top of page
Yazarın fotoğrafıİshakEdebiyat

Öykü- Adem Tekden- Kırmızı Yıllar

Eğer şeytan, olumsuz sosyal şartlarda

değil de insanın içindeyse, o zaman

kötülük yenilmezdir.

Terry Eagleton

Defne beni seviyordu. Ben bilirim bu meseleleri efendim. Bakışlarındaki ısrardan belliydi.

“Ben böyle düz konuşurum, kusuruma bakmayın siz. Hani insanlar burada açık konuşmaz ya, başka biri olmaya çalışır; bende öyle olmaz efendim, aklımdaki neyse dilimdeki odur.”

Ben de seviyordum.

Çılgınlar gibi...”

Yalnız benim açılamamak adında bir problemim vardı. Vardı dedimse sözün gelişi. Hâlâ beraber otururuz bu bedende. Yıllardır atamadım evimden. Biraz garantici olmamdan belki.

Hor görmeyin efendim, bu da Allah’tan. Yedek akçe vermedi ki kurban olduğum. Hep tek atımlık hakkım oldu. Onu da sağlama oynamak zorundaydım. Oynamak, dedim, kusura bakmayın. Oynamak kim biz kim… Kullanmak diyelim biz buna.

O kadar belirgindi ki bu; arkadaşlarımdan biri, durup dururken, seni sana tanımlayayım mı, dedi, bir gün. İştahla yüzüne baktım, bu ne büyük fırsattı.

Birader, dedi, bir insanın hayatında hiç mi risk olmaz!

Bu nasıl bir tanım cümlesiydi böyle. Ben yine de anlama yoğunlaştım. Kabullenemedim tabii. Saçma buldum. Sonra düşündüm. Adam doğru söylüyordu. Ben evlenme teklifini bile evlendikten yedi yıl sonra yapabilmiştim.

Arkadaşım durmadı. Kamayı saplamıştı bir kere, kanırtıverdi,

Senin meselen ne dostum, dedi.

Bunu, niye yaşıyorsun ki, şeklinde de sormuş olabilir. Ama nasıl sorduğunun pek önemi yoktu o an. Sorunun yanlış yerden gelmesi meseleydi.

“Yanlış yerden derken…”

Bu soruyu hep o büyük yazarın karşıma geçip sormasını hayal ederdim. Hazırlıklıydım. Çok şey geveleyebilirdim. Sorunun birden gelişi beni afallatmıştı işte. Ağzımdan tek kelime çıkmadı.

Bununla beraber bir aydınlanma yaşadım. Bu insanlık için büyük bir keşif olmayabilirdi fakat benim için çok değerliydi. Sıkılıp hayatımın özü çıkarılsa bu kadar değerli olabilirdi.

Benim ne meselem olabilirdi ki koca dünyada; yaşamaktan başka!

Hava kanalları kapalı bir dünyada yaşamaya zorlanmıştım. Tüm kahpeler bir olmuş, yelkenimin tersine tersine üflüyordu. Beni hayata bağlayan şeyler elimden alınmış, geri getirilmesi imkânsız bir dünyaya fırlatılmıştı. En sevdiğim kişiler berbat bir girdabın içinde dönüp duruyordu.

Havaya ihtiyacı olan birisi, neyi mesele edebilirdi ki?

Evet aydınlanmıştım. Benim meselem, nefes alabilmekti.

O an sadece bir arkadaş beni avutmaya çalışmıştı, sağ olsun!

Bak ben şu an nezleyim, dedi, her insanın başına gelir böyle şeyler, şu an ben de nefes almakta zorlanıyorum. Her insan bazen nefes almakta zorlanır. Hayat bu.

Mızmızlanmayı bırak, katlanacaksın demeye getiriyordu. Doğru da söylüyordu. Bazı sınavlara kimi öğrenciler iki adım geride başlarken kimileri on beş adım önde başlamıyor muydu? Bu da öyle bir şeydi. Hayat, bir sınav değil miydi?

Maksadım değerli zamanınızı harcamak değil efendim, beni daha iyi anlamanız için anlatıyorum bunları.

Demek istediğim, Allah bazı insanları iletişimden mahrum kılmıştır efendim. Ha bugün ha yarın, deyip durdum. Açılamadım bir türlü Defne’ye.

Ben tüm işlerimde böyleyim efendim, erteleye erteleye tüketirim ömrümü. Sizin karşınıza gelmek zorunda olmasam bu hesaplaşma da ertelenecekti ya…”

O kadar geç kalmıştım ki en yakın arkadaşım Hasan girdi devreye. Devreye girdi dedimse... Şansını denedi de diyebilirim.

