top of page
Yazarın fotoğrafıİshakEdebiyat

Öykü- Ahmet Akdere- Huşuyla Dönerdi Değirmen Kanatları

-II-

 

Rüzgâr, mahir sığırtmaçların sürüleri yönlendirmesi gibi gün doğumundan gün batımına, oradan köpüren, ak ışıklı denizler üstüne, oradan da başı dumanlı dağların zirvesine sürdüğü bulutları en sonunda bir sahil kasabasının üstünde bırakmıştı. Başıboş kalan bulutlar, bir zaman mavi göğün allığında sessizce, usul usul salındı. Sonra aniden kasabanın üstüne çakılmış gibi durdu, kımıltısız. Tek bir rüzgâr, ince bir yel bile değmeden öylece bir vakit bekledi. Bekleyince rengi de gölgesi de koyulaştı ve zemine doğru ağır ağır çöktü. Böylece bulunduğu yerle güneşin bağını kopardı, göz kamaştıran ışıklar ve bu ışıklarda oynaşıp duran kara gölgeler, sahiplerinin şen sesleriyle birlikte yavaş yavaş silinmeye başladı.

Kasabanın kesme taşlarla örülü evlerinin deniz mavisi panjurları ve daima gün alan pencereleri korkuyla kapanınca. Çocuklar annelerinin çağrılarına uyarak hızlıca evlerine kaçınca. Tarlalardaki işçiler telaşla duldalara saklanınca. Kınalı, tombul parmaklar güne serilmiş hevenkleri aceleyle toplayınca. Burma boynuzlu kara, mavi, boz tekeler, mor renkli pırlak koyunlarla tirkenip ağıllara doluşunca. Sahiplerinin binek etmeye kıyamadığı tansık geyiklere benzeyen elma gözlü, kız perçemli, alnı akıtmalı yağız atlar ahırlara çekilince. Kuşlar… En alıcısından cücüğüne kadar hepsi kanat gerip anaç bir edayla yuvalarının üstünü örtünce, nicedir yağmur duasına çıkan kasabanın imamı da bir şenliğe gider gibi meydana indi. Yüzünü göğe çevirdi, sarı kıvırcık kirpikleri kıpraşarak bulutları izledi durdu. Anladı, bunlar yalancı bulutlar değildi. Bir sevinç dalgası bütün bedenini titretti. Kollarını kaldırıp, “Şükür ya rab!” diye ünledi. “Çok şükür!” El açıp uzunca bir dua ettikten sonra kızıl sakallarını sıvazladı. Bir daha bağırdı, “Şükür sana Allah’ım, şol yüzümü kara çıkarmadın ya, bin şükür.” Sesi kasabanın evlerinde, Arnavut kaldırımlarında, çarşı dükkânlarının vitrinlerinde yankılandı. Sonra kıbleye döndü, ağlayarak, gözlerinden sicim gibi yaş akıtarak namaza durdu. Böylece kasabada ne kadar canlı ve de cansız nesne var ise hepsi yağmuru beklemeye koyuldu. Gökte sessizce salınan bulutlar da o sıra harekete geçti; köpürdü, çalkalandı, şişip kabardı. Birkaç dakika sonra, sert, patlayan, ürkütücü sesler çıkarıp homurdanarak etrafına şimşekler saçmaya başladı.

Önce, yere çıdamsız birkaç iri damla düştü. Toprak ıslandı, yumuşayıp esrik kadınlar gibi gevşedi. Yağmur böyle ilk yağdığı zaman düştüğü yerin kokusunu etrafına saçar. Toprağın tozlu kokusu, taşların yosununun, şeftali, elma ve de nar ağaçlarının tomura durmuş, yeni açmış çiçeklerinin taze rayihası etrafa yayıldı. İki şimşek daha çaktı. Yer sarsılır gibi oldu. Denizin yükselen dalgaları sahili şiddetle dövdü. Bulutlar yoğunlaştı, yoğunlaştı, yoğunlaştı. Sonra bir hışımla içindeki çamurlu, koygun yükü kasabanın üstüne cömertçe boşalttı.

