Ben Dimitri Aleksandroviç, Sovyet askeriyim daha doğrusu askeriydim. Leningrad kuşatmasında Nazi askerleri tarafından yapılan bir bombalı saldırıda iki kolumu ve iki bacağımı kaybettim. İki kolu ve iki bacağını kaybetmek; bu sözü söylemek kulağa ne kolay geliyor değil mi? Eminim bu cümleyi defalarca duymuşsunuzdur. Büyük yoldaş Lenin’in adı verilen şehri savunmaya çalışırken benim başıma da bu klişe geldi: İki kolumu ve iki bacağımı kaybettim. Sizi temin ederim dostlarım, aşinalık basitlik değildir. Size klişe görünen şey başkasının felaketi kıyameti olabiliyor. Anlatacağım.
Nereden başlayacağımı bilmiyorum ama anlatabildiğim kadarını anlatacağım. Şu an 1947 yılındayız, savaşın üzerinden iki yıl geçti, almanlar kaybetti biz ve uygar dünya kazandı, her şey rayına girdi dünyada, göreli de olsa barış sağlandı, mutlu son: Haha.
Otuz yaşındayım 1917’de doğmuşum, ironi o ki o sene Büyük Bolşevik Devriminde olduğu seneler… Lenin ve Troçki’nin gücünün zirvesinde olduğu yıllar. Şu an Lenin yok, Troçki yok, sadece ve sadece yoldaş Stalin var, ha bu arada artık ben de yokum. Benden geriye kalan bir gövde ve başı bir şeyden sayarsanız onu bilemem.
Gayet yakışıklı biriyim, mavi gözlerim sarı saçlarım var, iyi bir lisede eğitim gördüm. Fena eğitim almadım, kitaplar okudum, aşklar yaşadım, kısacık hayatımda gezebildiğim kadar yer gezdim. Eh işte fena bir hayatım yoktu. Kızların peşinden koştum, kızlar benim peşimden koştu. Beni görünce göğüslerinin titremesi, iç çekmeleri, onlarla yaşadığım cinsel ilişkilerde gözümün içine aşk dolu bakmaları oldukça hoşuma gitti. Sonra Nastasiya diye bir kız tanıdım. Ne derler bilirsiniz, o diğerlerinden farklıydı, masmavi gözler, simsiyah saçlar, aşk dolu bakışlar ve sımsıcak bir kalbi vardı. Kısa sürede anlaştık, birbirimizi sevdik, aşık olduk, nişanlandık. Nişanımız 1940 yılındaydı. 1941’de de evlenecektik ta ki o malum şey olana kadar.
Almanlar 1939’da Polonya’ya girdi, bunun üzerine İngiltere ve Fransa’nın ikisi birden Almanya’ya savaş açtı ve böylece o büyük savaş başladı. Ben ve benim gibi milyonlar için sonun başlangıcıydı bu.
Evlilik arifesinde beni askere çağırdılar. Almanlar ülkemize doğru ilerliyordu. Ve her Rus vatandaşı ülkesini savunmakla mesuldü. Bu onurlu görev için hepimiz can atıyorduk, buna inanırsanız tabii. Nastasiya’nın iri mavi gözleri yok der gibiydi. Fakat gözlerindeki ateş dudaklarına dökülmedi, dökülemedi. Stalin’den, devletten, çevremizden, anlayacağınız kendimiz hariç herkesten korkuyorduk. Ve cepheye gittim, üç yıl boyunca en zor şartlarda gayet iyi de savaştım. Savaş bitmek üzereydi, biz kazanıyorduk ama Almanların son bir çırpınışına kurban gittim. İroni bu ya, her şey berbat haldeyken gayet iyiydim tam savaşı kazanıyorken olanlar oldu.
Şimdi ne haldeyim peki? Haha, tarif edecek o kadar şey var ki, içimdeki hissiyat o kadar yoğun ki anlatamam. Yine de sizin için resmetmeye çalışacağım. Beni kasabamıza getirirlerken annem ve Nastasiya’da feryatlar koptu. Babam, Stalin’in büyük temizliğinde öldürülmüş, ben ve annem yalnız kalmıştık. Evin tek çocuğu bendim. Babamın öldürülüşüne annem ve benim tek tepkimiz, “Yaşasın yoldaş Stalin,” demek oldu. Nastasiya haftalarca benim için ağladı, “Seni asla bırakmayacağım,” dedi ve bıraktı. Şimdi başkasıyla evli, hepsi bu. Ben ve annem yalnız kaldık. Şimdi annem bakıyor bana, ara sıra eski arkadaşlarım ziyaretime geliyor. Şu anki hayatım bundan ibaret.
