Milattan Sonra / I
Herkes hazır. Bir ben değilim.
Her şey düşünülmüş, dekor yerli yerinde. Roller çalışılmış, diyaloglar ezberlenmiş. Herkes ne yapacağını çok iyi biliyor. Ne yapacağını ne söyleyeceğini bilmeyen sadece benim.
Bir yanlışlık olmalı! Benim burada ne işim var? Gözlerimi ovalıyor, başımı ellerimin arasına alıp sıkıyorum. Bir rüya ise bu çabucak uyanmak istiyorum.
Ne yanlışlık var ne bir rüya…
Bütün bakışlar üzerimde yoğunlaşıyor. O an benden istenen, rolümü en güzel şekilde oynamak. Ama ben rolümü bilmiyorum.
Bu oyuna nereden eklendiğini bilmeyen basit bir figüranım ancak başrol oyuncusu benmişim gibi davranıyorlar. Bence başrol oyuncusu en yüksekte oturan şu yeşil gözlü kadın olmalı. Durmadan bana bakıyor. O bakınca herkes bakıyor. Bakışlarında bir suçlayıcılık yok fakat sözleri beni kalabalığa gömüyor, yalnızlaştırıyor.
Hayır, bu gözlerde kötülük olamaz. O kadar güzeller ki… Ya bu sözler, nasıl da çıkıyor ağzından? Belli ki ona da bu rol verilmiş. Yanlış rol dağılımı…
Yanımdaki güzel kızda da yetenek var. Hakkımda güzel şeyler söylüyor. Benim tarafımda olduğunu açıkça belli ediyor ancak söylediklerinin beni kurtarmayacağını çok iyi biliyor. Ya da bende böyle bir izlenim uyandırıyor. Bu eminsizlik neden? Acaba o da mı rolüne çalışmamış. Hayır, hayır! O ne yaptığını çok iyi biliyor. Öyle olmasa en küçük umudu olmayan birinin dâhiyane bir hatiplikle bunu sunması neyle açıklanabilir. Yetenek. Belki de rolüne sıkı çalışmış.
Önceden anlaşmış gibi herkes birden ayağa kalkıyor. Ben de kalkıyorum. Şimdi, diyorum içimden, kırmızı bir perde kapanacak önümüzde ve tüm kâbus bitecek. Gerçekle oyun birbirinden ayrılacak. Herkes kendine dönecek.
Beklediğim perde kapanmıyor.
Herkes salondan çıkıp evine gidiyor. Sıcak evine… Yalnız ben gidemiyorum.
Dört köşeli bir gökyüzü karşılıyor beni. Dışarıdan bakan on metrelik bir kuyu, der. Birçok şey gibi bulunduğumuz yere göre değişiyor demek ki tanımlar.
Soğuk kuyuma dönüyorum…
Milattan Önce /I
Renkler, kokular ve sesler zamanın kuytularına götürür bizi. Bazen sırılsıklam ıslandığımız bir dağ başıdır gittiğimiz yer, kuzular bekliyordur yanı başımızda, sessiz. Bazen baharın geldiği bir sabaha açılır gözlerimiz. Odamıza dolar kuş sesleri. Mutfaktan gelen anne sesi; hücrelerimize kadar hissederiz: biri bizi karşılıksız seviyordur.
Hep mutluluk çağrıştırmaz ama. Acıları da takar peşine. İşte bugün tüm çağrışımlar hüzün taşıyacak benim için. Durmadan. İzinsiz. Yarınlarıma dolacak.
Bu çağrışımları en aza indirmek için Beş Yüzler Meclisi’ne girerken dik yürümem gerektiğini biliyordum ancak -şimdi daha iyi anlıyorum- beni buraya getirenler bunu istemiyor. Arkadan bağlı ellerim ve sırtımdaki yetmiş yıl buna izin vermiyor. Doğrusu karşılarında eğilmeyişimin onları bu denli çıldırttığını bilmiyordum.
Yargıçların karşısına çıkınca görevlilerden biri ellerimi çözüyor ve dilenci gibi elini uzatarak, “Ücret!” diyor. Üzerimde tek kat gri bir elbise var. Kulaklarıma kadar uzanan saçım kirli beyaz. Sakalım tütünden sararmış gibi kızıla çalıyor. Burnum kocaman. Bu halimle bir işçiye benziyorum. Zengin olduğumu düşünmesi olanaksız. “Ne ücreti,” diye soruyorum. Beni buraya getiren atlı arabayı gösteriyor. Yargıçlarla göz göze geliyoruz. Gülmek geliyor içimden. Bunun onları daha da kızdıracağını bildiğimden vazgeçiyorum. Bir mina çıkarıp uzatıyorum.
