Arif’in sıkıntısı diğer emekliler gibi zamanın geçmemesi değildi, o daha çok zamanın yetmemesinden muzdaripti. Kendisine sihirli bir güç verilse ve bunu tek şey için kullanabileceği söylense yılı on üç ay, haftayı sekiz gün yapmaktan başka aklına bir şey gelmezdi. Günün aydınlık kısmına yirmi beşinci saati eklemek için neler vermezdi.
Oturmuyordu.
Yatmıyordu.
Durmadan çalışıyordu… Yetmiyordu.
Arif, başından aşkın işlerine, dünyanın insanoğluna sunduğu zamanın yetmeyeceğini anlayınca bir çıkış yolu bulmaya çalıştı. Çalışmayı bırakıp –bu görülmüş bir şey değildi- sadece bunu düşündüğü bile oldu.
Sonunda kendisini aydınlığa çıkaracak o yolu bulmuştu. Zamanı yavaşlatacaktı! Nasıl yapacağını bilmiyordu ama elbet bir yolu olmalıydı. Bunu başardığı gün Arif’in tüm problemleri kökten çözülmüş olacaktı. Kendinden önce bu konuda yapılan çalışmaları öğrenmek için hiç âdeti olmadığı halde sayfalarca kitap okudu. Araştırdı.
Yoktu. Hiçbir yerde böylesi bir keşfe rastlamadı. Tüm kaynakların yolu, peygamberi yalancı çıkarmamak için kervanı bekleyen güneşe çıkıyordu.
Kendisi bir peygamber değildi. Peki, nasıl olacaktı bu?
Bunları düşündüğü zamanlarda bile gün doğmadan işe başlıyor, güneşin yüzünü göstermesine fırsat vermiyordu. Işıltıların mandalina ağaçlarının dalları arasından iplik iplik gözüne dolmasına, kızgın güneşin toprağı yarmasına aldırmıyor gün bitene kadar çalışıyordu.
Yetmiyordu.
Gece olmasa; karanlık, kuytulardan çıkıp etrafı istila etmese dur durak bileceği yoktu. İyi ki karanlık var, diyordu çocukları. Karanlık olmasa babalarının bir köşede çatlayıp öleceğinden korkuyorlardı.
Büyük oğul artık yaşlandığını, bu işlerin ona ağır geldiğini söylüyor; küçük oğul kutsal kitabı açıp, “Onlar anlamıyorlar mı ki biz insanların dinlenip sükûnet bulmaları için geceyi, çalışsınlar diye de gündüz aydınlığını yarattık,” ayetini okuyor ancak bir işe yaramıyordu. Arif çalışmak için gündüzün sınırlarını daha bir zorluyor, yaşlandığını duymak onu daha bir hırslandırıyordu.
Gün bitmeye yakın gözlerini kısıyor, batmakta olan güneşe bir çocuğun içerlemesiyle bakıyordu. İşte o an tüm kuvvetiyle güneşi tutmaya çalışıyordu. Güneşi tutup bir noktaya asmak istiyordu.
Bunun mümkün olmayacağını anlayınca iki eliyle kafasının içindeki o dev saatin yelkovanına asılıyordu. Ayaklarıyla da akrebi iteliyordu. Bir an evvel kafasındaki o sesleri susturmak istiyordu. Başaramıyordu. Saniyenin sesleri “tik tak tik tak” peşini bırakmıyordu. İncecik metal parçanın tekinsiz kararlılığı, kalbindeki ritmi derinden sarsıyordu. Nihayet saniye ibresini söküp atıyordu. Asıldığı yelkovan kopuyordu. Akrep kalıyordu sadece. Sessiz ve hareketsiz…
Akrebi, kısa oluşundan bir de sessiz çalışmasından ellemiyordu ihtimal. En azından sinir bozmuyor, diyordu kendi kendine. Arif sadece akrebe tahammül edebiliyordu.
Kendinden daha hareketli olan hiçbir şeye tahammülü yoktu. Öyle ki torunlarının hareketliliği bile can sıkıntısıydı onun için. Bu yüzden torunlarıyla fazla vakit geçiremezdi. Hemen ayrılırdı yanlarından. Onların hareketliliği, zamanın bir çita gibi koşmasını hatırlatırdı Arif’e.
Bankada çalıştığı günlerde de farklı değildi Arif. Yine zaman yetmezdi, yine saniye kalbinin odağında dönüp dururdu. Ama bu günkü kadar değildi. O zamanlar, “Giden benden gitmiyor!” diyerek sakinliyor, bir nebze olsun rahatlayabiliyordu.
Buna rağmen arkadaşları ona ayak uydurmakta zorlanıyordu. Müdür, bir ay sonrası için bir dosyanın hazırlanmasını mı istedi; tam bir ay sonra, saat sekizde, koltuğunun altında dosya ile müdürün kapısında bitiyordu. Müdür genellikle işe gelmemiş oluyordu.
Arif kapıda beklemesini hiç sevmezdi. Zile bastığı anda kapının açılmasını isterdi. Zile ikinci kez bastığında vazgeçmiş olur, o anda kapı açılsa bile döner, arkasına bakmadan giderdi. Ancak müdürün gelmesini sabırla bekliyordu.
Müdür işe gelip kapısında Arif’i görünce belli etmeden dişlerini sıkar, hatırlamaya çalışırdı: Acaba bir ay önce ne vermişti, hangi işin zamanı gelmişti? Arif’i görmezden gelemez, verdiği sürenin çabucak bitmesine hayret eder, iki ay süre vermediğine hayıflanırdı.