Duygularıma gelecek olursak öfke doluyum, utanç doluyum, bir şeylerden birilerinden intikam almak istiyorum ama kimden, neyden onu bilmiyorum. Stalin'den mi, beni bırakan Nastasiya’dan mı, yoksa her şeye rağmen sevgisini benden esirgemeyen annemden mi, ya da tüm dünyadan hatta evrenden mi?
Kim bilir belki de karıncaların yuvalarını dağıtmak, böcekleri ayağımla ezmek, tavşanların kanını içmek istiyorumdur. Hani tek bir kolum olsa ve o kola bir kibrit çöpü verseler, o çöple tüm evreni yakmak isterim. Dünyayı Stalin gibi işi gücü iyi gidenler yakmak istemez zira onlar bu hayattan nemalanırlar. Esas tehlikeliler bizim gibi kaybedenlerdir, ucube ve mazlumlardır. Bizde mantık yoktur, hesap kitap bilmeyiz, içimizde nefretten başka bir şey yoktur, yapmak istediğimiz yakıp yıkmaktan başka bir şey değildir. Öfkemizi kusacak yer arar, bulamayınca da kusmuğumuzda, dışkımızda boğuluruz. Bu o kadar acı verir ki bize tarif edemem, bu o kadar zevk verir ki bize tarif edemem. Hoş, evreni yakma fırsatı da biz gibi kaybedenlere hiçbir zaman verilmez, bu fırsat hep ondan hoşnut olanlardadır. Eğer tersi olsaydı evren çoktan yanıp kül olmuştu. Doğa kendini nasıl koruyacağını biliyor galiba.
Oysa kaybetmeden önce ben de iyi biriydim. Jack London’un kitabında bahsettiği Demir Ökçe, beni ezmeden önce iliklerime kadar eritti beni, bu mekanizma beni un ufak etti. Bu mekanizma devlet mi, yasalar mı, savaş mı yoksa doğa kanunu mu bilmiyorum ama ben malul oldum.
Thomas Hobbes’in Leviathan’ını bilen bilir, işte bu canavar benim için de devletti, yasalardı ve mekanizma Stalin’in vücudunda şekil buluyordu gözümde. Yoldaş Stalin bizim gibi savaş malullerine semaver diyormuş, haha doğru söze ne denir, babamı öldüren Stalin beni de semavere çevirdi. Ne diyeyim, “Çok yaşa yoldaş Stalin”
Onu rüyalarımda görüyorum, Nastasiya ile yatakta görüyorum, onları basıyorum, beni aldatıyorlar fakat bir şey yapamıyorum. Nastasiya’nın donunu indiriyor, Nastasiya onun kuvvetli ellerine bu güç ve gücün verdiği huzur ve güvenli ellerinde kendinden geçiyor. Bana olan sevgisi şefkati merhameti onun bu zevki yaşamasına engel olamıyor. Tanrı şahit bana acıyor fakat hayır bu acıma onun gerçek duygusunun kabuğu sadece, esas duygusu ise bu gülünç görünüşümü komik ve tiksinti verici bulması. İşte bu beni bitiriyor, ona doğru koşmak, gırtlağına sarılmak istiyor, lime lime ettiğim etini yemek istiyorum ama nafile. Callipso, Odysseus’un yoldaşlarını domuza çevirmişti. Ruhları insandı fakat vücutları domuzun vücuduydu, bu vücut içindeki insani ruhlar arzularını gerçekleştirememenin acısını yaşıyordu. Bana olan da tam olarak buydu. Koşmak istiyor, bu hıncımı herhangi bir nesneden çıkarmak istiyordum fakat nafile, hiçbir şey yapamıyordum buna tepkim de sıçmak oluyordu evet yanlış duymadınız sıçmak. Yapabileceğim tek şey o kalmıştı zira. Bana insan olduğumu hatırlatan tek şey, çevreye verebileceğim tek tepki buydu ve ceremesini de zavallı anacığım çekiyordu. Onun gözlerinde, homurdanmalarında görüyordum bunu. Ölmemi istiyordu. Biliyorum ki yeryüzündeki tek değerli varlığı bendim, Nastasiya’dan bile daha çok seviyordu beni bundan emindim fakat bu durumum onun da canına