Şiddetli yağmurun altında ıslanan kasabanın içinden baştan aşağı kara giyitli bir atlı ok gibi fırlayarak gece karası atını dağlara doğru sürdü. Altındaki at köpürmüş, kan tere batmıştı. Adam ise aldırmadan atın sağrısını zalimce kamçılıyor, daha hızlı olmasını istiyordu. Bir yandan da:

“Bak,” diyordu, “az kaldı. Üç yıldır seninle onun peşindeyiz. Senden önceki atlar çatladı da öldü altımda. Ama sen dayandın. Yaman çıktın doğrusu. Bense on yıldır onu arıyorum her yerde. Yıllarca kaçtı benden; dere tepe, köşe bucak. Ama nereye kadar? Sonunda öğrendik yerini. Sen ve ben. Çok koşturduk, yorulduk. Hiç dinlenmeden aylarca, yıllarca iz sürdük yabanın toprağında. Sonunda öğrendik işte. Öğrendik. Az kaldı, az, azıcık. Dayan, hatrım için. Az daha dayan!”

Yağmur hızlandıkça atlı da sertleştirdi vuruşlarını.

“Dayan! N’olur be arkadaş, az daha dayan. Bunca zaman aç biilaç… Susuz uykusuz... Yolsuz yornuksuz… Onun peşindeyiz ama bak, şu dağı aşınca tamam. Bunca zaman aç biilaç. Bunca zaman... Dağı aşınca onu bulacağız. Aç biilaç. Sen ve ben. Susuz uykusuz. Bulacağız. Sonra ne ant içtimse, ne yeminler ettimse hepsini yerine getireceğim. Dağı aşınca. Ondan, o zalimden, evladımın, ala gözlü Yusuf’umun katilinden öcümü alacağım.”

Böyle diye diye, kinini diri tutarak, yeminlerini bileyerek yağmurun içinde inatla dağa tırmandı. “Bir saniye bile geç kalırsak, kaçar gider o,” deyip sırılsıklam vaziyette meşeleri, çam ormanlarını bir çırpıda geçiverdi. Bendini yıkmış derelerde, bulanık çavlan başlarında durup dinlenmek aklına gelmedi. Kamçıyı vurdukça vurdu. Atın sağrısı kamçıdan dilim dilim yarıldı. “Az kaldı, az,” dedi, “vardık sayılır, az daha dayan.” Çatalhayma denen dölek sırtı aşıp da geniş bir kayranın ortasına varınca at daha fazla dayanamadı ve dili dışarıda yere yığıldı. “Vah,” diye ünledi adam, “Vah ki vah! Sen de çatladın demek.” Omzundan tüfeğini indirdi, dipçiği sol omzuna yasladı. -Yıllar önce bu kinden, bu nefretten vazgeçmeye çalıştığı zaman sağ tetik parmağını kökünden kesmişti. Sonra yeniden öfkesi dirilince, yine gözünü kan bürüyünce, tövbe ettiği yeminleri yeniden hatırlayıp sol elle silah kullanmayı da öğrenmişti.- Atın hüzünlü iri gözlerine baktı,

“Yazık oldu sana be arkadaş, çok yazık!” dedi.

 

-I-

 

Şehrin en işlek caddesinde birbiri ardına sıralanan taksilerin, minibüslerin ve iki sene evvel seçim vaadi olarak memlekete getirilen körüklü belediye otobüslerinin kulak tırmalayan korna seslerini öfkeli trafik polisinin düdüğü susturunca ortalık bir anda süt liman oluverdi. Öyle ki, avurdu avurduna yapışmış hırpani giyimli dilencilerin, “Allah rızası için sadaka” yakarışlarından ve köşe başında bekleyen aymaz simitçinin “Gevrek, gevrek, haydi, tanesi yüz bin!” diye bağırışından başka bir şey duyulmaz oldu. Bu yarı sessiz ortamı birkaç dakika sonra belediye otobüsünün otomatik kapıları bozdu. Durağa bir türlü yaklaşamayan otobüs şoförü serinlemek için aracın kapısını ‘tıpısss’ diye açınca durakta bekleşen lise öğrencileri kapıya aniden hücum etmeye başladı. Aynı esnada durağın arkasında bulunan tarihi saatçi dükkânındaki ihtiyar saat ustası önüne koyduğu Patek Philippe marka saatin somon renkli takvim kadranını temizleyen titrek ellerine -hayati bir hata yapmamak için- hükmetmeye çalışırken bir yandan da iş sonrası alacağı dolgun ücreti hesaplamaktaydı. Saatçinin hemen üst katındaki apartmanda oturan edebiyat öğrencisi ise pencerenin kenarına kurulmuş, Eski Türkçede ‘tanrı’ ve ‘değirmen’ sözcüklerinin aynı kökten türetildiğini savunan bir makale okumaktaydı. Makalenin ortasına geldiğinde sıkılıp başını şöyle bir kaldırınca caddenin ortasındaki yaya yolundan kaldırıma geçmeye çalışan Makbule Hanım’a takıldı gözleri. Yaşlı kadının aksak adımları menzile varma umutlarını yitirmek üzereydi ve güç bela taşıdığı pazar filesi –belki nazara geldiğinden, belki de vadesi dolduğundan- aniden yırtıldı ve filenin içindeki portakallar durma noktasına gelen trafikteki kara dumanlar saçarak homurdanan araçlarının altına yuvarlanıverdi.