Alçak!

Bu ağırına gitti Defne’min.

Bir haftada on kilo verdi.

Benden birkaç sözcük umdu; belki bir teselli…

Nerede bende o cesaret!

Baktı olmayacak…

Kendini falezlerden aşağı…

“Süzülüşü dün gibi aklımda...”

İtiraf ediyorum efendim. Suçluyum.

Siz şimdi bu olaylarla ilgili bildiklerimi, düşüncelerimi soruyorsunuz.

Boş verin düşündüklerimi. Düşünceler, kafamın paslı kapılarında mahpus. Düşünmemek diye bir şey var efendim.”

Düşünmemek!

Evet, benim asıl suçum bu.

“Lütfen öyle bakmayın, birazdan siz de hak vereceksiniz söylediklerime.”

Olayı anlamanız için en başa gitmeliyiz efendim!

Sınava gireceğim gece hiç âdetim olmadığı halde dört saat ders çalıştım. Dört saat dediğime bakmayın siz. Zamanla bağım kopmuştu. Bir nefeste tüm zamanı solumuştum sanki. Annem uyarmasa farkına bile varmayacaktım.

“Yarın sınavın yok mu senin?”

Çalıştığım yerden dört soru geldi. Nerden bilirdim.

Hazır hissetmediğim bir yerde bulmuştum kendimi: hukuku kazanmıştım. Fırat, kazanamamıştı ama. Oysa ne kadar istiyordu. Ben kazanmasam bir şey olmazdı ama o kazanamayınca çok şey oldu efendim. Küçük bir farkla hayallerine veda etmesi, yükünü çekilmez kıldı.

Virgülün sağındaki rakamlarımız bile aynıydı oysa. O virgülün soluna onbinlerin kaderini sıkıştıranlardan sorulamazdı bu. İşini yapıyordu gariplerim.

Sorumlusu bendim.

O gece çalışmasaydım...

Gencecikti Fırat.

Sicim bile dayanamadı yükünü çekmeye.”

İş kazanmakla bitmiyor, efendim. Elde tutmak diye bir şey var. Ben tutamadım. Bitiremedim okulu.

“Hukuk, aşktan önemli değil sanırdım o zamanlar.”

Aşkın peşine düştüm, mutluluğa kanat çırptım.

“Aşkın mutluluk getirmediğini nereden bilirdim efendim?”

Bunda dersimize giren o profesörün de suçu var. Bizim nesil dava diye diye gençliğini heba etti, ne davası, gençliğinize doyun, deyip dururdu. Kafamda yer etmiş bir kere efendim.

Selman benim gibi yapmadı, hayallerinin peşinden gitti. Hâkim oldu. Benim yerime… Cesaret işiymiş hâkimlik. “Allah yardımcınız olsun efendim.” Bir şeye karar vermek ne zor şeymiş? Hele hele ilginç zamanlarda… Kendimizle ilgili kararları bile veremezken…

Uçurumun kenarında yaşadı hep.

“Işık kanalları açayım derken dünyaya…”

Küçük bir köşede ışıksız kaldı.

Benim yüzümden…

Benim yerime…

Bu talihsiz alın yazısı bana dedemden miras kalmış efendim! Belki ben de suçsuzum, tüm suç dedemindir.

Annem anlatırdı…

Bir gün o kadar kar yağmış ki köy yolu kapanmış. Köye gelip giden yok. Çocuklar bir hafta bayat ekmek yemiş. Dedem demiş, bu böyle olmayacak, kasabaya inip taze ekmek alacağım. Bunu duyan köylüler, bu mevsimde aşağı inmenin korkunç sonuçlarını düşünmüş fakat gelip dedeme ekmek parası vermekten geri durmamışlar. Dedem kasabaya inmiş, ekmeği alıp gelmiş. Tam köprüden geçecekken karşısına boz ayı çıkmış. Üç yavrusuyla. Koşup gelmişler. Dedemi köprünün köşesinde sıkıştırmışlar. Tüm köylü evinin penceresinden dedemi izliyormuş. Boz ayı tokat atacakmış gibi elini kaldırmış. Ama bir türlü indirmiyormuş ölümcül darbesini. Dedemin elindeki ekmek torbasına bakıp duruyormuş. Arkadaki yavruları yalvarır gibi annelerinin ayaklarına sarılıyormuş. Köyde bayat ekmek yiyen çocukları düşünmüş dedem önce. Sonra köylülerin yargılayan bakışlarıyla göz göze gelmiş. En son ayının havadaki metalik tırnaklarında kalmış gözleri.

