? “Aslında biraz daha konuşabilirdik…” diyorum bu kez. Sevgisini test etme girişimimden boyumun ölçüsünü almış olsam da yenilgiye doymayan pehlivan gibiyim. “Ben seni merak etmeye devam edeceğim. Sen beni merak etme, idare ederim.” diyorum. Nihayet konuşuyor. “Yoo, niye merak edeyim? Sen yalnızlığı seversin zaten.” Aylardır neredeyse bütün vaktimi onunla geçirmek üzere planlayan ben, yalnızlığı sevdiğim hissiyatını nasıl vermiş olabilirdim ki? Altta kalamam, küçük de olsa can sıkıcı bir hamle geliyor aklıma. “Yok, canım, nereden çıkardın bunu? Neyse, seni fazla tutmayayım, çıkmak üzereyim, arkadaşlarla buluşacağız. Hafta sonu ya, felekten bir gece çalalım dediler.” diyerek veda etmeye çalışıyorum ama “Ben de dışarıda olacağım zaten, son zamanlarda bayağı bunalmışım.” deyip vurucu finali yapan yine o oluyor.
Arkadaşlarla nerede buluşacağım ben şimdi? Elim mahkûm. Çıkmasam da evde olmadığıma inanması lazım. Bütün lambaları söndürüyorum. Sokak lambasının cılız ışığının yardımıyla gözlerim karanlığa alışıyor. Cep telefonumla evin içinde dolaştıkça siyahın tonları dalgalanıyor. Dikkatlice pencereye yaklaşıyorum. Elektrikleri yanıyor. Bakalım ne zaman çıkacak evden. Kitap da okuyamam şimdi. Gidip bir şeyler atıştırayım. Mutfak penceresi yan tarafta, ancak balkona çıkarsa görebilir; onu da hesaba katmalıyım. Keşke salon da kabak gibi onun görüş açısında olmasaydı. Ah, işte, ışıkları kapadı! Evde durmaya alışkın değil zaten. Bu akşam olanlardan sonra iyice vuracaktır kendini ağlamalı özgürlük kutlamasına. Nereden çıktı bu dışarı çıkma işi sahi, bir planı olduğunda bana önceden bahsederdi normalde. Acaba o da beni takip ediyor olabilir mi? Bu bir kuruntu mu, yoksa öyle olmasını mı isterdi pişmanlıktan gizli gizli kıvranan gönlüm, bilemiyorum.
Böyle karanlıkta vakit öldürmek ne işkence. Şu köşe lambasını açsam sadece? Aceleyle çıkarken kapamayı unutmuşum demek de var ama artık bunu sorabileceği ve benim de açıklamasını yapacağım bir ortam bulma ihtimalimiz yok. Olmasın zaten! Bulunmaz Hint kumaşı! Görsün, onsuz da bir hayatım olacağını. Olur mu acaba?.. Her an arayabilir. Bilgisayarda bir film bulup en eğlenceli ve gürültülü sahnesinde beklemeye alıyorum. Telefon çalarsa önce filmi başlatıp sonra da fondaki gürültüde konuşmaya çalışan sarhoş adam rolünü oynayacağım. Kalkıp gelecek değil ya… Tanrım, bu yaptığım ne şimdi benim? İntikam mı, gururumu kurtarma çabası mı, bilmiyorum. Olsun, yine de öyle yapacağım.
Televizyon-tablet-telefon çetesine yenik düşüp bir köşede sessizce duran zavallı radyoma takılıyor gözlerim. Kalkıp düğmesine basıyorum. Klasik müzik! Strauss, Mavi Tuna. İyi gelir, sakinliğimi korumam lazım. Ama telefon çalarsa tableti açmadan önce radyoyu kapamayı da unutmamalıyım. Sıkıntıdan volta atıyorum. Az önce ayağımı sehpaya çarptım, acıyor. Başıma başka kaza gelmese bari. Midem kasılıyor. Karnım aç mı tok mu, emin değilim. Ava giderken avlanacağım nereden aklıma gelirdi ki hamburgerimden henüz bir ısırık almamışken. Neyse, aynısından sipariş edeyim. İştahım da yok ya…
Zil çalıyor, kapıyı telefon ışığının aydınlığında açıyorum. Parayı kuruşu kuruşuna hazırlamışım. Az önce sigortanın attığını söylüyorum kuryeye. Mutfağa geçiyorum, hamburgeri büyükçe bir tabağa yerleştiriyorum. Salondaki kanepedeyim. Hay aksi, kolayı tezgâhta bırakmışım. Gidip alıyorum. Bardak almamışım. Tekrar gidiyorum. Tuzdu, karabiberdi, peçeteydi derken evde dolanıp duruyorum. Cep telefonumla ben bir bütünüz dakikalardır. Yemeğimi yerken onun evinin karanlığını gözetliyorum. Sırf yakın olayım diye bu uzak semte taşınmıştım ya ona kahrediyorum bir yandan da. Günde iki saatim yolda geçiyor. Dedim ya salak kafam!