“Ayyy!” diye çığlığı bastı Makbule Hanım, ellerini kırışık, fondötenli yüzüne dehşetle vurdu, “gitti portakallar.”

Uzun süredir bir metre bile ilerlemeyen taksinin arka koltuğunda olan biteni izleyen Yusuf, yanında oturan babasının omzunu sarstı, sol taraflarındaki kadını gösterdi.

“Bak baba, kadının portakalları yere düştü.”

“Gördüm,” diye mırıldandı babası, yorgun.

“Yazık kadına, nasıl da ağlıyor,” dedi Yusuf.

“Yazık, evet.”

Yusuf babasının düşünceli, yalabık yüzüne, kederli kara gözlerine baktı. Kendini bildi bileli böyleydi babası. Hep başı öne eğik, dalgın ve ketum. Sürekli bir şeylerden, birilerinden kaçar gibi gözleri her an ölümle karşılacak gibi korkulu, kuşkulu ve tedirgin yere bakar, kafasında durmadan kaçış planları kurardı. Nerelere gitmemişti ki, Yusuf’la babası. Peşlerinde olan adamlar yüzüden memleketin dört bir yanında oradan oraya sürüklenip durmuşlardı. Fakat şu son zamanlarda babası eskiye göre biraz rahatlamış gibiydi. Tuhaf davranışları, diş sıkmaları, sayıklamaları, saklanmaları son bulmuş, konuşup gülmeye, Yusuf’la daha çok ilgilenmeye başlamıştı. Hiç uyuyamadığı zamanların aksine şimdi saatlerce derin ve huzurlu uykularda dinleniyor, ara sıra yaşadığı sevinç anlarında “Kurtulduk,” deyip oynuyor, bu sevincine Yusuf’u da dahil ediyordu. Yusuf ise neyden kaçtıklarını ve kurtulduklarını bilmeden babasının sık rastlanmayan mutluluğuna ortak oluyordu. Şimdi yine babasının hayata kötümser bakan eski hallerine döndüğünü, sessiz düşüncelerde kaybolduğunu görünce meraklanıp sordu,

“Kurtulduk, değil mi baba? Artık kaçmamıza gerek yok, öyle değil mi?”

Baba, başını yuvarlanan portakallardan birine doğru çevirdi, alnında biriken terleri mendiliyle sildi,

“Kurtulduk,” dedi, güven veren bir sesle, “kurtulduk oğlum.”

Derken kirli bir elin sıkıca kavradığı kapkara bir Baretta F92 taksinin açık sağ arka camından sessizce içeri süzüldü. Tetik korkuluğunun içerisindeki parmak, saniyenin onda biri kadar titredi, sonra nefesini tutup hedefine odaklanan atıcıların dikkatiyle tetiğe üç kez hızlıca çöktü.

 

-III-

 

Gecenin soğuk ve karlı karanlığını lokomotifinin sarı ışığıyla yırtarak ilerliyordu, tren. Makinist ara sıra kapı arasından kolunu uzatıp donmakta olan ön cama biriken karları kuru bir bezle silerken yanında uyuklayan yardımcısına içinden küfürler edip duruyor, yalnız birkaç metre ilerisini görebildiği yoldan gözlerini bir an olsun ayırmıyordu. Yolcuların çoğu da makinist yardımcısı gibi derin uykuların içinde âlemden âleme dolaşırken, ayakta olanların kimi kompartımanın loş ışığında gazete ya da kitap okuyor, kimi elinde sigarası kafasını soğuk cama dayamış, dertli dertli sonu gelmez karanlığı izliyor, kimisi de kompartımanlara girip değerli eşyaları aşırmak için uyanık gözlerin kapanmasını bekliyordu. Kondüktör ise birkaç durak önce dağ başındaki ıssız istasyonda trene binen ve biletleri olmadığını düşündüğü iki haytayı bulmak için tuvaletleri ve boş kompartımanları kontrol edip duruyordu. Dışarıda kar savruluyor, ara sıra esen uğultulu bir rüzgâr bazen trenin gürültülü sesini bile bastırıyordu.