Ben içeri girer girmez -mahkeme heyeti dâhil- herkes ayağa kalkıyor. Hep bir ağızdan yüksek sesle yeminlerini okuyorlar,
“Atina halkının ve Beş Yüzler Senatosunun kanun ve nizamına uygun şekilde oy kullanacağım. Yasaların yetersiz olduğu hallerde doğru olanı yapacağım. Korku ve gösterişe kapılmayacağım. Sadece Mahkemenin incelemesine sunulan deliller çerçevesinde oy kullanacağım. Davacıyı ve dava edileni dikkatle dinleyeceğime Zeus hakkı için, Apollon hakkı için yemin ederim. Yeminimi tutarsam çok yaşarım; tutmazsam bana ve aileme lanet olsun.”
Yeminler güzeldir fakat “öylesine” olanlar daha süslüdür. Sanki kelimeler yargıçların ağzında ehemmiyetine göre büyüyüp küçülüyordu.
Sonucu biliyordum. Savunma yapmam bir şeyi değiştirmeyecekti. Ancak bu, feleğin bana yüklediği bir roldü. Ve tanrının isteği insana verdiği rolü en güzel şekilde oynamasıydı.
“Atinalılar, beni karşınıza getiren gücün üzerinizdeki tesirini biliyorum.” diye başlamayı düşündüm. Sonra vazgeçtim. Bilmedikleri bir şey değil bu. Hayatta beni en çok insanlara bildikleri şeyleri anlatmak yormuştu.
Başlamak için başka bir şey aradım. Bulamadım. Söylenecek bir şey yoktu. Bu “bilinç” karşısında söyleyeceğim her kelime düşmemi istedikleri zillete bir adım daha yaklaştıracaktı beni.
Sustum.
Galiba bugün bana düşen rol buydu. Susmak.
Milattan Sonra / II
Tellerle çevrili bir gökyüzü… Sınırsız. Berrak.
Açık mavi bir boşluk, koca bulutları yutuyor, sınırlı hayatlara inat.
Burada birçok şeyi dert edebilirim ancak benim tek isteğim duvara değen güneşe dokunmak. Bir türlü olmuyor. Yetişemiyorum. Aylar günleri biriktiriyor, her geçen gün güneş daha da yaklaşıyor ama olmuyor.
Neden bu kadar çok istiyorum, bilmiyorum. Biyolojik bir ihtiyacın ötesinde bir duygu bu. Güneşe dokunsam sevdiklerimle buluşacağım sanki. Bana dokunan güneş elbet sevgilime de dokunacak. Bu istek bedenimi öylesine sarıyor ki, o an duygulara esir olmanın en büyük esaret olduğunu anlıyorum. Durmadan yaklaşana dokunmanın en mantıklı yolu beklemek fakat gönül sabır dinlemiyor. Hemen her gün uğraşıyorum. Her yolu deniyorum.
Köşede duran sandalyeyi ayaklarımın altına alıyorum. Aslında onurumu, özgüvenimi, umudumu, gururumu alıyorum ayaklar altına. Beni izleyen gardiyanlar çılgınlar gibi kahkaha atıyor. Onurumu çiğnemek tuhaf geliyor ilkin. Derin bir titreme kaplıyor içimi, histerik bir gülümseme. Ne yapıyorum ben? Aklın esaretine girmeliyim hemen ama olmuyor. Onur kalmamış bir dünyada bendeki ne işe yarar, diyorum; deliliğin esaretine yelken açıyorum.
Vazgeçmiyorum. Uzanabildiğim kadar uzanıyorum. Biraz daha yükselsem dokunacağım. Beceremiyorum. Tepetaklak betona çakılıyorum. Yüreğim kanıyor.
Olanda hayır vardır, en büyük tesellim.
Elbet ışık kuzey soğuklarını boğacak…
Milattan Önce /II
Susmak bedel ister. Göz yaşını göstermemek de. Bunları Platon’la hiç konuşmamıştık. Konuşacak ne çok şey varmış meğer. Şu an onlara sesimi ulaştıramamak ne kötü. Esaret, geleceğe sesini ulaştıramamaktan başka nedir?