Hamburger bir lezzetli geldi, bir güzel geldi. Keşke iki porsiyon söyleseymişim, o derece… İyiyim ben, iyiyim. İştahım bile yerinde. Dünyada başka kimse yok mu mutlu olacağım? Yani o gün vapurdan inerken ayağı takılıp da düşecek gibi olup ayakkabısının topuğu kırılınca koluma girmesine müsaade etmeseydim -gerçi teklif benden gitti- hâlâ yalnız mı olacaktım? Kaderim o rastlantıyla mı belirlenmiş olacaktı? Başka yerlerde başka tesadüfler, karşılaşmalar olamaz mı bundan sonra? Bal gibi de olur! Tanrım bana yeni yollar göster; yeni umutlar, yeni ışıklar istiyorum senden. Hay aksi, az kalsın elektrik düğmesine basacaktım. Saat daha gece yarısı bile değil. Eve bu kadar erken dönmüş olmamalıyım. En iyisi gidip ana şalteri indireyim, sıfır risk olsun. Elim düğmenin birine değiverecek yoksa. A aa! Bu sefer de buzdolabıyla kombi devre dışı kaldı tabii... Ben bu komik hâllere düşecek adam mıydım?
Karanlıkta duvar süslerine bakıyorum. Ece evi ilk gördüğünde ne kadar boş duvarlar demişti de birkaç gün içinde en güzel fotoğraflarımızın baskılarını çerçeveletip her yanı süslemiştim. Nasıl da hoşuna gitmişti. Caz başladı. Of! İşte, geceleri en özgür kılan, insanı evrenin merkezine koyan müzik bu! Cazın ezgileri fotoğrafları büyülüyor, kısa kısa film sahnelerine dönüştürüyor sanki. Şunlara yakından bakayım. Telefonumun ışığı az, el feneri uygulamasını açsam mı acaba? O da pek parlakmış yahu, karanlığın rengi açıldı. Radyo can yoldaşı oldu bu akşam bana. Hem romantizm hem hüzün katıyor açık siyah renkli geceme. Yarın bütün fotoğrafları toplayıp bir kutuya kaldıracağım ama hiçbirini yok edemem. Eski anılar demeti, bir köşede kalacak. Yaşadım ve bitti! Öyle ya; büyüdüm artık diye çocukluk fotoğraflarımı yok ettim mi ki?
Ah, şu fotoğraf da çok güzel yahu! Gözleri nasıl da gülüyor. Ben bir bebeği sarmalar gibi sarılmışım; o da kollarımda güven ve huzur içinde gülümsüyor. Bu sevgi mi şimdi? Şuradaki fotoğraf daha anlamlı. Kim çekmiş bunu? Habersiz bir çekim, poz yok. Ben kadeh kaldırıyorum, o da bana bakıyor. Ama nasıl bir bakış bu, hayran hayran; hatta taparcasına... Hiç fark etmemişim böyle bir bakışı. Tanrım, bu kız beni seviyor be! Kör müymüşüm? Yok canım, kendimi toparlamalıyım. Beş on fotoğrafa göre karar vermek yanlış. Gerçeği biliyorum. Bana sözle bakışla değil, davranışlarıyla gösterecekti sevdiğini. Zaten bu akşamki saçmalıklardan sonra konuyu kafamdan atacağım. Hadi ben saçmaladım diyeyim; o da hemen atladı ayrılma lafının üzerine ya, neyse… Yarından tezi yok, sahibinden kiralık daire arayacağım, şehrin ta öte yanında!
Kapı zili! Kim gelmiş olabilir ki gecenin bu vakti? Yavaşça hole çıkıyorum. Kapının dürbününden bakıyorum. Bizim apartman görevlisi. Çöp yok canım diye sesleniyorum, gecenin bu saatinde ne çöpü diyorum sonra. Adam kapıya vurmaya başlıyor. “Abi sen misin, açıver bi.” Kapıyı açmadan önce telefonun fenerini kapatıyorum. Mahallemizin bekçisiyle bizim apartman görevlisi. Görevlinin yaşlı annesi de merakını yenememiş, merdivenlerin gerisinden izliyor. Gayet endişeli tavırlarla yüzüme bakıyorlar. Gözleri karanlığı delip evin içini tarıyor. Bekçi genç, eli yüzü düzgün çocuk. Hemşehrimizmiş, geçen yıl annemin hatırına aracı olup işe başlattığım için pek bir hürmeti var bana. Devriye gezerken dikkatini çekmiş; ışıklar sönük ama el feneri gibi bir şey evin içinde gezinip duruyor. Ne yapsın, merak etmiş. “Elektrikler kesik galiba, ben de kanepede uyuyakalmışım, farkında değilim.” falan filan diyorum. Sigorta attı desem boyun mu yetişmedi düğmeyi kaldırmaya derler adama. Bizim cevval görevli atılıyor. “Abi yaa, geçen gün üç numara da öyle sanmış, meğer sigorta atmış, bakayım ben şuna bir.” Başarılı bir şaşırma numarası yapıyorum. “A aa… Hiç aklıma gelmemişti, sen çok yaşa, e mi?” Görevlinin elini şaltere atmasıyla birlikte bütün ışıklar birden yanıveriyor. Avize, duvar aplikleri, antredeki spotlar, köşedeki ayaklı abajur… Ev ışıl ışıl! Sigortanın kapalı oluşuna güvenerek önünden geçtiğim her lamba düğmesine şuursuzca basmışım meğer. Sıktığım dişlerimin arasından teşekkür ediyorum. Özür dileyip gidiyorlar. Önce telaşla koşup bütün lambaları söndürüyorum. Sonra gülüyorum kendime. Öyle ya, evin sahibinin evde olduğunu gören görmüş, anlayan anlamıştır artık. Bu oyuna gerek yok. Tekrar açıyorum hepsini bir bir.