tak etmişti, bana olan acımasından mı yoksa insani bir şey olan bıkkınlıktan mı, ya da ikisi birden mi bilmiyorum ama ölmemi istiyordu. Bir annenin evladının ölmesini isteyen sistem, doğa ne aşağılık bir şeydi, bu doğayı düşününce tükürüyordum, tükürüğüm çeneme yapışıyordu ve bu beni oldukça rahatsız ediyordu. Ve yine klasik tepkimi veriyor, sıçıyordum. Haksızlıkları düşündükçe sıçıyor, sıçtıkça haksızlıklar daha çok aklıma geliyordu. Bu kısır döngü böylece devam ediyordu. Ne diyeyim, kahrolsun doğa, kahrolsun devlet, çok yaşa Yoldaş Stalin…
Bunu bir kez daha anladım ki insanın başat duygusu merhamet değildir. İnsanoğlu güce tapmaya eğilimlidir. Bana olan duyguları, yüzeyde ne kadar sevgi ve merhamet gibi görünse de, derinlerde komik, güçsüz, tiksinç bulmalarıydı. Bu yüzden onları suçlayamam çünkü bu, doğalarında var olan güdüsel bir şey, bir refleks. Tarihteki hayvan atalarımızın hayatta kalma serüveninin verdiği bir miras bu.
Nerede kalmıştım, Stalin bakmaya kıyamadığım Nastasiya’nın o bembeyaz mermeri andıran vücudunu umarsız bir hayvan gibi yalıyor, dolgun göğüslerini avuçluyor, her tarafını emiyordu ve ben hiçbir şey yapamıyordum. Bu çılgınlık öyle bir çılgınlık ki, ruhum savunma mekanizması oluşturuyor ve bir zaman sonra bu işten zevk almaya başlıyordu. Niye mi? Çünkü o ruh denen orospu çocuğu hayatta kalmak istiyordu. Bu acı onu un ufak edecekti, bu yüzden, o da acıyı zevke dönüştürüyordu. Ne için mi? Yaşamak için.
Stalin’den rüyamda bile korkuyordum, rüyamdaki kişi bir rüya görse, ikinci rüyadaki bile, Stalin’den korkardı eminim. Çünkü bu korku ruhumun ve vücudumun atomlarına kadar sirayet etmişti.
Oysa devrimden, Sosyalizmden çok şey umuyordum. İyi olduğum zamanlar insanların eşit, adil ve özgür bir dünyada yaşama hayali beni hep cezbederdi. Şimdi umurumda değil. Her şey yalanmış bunu anladım, hayat kazananların hayatıymış, sosyalizm kazananlar için varmış, eşitliği özgürlüğü kazananlar aralarında paylaşıyormuş Kaybedenlere eşitlik bile düşmüyor bunu anladım.
Dalga geçin benimle dostlarım zira bunu hak ediyorum. Kötü biri olduğum için değil kaybeden olduğum için. Kendimi var etmeye çalışmam, varoluşçuluk, süslü entelektüel laflar, kızların gözünde prestijli görünmeye çalışmam, hepsi çöpü boyladı. Haha çıldıracağım, utanç içindeyim, bu yüzden, bu utanç yüzünden kimsenin içine giresim gelmiyor. Evet dostlarım savaş beni tuz buz etti, semaver yaptı. Yazarların yazdığı savaşın anlamsızlığı, yıkıcılığı gibi laflar boş, çok boş, onlar hiçbir şey bilmiyor, hepsi cebini doldurmak için bizim gibileri kullanan orospu çocukları. Savaşın yıkıcılığını somut bir şekilde görmek isteyen varsa bana gelsin. Hatta beni müzeye mi koysalar? Haha…
Bir daha hiçbir şey yaşayamayacağım, gezemeyeceğim, eğlenemeyeceğim uzun lafın kısası, diğer insanların yaptığı hiçbir şeyi yapamayacağım. Ben kaybedenim, hem de görkemli bir kaybeden değil, ezik, silik, gayet sıradan önemsiz bir kaybeden. Hitler ve Stalin benim ırzıma geçti.
Evet dostlarım kısaca anlatacağım bunlar, kendiyle kendi bile dalga geçen onu komik bulan ben. Hoşça kalın ve lütfen kaybetmeyin…
Şinasi Türmüş
Siz de çok iyi bir klasik kumaşı var. Ha gayret!...