Ne şu farelerin kol gezdiği hücre ne kalın duvarlar... Başka şeyler anlatmak isterdim onlara. Burada gözün bir perde olduğunu mesela. Bir körün geniş dünyasından mahrum kıldığını... Özgürlüğün, sağlığın, aşkın, sevgisizliğin, ışığın bir perde olduğunu… Bu düşüncelerim geleceğe ulaşmayacaksa eğer…
Bana en çok karanlığın hüküm sürmesi koyuyor. Işığa dokunamamak, sanki tanrının herkese uzanan elinin benden esirgenmesi demek.
Ölmeden güneşe dokunmak istiyorum.
Milattan Sonra / III
Birden kendimi yine o sahnenin ortasında buluyorum. Bu kez kendime kızıyorum. Neden araştırmadım: Rolüm neydi, oyun metnini nereden bulabilirdim?
Herkes yerindeydi. Yalnız bir kişi daha eklenmişti oyuna. Tam arkamda duruyor. Dönüp bakıyorum. Dünyanın tüm gözlerinden güzel bir göz ağlıyor. Durmadan. Bu nasıl bir rol diyorum, gözyaşları kucağındaki bir aylık bebeğe akıyor. Bu rol değil, eminim, çünkü o benim annem.
Yine cüzzamlı bir hasta gibi herkes bana bakıyor. Sufle verecek birini arıyorum. Fakat gözlerde korkudan başka bir şey görmüyorum. Hiçbir hazırlığım olmadığından sadece “suçsuzum” diyebiliyorum. Yeşil gözlü kadın, önündeki hacimli dosyayı hızla tarıyor. Aradığını bulamayınca sondan başa bir tur daha atıyor. Daha çok bulmamak için arıyor sanki. Ya da bulunmayan bir şeyi arıyor.
Dünyada ispatı en zor kelimeyi kullandın, diyor yeşil gözlü kadın. Beni çok kötü paylıyor. Gözler aldatırmış demek; rol dağılımında hata yok, kadın hakkını veriyor.
Kuvvetli bir şekilde hissediyorum, diyor, sen bizi nasıl kandırmaya çalışırsın, diyor. Masum olsan, bizi ikna etmen gerekmez miydi, diyor.
Başka çarem kalmıyor.
Susuyorum.
Milattan Önce / III
Yine Beş Yüzler Meclisine getiriliyorum. Bu kez suçumun ne olduğunu öğrenmek için konuşmayı düşünüyorum. Fakat lüzum kalmıyor. Suçlarımı bir bir okuyorlar.
● Vazifen olmayan işlere karışmak…
● Eleştiriler yaparak devlet sistemini yavaşlatmak…
● Yöneticileri normal insan kabul etmek…
● Bunları gençlere anlatarak onların ahlakını bozmak…
Bir cevap… Her şeyi açıklayan… Ama olmuyor.
Susuyorum.
Yargıçlar adeta yalvarır gibi gözümün içine bakıyor. Ortadaki,
“Yeter bu kadar Sokrates! Biz senin yaşamanı istiyoruz. Özür dile! Ve bunları bir daha yapmayacağına söz ver.”
Yargıç, bu işi anlayamamış demek. Kaygımın hayatta kalmak olduğunu sanıyor. Yetmişine merdiven dayamış bir adamım. Ben karanlığın geleceğe taşmasına üzülüyorum.
İnsanoğlu o kadar kötü ki bir yolunu bulamıyorum.
Milattan Sonra Güneşe Dokunmak
Köşeye siniyorum. Renkler sesler ve kokular dolduruyor azalarımı. Anıların kuytularına sığınıyorum. Özgürlüğü içimde buluyorum. Gözümdeki ışığın bir perde olduğunu o zaman fark ediyorum… Gözlerimi kapatıyorum. İçimdeki ateş güneş oluyor. Sevgiyi, onuru, özgürlüğü dört duvar arasından göğe yükseltiyor.
En sevdiğim sesin fısıltıları doluyor kulağıma. Sabah güneşi mor perdenin gözeneklerini zorlarken odamda buluyorum kendimi.
Bir aylık bebeğin tebessümü dünyadaki tüm merhametsizliği yok ediyor. Tüm Maskeler ve roller yerle bir oluyor.
Güneş bir parmağa değiyor. Geçmişten bir ışık geliyor, karanlığa dokunmuş bir ışık...
Güneş avucuma konuyor.
Milattan Önce Güneşe Dokunmak
Baldıran zehrini getiren görevli son isteğimi soruyor. Beni güneş gören bir salona almalarını rica ediyorum. Parmağımı kaldırıyor ve son kez güneşe dokunmak istiyorum. Tanrının şefkatli ellerine…
Taşan karanlığa üzülüyorum.
Adem Tekden
Opmerkingen