Pencerenin önüne oturuyorum, perde aralığından bakarak Ece’nin evinin ışıklarının yanmasını bekliyorum. Bakalım ne zaman dönecek? Bunalmışmış… Saygısız! Benden bunaldın yani, bunu mu demek istedin? Bu kez telefon çalıyor! O da kim bu saatte? Ya oysa? Tabletimi arıyor gözlerim. Film! Eğlence sahnesi! Hay Allah, zaten bütün ışıklar açık ya şu an. Evdeyim artık, eğlencedeyim numarası iptal tabii. Evet o, o arıyor gerçekten! Damarlarımda tsunami! Saatlerdir buzla kaplı vücudum yanıyor mu ne? Yoksa o da mı dışarı çıkmamış? Ya gece boyu beni gözetlediyse? Neden olmasın? Tabii ya, ışıkların yandığını gördü, arıyor. Dur bakalım, hemen açmak yok, biraz ısrar etsin. Hem ne diyecek ki? Sabahlara kadar eğleneceğim deyip eve bu saatte geldiğimi, onsuz eğlenmeyi bile beceremeyeceğimi mi vuracak yüzüme? Cüzdanımı evde unutmuşum, tekrar çıkmak üzereyim derim ben de.
Alo dememle birlikte “Çok şükür! İyi misin canım?” diyen bir ses. “Ne olur gel, moralim çok bozuk, yalnızlık zor geldi daha ilk akşamdan.” Albümlerde saklamaya karar verdiğim ama kafamdan sildiğimi sandığım fotoğraflar geçiyor gözümün önünden. Gidip onu sarıp sarmalamalıyım. İkimiz de yalnızız, ikimiz de mutsuzuz işte. Kullandığı kelimelerden daha çok, sesindeki samimiyet etkiliyor beni. Hiç öyle cüzdan lafı da etmiyorum tabii. Ama o arada aklıma küçük bir intikam -büyükleri bana uymaz zaten- geliyor. Duygusuz bir tonlamayla sadece “Tamam…” diyorum. Ben gidene kadar sesimden bir mana çıkaramayacak durumda ve merakta bırakmak istiyorum onu. Sokağın diğer ucuna kadarki kısacık mesafe başka bir kıtaya yolculuk yapıyormuşum gibi uzuyor. Hava ısınıyor, eriyen buzlarım ter olarak akıyor her yanımdan.
Ece’nin kapısında nefes nefeseyim. Beni eşikte bekliyor. Dakikalarca sarıldıktan sonra içeri giriyoruz. Bu akşam hiçbir programı olmadığını, bana kızdığı için nispet yapmaya çalıştığını, sonra dairemde dolaşan hüzmeleri görünce eve hırsız girdiğinden şüphelendiğini, yürüyüş yapma bahanesiyle eve yaklaşıp bizim sokakta rastladığı bekçiyi, “Şu dairedeki yürüyen lamba da neyin nesi?” diye uyardığını, az sonra bütün ışıklar birden yanınca evde olduğumu anladığını ve görünmemek için evine koştuğunu söylüyor. Sonra da film izlediğimiz zamanlardaki gibi başını omzuma koyup -bu defa mahcubiyetten belki- yüzüme bakmadan konuşuyor. Aslında beni ne kadar çok sevdiğini, bensiz olamayacağını daha önce hiç bu kadar fark etmemiş olduğunu uzun uzun anlatıyor. “Mesele yok!” diyorum. “Ben her şeyi unutmaya hazırım.”
Şenay Eser
"Âşıklar, aşklarını teraziye koyabilse kefelerin denk gelme ihtimali var mıdır?" "Yaşadım ve bitti! Öyle ya; büyüdüm artık diye çocukluk fotoğraflarımı yok ettim mi ki?" Cımbızla çektiğim cümleler... Anlatımınız beni çok etkiledi. Monolog ve bilinç akışı tekniğini çok başarılı bir şekilde uygulamışsınız. Sonunun meselesiz bitmesi de ayrı bir güzellik. :) Hikâyelerinizi daha sık görmek ve okumak isterim. Emeğinize sağlık.