Torbanın ağzını usulca açıp ayının yanına bırakıvermiş. Ayı bunu görünce hiçbir şey yapmamış. Torbayı ağzına alıp yavrularıyla koşa koşa uzaklaşmış. Ayılar gidince tüm köylü evinden çıkmış. Ve teker teker dedemin yakasına yapışmışlar. Biri, beğendin mi yaptığını derken öteki, aptal, çocuklarımızın rızkıydı onlar, demiş. Dedem özellikle Gangster lakaplı çocukluk arkadaşının öfke dolu konuşmasını unutamamış. Haktan hukuktan bahsedebilirdin, diye çıkışmış Gangster Dayı. Belki sen de bizim çocukları anlatsan ikiye bölebilirdi ekmekleri.

Dedem çok hayıflanmış. Üç gün sonra ölmüş kahrından.

Dedemle aramızdaki fark nedir efendim? Ben kahrımdan ölemeyecek kadar düşüncesizim. Şimdi, bu başıma gelenler bana müstahak değil mi?

“Hele bu cinayetime yürekler dayanmaz sayın hâkimim, şu oyun oynadığınız telefonun camı var ya! Taş olur.”

Birinin başına bir şey gelmesin efendim. Solucana dönermiş insanlar. İçine gömülüp kaybolacak çamur ararmış herkes. Öyle de oldu. Bir bir kaçtılar Defne’den.

Ona yardım etmelerini geçtim. Olmadık iftiralar attılar. Adı çıktı garibimin. Araştırdım, hepsi dedikoduymuş efendim. Bunu herkes biliyor fakat biri çıkıp yalan diyemiyormuş. İftira edenler güçlüymüş. Suçlu ya da suçsuz olmanın önemi yokmuş o an; güçlü tarafına geçip herhangi birini öteki yapmanın dayanılmaz hazzındaymış herkes.

Defne’nin mücadelesi üç yıl sürdü.

Abisi Selman yanında olsa dayanabilirdi. Ancak o bir başka karanlık köşede çürüyordu efendim.

Aklımdan geçirmiş bir türlü Defne’nin yanına gidememiştim. Bir ihtiyacın var mı, diye soramamıştım.

Gidip derdini paylaşsaydım… Bütün bunlar olmayacaktı.

Önce küçük kardeşini…

Sonra kendini...

Tutunamamıştı Defne.

O gün bu gündür unutamam cenaze törenlerini. Pazartesiydi. Yağmurlu bir gündü. Kardeşini kucağına yatırdık mezarda. Çöplerin arasında ekmek aradığını da o gün öğrendik; ekmek istemeye gittiği bütün kapıların yüzüne kapandığını da…

Selman kardeşinin cenazesine gelemedi. Bilmem ne kadar ücret ödemeliymiş… Bu olaydan bir ay sonra temize çıktı. Kardeşlerinin mezarına kavuştu!

Kırmızı pazartesi değil düpedüz kırmızı yıllardı efendim.

Üç yıldır cinayet işlenmekteydi. Her gün, her saat… O mahalle ne kadar suçluysa ben de o kadar suçluyum.

“Suçlu ne kanun koyucular ne de uygulayıcılardı.”

Ben sahip çıkabilirdim. Düşünmek yük geldi efendim. Bir türlü cesaret edemedim. Çoğunluğun yanında olmak kadife bohçalara sarılmak gibiydi; terk edemedim.

“Kim bilir daha ne suçlarım vardır efendim. Efendim diyorum, keşke telefonu bırakıp...”

Belki bu kişilerin hepsi biraz bendim.

Hepsi benim bir yanım.

Her biri gittikçe eksildim kaldım…

“Şimdi bana soruyorsunuz; söylediklerimin ne önemi var hakikat olmadıktan sonra!”

Defne’nin aslında Hasan ve Fırat’ın yaptığı kötülük yüzünden intiharı seçmiş olması bir şey değiştirmez, efendim. Fırat’ın vicdan azabıyla o yolu seçmesi… Hayır hayır, Fırat ve Hakan’ın vicdanı olamaz!

Doğrusu benim ellerimle yeryüzünden silinmiş olmaları…

“Hiçbir şeyi değiştirmez!”

Hep benim yüzümden.

Pısırık oluşumdan.

Konuşamadığımdan…

Düşüncesizliğimden…


Adem Tekden

0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

コメント


bottom of page