Olağanüstü şeyler son derece sıradan günlerde gelir insanın başına. Bunun şöyle bir nedeni olabilir. Doğanın gizemi, bizden bir şeyleri saklamaya kendi kendine ant içmiş utangaç çocuklar gibi ne zaman gözlerimizi üzerine diksek, boynunu önüne eğer ve bizden kaçıverir. Doğanın saklamaya değer gizemleri vardır. Benimse o gün doğanın gizemiyle ya da başka bir sırla uğraşma merakım yoktu. Son derece sıradan bir günümdeydim.
Böyle sıradan günlerimde yanıma kitabımı alır, Kızılay’a gider, tenha barlardan birinde oturur, saatlerce okurum. Bu tenha barların yerini ise kimse söylemem. Kuytu köşelerde kalmış, kendi kendime keşfettiğim, pek bilinmeyen yerlerdir. Bu barlar ara sokakların birinde teras katı ya da bir binanın fark edilmeyen arka bahçelerindedir. Orada tanıdığım kimseyle karşılaşmama ihtimalim bana böyle günlerde aradığım kendi kendime kalma halini verir. Okuduğum şeyler genellikle edebiyat kitaplarıdır. Çok nadir olarak da sanat ya da düşünce kitaplarına yönelirim.
O gün yanıma Sadık Hidayet’in “Diri Gömülen” öykü kitabını almıştım. Dışarıdaki sıcağın aksine metronun serin merdivenlerini inmek beni rahatlatmıştı. Bir kat aşağıya, sonra bir kat daha ve bir kat daha inince tren raylarının yanına geldim. Birkaç genç aralarında konuşuyor, gelecek treni bekliyordu. Bu uzun tren bekleme koridorunun en sonunda ise olağanüstü diyebileceğim şeyle yani onunla karşılaştım.
İstasyonun en sonundaydı. Elli yaşlarında kısa boylu bir adamdı. Saçları olmadığı gibi kaşları ya da sakalları da yoktu. Öyle zannediyorum ki vücudunun hiçbir yerinde tek bir tüy dahi bulunmuyordu. Uzak doğulularınkine benzer çekik gözleriyle etrafa korkarak bakıyordu. Dışarıdaki havanın sıcağından habersiz gibi üzerinde kazak kadar kalın, sarı bir giysi vardı. Yine sarı giysiyle aynı tuhaflıkta beyaz botları gözüme çarptı. Az ilerisindeki demir oturaklara aldırmadan yerdeki fayanslara oturmuş etrafa bakınıyordu.
Fark ettirmeden bu tuhaf adamı izlemeye başladım. Biraz sonra tren geldi ama o binmedi. Ona o kadar takılıp kalmıştım ki ben de trene binemedim. Tren gidince istasyonda sadece ikimiz kalmıştık. Rahatsız etmemeye özen göstererek yanına yaklaştım. Acı çeker bir hali vardı. Oturduğu fayansın üzerinde gözlerini yere dikmiş sürekli aynı şeyi tekrarlıyordu.
“Daha aşağıya inmeliyim. Daha aşağıya inmeliyim…”
Sessizce “Merhaba” dedim. Beni duymamış olmalıydı. Sesimi yükselterek “Neden trene binmediniz?” diye sordum. Başını kaldırarak “Tren ileriye gidiyor. İleriye gitmek istemiyorum. Aşağıya inmek istiyorum.” dedi.
Halinden delirmiş biri olduğunu düşündüm. Belki yeni delirmiş belki de ilaçlarını kullanmayı ihmal etmiş bir deliydi.
“Daha aşağısı yok.” dedim. “İnebileceğin bir yer yok.”
Yüzüme çaresizce baktı. Ona yardım etmek istiyordum. Ailesine ya da bir hastaneye götürebilirdim. “Adınız nedir?” diye sordum. “Turuncu 117” dedi.
“Nasıl yani? İsminiz bu mu?”
“Geldiğim yerde isimlerimiz bu şekilde. Turuncu bölgenin adı, 117 ise sıra numaram. İsimlerimizi robotlar veriyor.”
“Nereden geliyorsunuz?”
“Bu dünyada yaşıyorum. 2493 yılından geldim.”
Fazlasıyla bilim kurgu okuyan bir deli olduğunu düşündüm. Bilim kurgu romanları pek ilgimi çekmese de adamın söyledikleri ilgimi çekmişti. Sorularıma devam ettim.
“O halde zaman makinesi denilen şey bulunmuş olmalı.”
“Öyle bir makine tamamen uydurma. Eğer gelecekte bulunmuş olsaydı, bu makineyi geçmiştekiler çoktan biliyor olurdu. Aracım kara deliğe girdi. Nasıl olduğunu bilmiyorum ama zamanınıza geldim.”
“Peki o yıllarda dünyada neler oluyor? Bana biraz anlatır mısın?”
“Elbette anlatırım. Böylece biraz olsun deli olduğum şüphelerinden de kurtulmuş olursun.”
Söylediklerinden utanmıştım. Hangi durumda olduğunun ve hakkında düşündüklerimin farkındaydı. Konuşmaya devam etti.