İş arkadaşları, yumruğunu ısırırdı. Kendi dosyalarının hazır olmadığına mı yansınlar Arif’in müdüre zamanın bittiğini hatırlatmasına mı bilemezlerdi.
Arif bu aceleciliğini ve çalışkanlığını galiba annesine borçluydu. Annesi bahçedeki tek meyvenin zayi olmasına tahammül edemezdi. Sırtındaki sepetten bir zeytin düşse –bu zeytin yuvarlanıp vadideki dereyi de boylasa- gidip onu bulur, sepete katardı.
Ama babası öyle değildi. Umur görmüş adamdı. Zamanında o da Arif gibi çalışkandı ama bırakması gereken zamanı bilmişti…
Arif, babasının çalışmayı bıraktığı o günü daha dün gibi hatırlıyordu.
Kendisi öküzlerin önünde, babası arkada tarla sürüyorlardı. Güneş çoktan yükselmişti. Nereye baksalar masmavi gökyüzü parlıyordu. Arif, gözleri kamaşmasına rağmen Bekçi Kazım’ın aşağı yoldan koştura koştura kendilerine doğru geldiğini görmüştü.
Arif, baba Kazım amca geliyor, diyerek aşağı yolu göstermişti. Babası hiç istifini bozmamış, öküzlere bağırarak tarla sürmeye devam etmişti. Kazım, tarlaya geldiğinde soluk soluğa kalmıştı,
Murtaza Emmi, üçüncü yedekten muhtar azası seçildin, onu haber vermeye geldim, dedi.
Arif’in babası öküzlere, “Hooop!” diye bağırdı, sabanı olduğu yere yatırdı,
“Artık hökümet ehli olduk,” dedi, “bundan gayrı bize çalışmak yakışmaz.”
İşte o gün tüm işler Arif’e kalmıştı.
Arif bir taraftan o günü hatırlıyor bir taraftan önündeki cevizleri büyüklüğüne göre sepetlere dolduruyordu. Tam o sırada bir karga en büyük sepete konmuş ve bir cevizi ağzına alarak uçmuştu. Arif hemen peşine seğirtti. Neyse ki karga fazla gidememişti. Ceviz biraz büyük gelmişti. Havuzun bittiği, tel örgülerin başladığı yere konmuştu.
Karga tel örgüleri aşmadan cevizi ele geçirmeliydi Arif. Yoksa iş tehlikeye girerdi. Yerden irice bir taş aldı ve karganın havalanmasına fırsat vermeden tüm gücüyle fırlattı. Taş karganın üstünden geçti. Ötede incir ağacının altında eşelenen tavuğa isabet etti. Tavuk boğuk bir “gak” sesi çıkardı ve olduğu yere yığılıp kaldı. Arif’in tek tavuğuydu bu. Her gün bir yumurta verir, sabah Arif’in karnını doyururdu. Arif’in içi cız etti.
Karga cevizi de alıp tel örgünün diğer tarafına uçtu. Bir ara evdeki tek kırmayı almadığına pişman oldu Arif. Ama bu pişmanlığını hemen geri aldı. Bir fişek bir cevizden değerliydi. Ancak şu an o kadar sinirliydi ki tüm fişeği şu değersiz kuşu vurmak için harcayabilirdi. Ah, karganın yerinde şöyle etli butlu bir çulluk olaydı… İşte o zaman bir işe yarardı. Bir taşla iki kuş vurmuş olurdu. Akşamki arabaşının etini de beleşe getirmiş olurdu.
O kadar yorulmuştu ki baston gibi kullandığı dut ağacına vermişti tüm ağırlığını. Yine de karganın peşini bırakmamıştı. Tepenin yamacında büyükçe bir kaya vardı. Arif binbir güçlükle oraya tırmandı. Soluk soluğa kalmıştı. Biraz aşağıdan, karganın arkasından dolanıp kargayı taşla indirmeyi düşünüyordu.
Eline iri bir taş daha aldı. Nişan aldı. Tam fırlatacakken aşağıdaki yoldan tozları kaldıra kaldıra bir araba geçti. Sesten ürken karga cevizi alıp alabildiğine uzanan vadiye süzüldü. Masmavi gök kubbenin altında bir nokta olana kadar seyretti Arif kargayı. Koluyla anlını silerken bir daha baktı kargaya. Karga gözden kaybolmuştu. Derin bir nefes aldı. Yapılacak bir şey kalmadığını düşündü. Neyse, dedi. Kollarını havaya kaldırdı,
“Ey koca Rabbim,” dedi, “o da sevgili anacığımın ruhuna varsın.”
Arif bahçeye döndüğünde kendini yorgun hissediyordu. Diğer cevizlerin de başına aynı şey gelirse diye telaşlanmış, koştura koştura gelmişti. Bahçeye geldiğinde kalbi yuvasından çıkacak gibi atıyordu. Sırt üstü yere bıraktı kendini. Kalbindeki hareketliliği dindirmek istiyordu…
*
O gün Arif’in zamanı durdurmayı başardığını duydu çocukları. Koşarak bahçeye geldiler. Gerçekten zamanı durdurmuştu Arif. Her şey durmuştu bahçede. Rüzgâr bile esmiyordu. Sulanmayan otlar kurumuş, pili biten akrep durmuştu. Ne mavi gökte bir kuş uçuyor ne incirin altında tavuk eşeleniyordu.
Bahçede uzanmış halde buldular Arif’i. Gözleri tepedeki güneşte, güneş Arif’in gözünde takılı kalmıştı. Arif durunca her şey durmuştu. Bitmeyen işlerin de durmayan zamanın da kaynağı kendisiymiş meğer.
Arif zamanı durdurmuştu.
Adem Tekden
Comments