“Gelecekte merak edilecek hiçbir şey yok dostum. İnsanlık öyle bir hale geliyor ki bütün gün boş boş gezinen varlıklar halindeyiz. Çalışmıyoruz, üretmiyoruz ve düşünmeyi yitirdik. Bütün işi makineler ile robotlar yapıyor. Evlerimizin içindeki makineler, tarlalardaki, şehirlerdeki kısacası yaşamın olduğu her yerdeki makineler sürekli çalıyor. Üstelik zekâsı olmayan makineleri robotlar kullanıyor. Bozulan robotları başka robotlar tamir ediyor. Yeni model robotları da yine robotlar icat eder oldu. Robotlar öyle bir bilgi birikimine ve zekaya sahip oldu ki biz insanlar onlar için ilkel birer canlı olarak kaldık.”
Söylediklerini tıpkı bir film gibi zihnimde canlandırmaya çalışıyordum. “Peki sonra ne oldu?” diye sordum. “Hiçbir iş yapmayan insan en azından gezer, tozar. Ne biliyim sanatla ya da edebiyatla uğraşır. Sizler bunları yapmıyor musunuz?”
“İlk zamanlar robotları eleştiren sanat akımları ortaya çıkmıştı. Bu konuda güzel tablolar ve romanlar da yazıldı. Ancak robotlar bu tür akımları yasakladı. Çaresizce boyun eğdik. Çünkü eğer robotlar isterlerse bütün yaşamı sona erdirip bizleri açlığa mahkûm edebilirler.”
Aklımda bu defa da distopyalar gelmişti. Gelecekte yaşamın bu kadar karanlık olmasından korkmuştum. Bu sıra da istasyona gelen yolcular yeni gelen trene binmişti. Benimse gitmeye niyetim yoktu.
“Peki nasıl yaşıyorsunuz?” diye sordum. “Robotların bu kadar egemen olduğu bir dünyada neler yapıyorsunuz?”
“En büyük sorunumuz insan olduğumuzu unutmak oldu dostum. Düşünmekten ve duygulardan uzak canlılar haline geldik. Bütün bir gün hissettiğimiz tek duygu can sıkıntısı oluyordu. O kadar çok canımız sıkılıyordu ki bu yüzden birçok insan canına kıydı. Sonunda çareyi eski bir öğretide bulduk. Empedokles’in hikayesini bilir misin? En aşağılara inmek için kendini Etna yanardağına atmıştır.”
“Bu hikâyeyi biliyorum ancak bu bir metafor. Yani yaşanmış olduğunu söyleyemeyiz.”
“Önemli olan yaşanıp yaşanmaması değil. Önemli alan bize anlatmak istediği şey… Empodokles en derinlere inerek bilgeliği aramıştı. Bizler de onu örnek alarak en derinlere indik. Bilgeliği değilse bile insanlığımızı aradık. Büyük oranda bulduğumuzu da söyleyebiliriz.”
“Nasıl yani? Gelecekte insanlar kendini yanardağlara mı atıyor?”
“Tam olarak öyle diyemeyiz. Derin çukurlar kazdık. Başlangıçta birkaç metrelik çukurlardı. Günün bir bölümünü bu çukurlarda geçiriyorduk. Orası huzuru ve duygularımızı bulduğumuz yerdi. İnsan olduğumuzu hissetmeye başlamıştık. Zamanla bu çukurları daha derinlere kazdık. Sonunda yüzlerce metre aşağıya indiğimiz çukurlarımız olmuştu. Özellikle bu çukurlara asansör yapmadık. Robotlarla da bu konuda anlaşma sağladık. Orası bizim mahrem yerimizdi. Girmeyeceklerdi. Anlaşmaya uydular. Zaten bu derin çukurlar ilgilerini de çekmemişti. Buralara Empodokles Çukurları adını verdik. Günümüzün büyük bölümünü buralarda geçiriyoruz.”
Söyledikleri karşısında son derece şaşırmıştım. Belki de hiçbir zaman böyle bir gelecek tasavvur etmiyordum. Şaşkınlığımdan olacak ki yeni bir soru dahi aklıma gelmiyordu. Sıradaki tren de gelmişti. Şaşkınlığımı fark edip başını kaldırdı. Biraz da beni kırmamaya çalışan bir ses tonuyla “Sanırım aradığın cevapları buldun. Şimdi trene binip beni yalnız bırakır mısın?” diye sordu. Başımı sallayıp trene bindim.
O gün yine bir binanın arka bahçesinde kimsenin olmadığı bir bara gittim. Biramı içerken kitap okumadım. Sadece o adamı ve söylediklerini düşündüm. İsmi bile tuhaftı. Turuncu 117. Acaba düşündüğüm gibi deli biri miydi yoksa gerçekten gelecekten mi gelmişti, bunu hiçbir zaman anlayamadım. Uzun uzun düşündüğümde ise anladığım tek bir şey olmuştu. Elimdeki kitaplarda ya da tenha bar köşelerinde, böyle kendi kendime ne arıyorsam en aşağılarda aramalıydım.
Abbas Ünal
Comentarios