İnce, sekiz kollu bir kar tanesi kompartımanlardan birinin camına yapıştı ve desenleri eriyerek yavaş yavaş aşağı doğru kaydı. Kompartımanın içindeki genç, parmağını kayan kar tanesinin üzerine denk getirip buğulanan camda bir süre öylece tuttu. Karın desenleri küçükken ziyaret ettiği dedesinin köy evindeki eski halıların örgelerini hatırlamıştı. Küçüklüğüne dair pek çok şeyi, bir başka nesneyi görünce hatırlardı hep. Isırılan yarım bir elma, şeytan uçurtmaları, sibobuna bıçak sokulmuş bir futbol topu gibi nesneler ona çocukluğunda hiç hatırlayamayacağını düşündüğü anıları gözlerinin önüne getirirdi. Öyle, bir zaman köy evinin halısı üzerine yamuk yumuk taşları dizerek oyunlar oynadığı masum zamanları anımsadı. Halıların birbirine geçen desenlerinde kaybolup giderken, birisi ona ileride katil olacağını ve bunu da sırf para için yapacağını söyleseydi, buna ne tepki verirdi diye düşündü bir süre.

Parmağını koyduğu noktanın hizasına otuz beş bin nüfuslu ilçenin loş ışıkları denk gelince ineceği yerin burası olduğunu anladı ve tren durunca hemen istasyonda iniverdi. Dışarının soğuğu iner inmez iliklerine kadar işlemeye başlamıştı. Gideceği evi tarif edildiği şekilde kafasında ölçtü, biçti ve sokak lambalarının aydınlattığı, limon sarısı karların örttüğü daracık yollardan ilçenin merkez mahallesine doğru aceleyle yürüdü. Karlara bata çıka kısa sürede aradığı taş konağı buldu. Etraf aydınlanmaya başlarken açık avlu kapısından içeri girip konağın üst katına çıktı ve kapının tokmağını sertçe vurdu. İkinci vuruşta kapı açıldı. Uzun boylu orta yaşlarda bir adam kapıyı açtı, uyumadığı kan içindeki gözlerinden, gömleğinin ve pantolonun kırışıksız oluşundan belli oluyordu. Kapıyı çalan genci tanıdı, -zaten aylardır onun yolunu gözlüyordu- içeri buyur etti. Genç, kendisine gösterilen sol taraftaki geniş odaya geçti, gürül gürül yanan sobanın yanına oturdu. Ellerinin, ayaklarının, çenesinin donu çözüldü, vücudu kısa sürede yumuşadı. Diğer odalarda uyuklayan ev halkına kahvaltı hazırlamaları için emirler yağdıran ev sahibi, içeri girdi, oturmadan ayakta dikilerek,

“Buldun mu onu,” dedi sabırsızca. Genç, başını olumsuz anlamda salladı.

“Onu bulmak imkânsız beyim, o adam katiyen bulunmaz.”

Ev sahibinin muştu bekleyen gergin yüzünde bir hüzün dalgalanması oldu, bir yenilgiyi kabullenir gibi başını öne eğdi.

“Her yerde aradım, memleketin dört bir yanına haber saldım, her otogara her istasyona her limana bir adam diktim, ne izine ne kendisine rastladım,” diye devam etti genç, hal ve hareketlerinde elinden geleni yapmış olan insanların vicdani rahatlığıyla. “On beş değil, yüz beş sene de arasan, iyi bir iz sürücü olmadan, o katil bulunmaz.” Kabanının iç cebinden bir tomar parayı çıkarıp oturduğu divana hafifçe koydu, “Kusura kalma bey.”

Bir süre ikisi de çıtırdayıp yanan odun seslerini dinledi. Dışarıda gün adamakıllı ağarmıştı, karlar sokaklara, çatılara, tüten bacalara, üstü örtülmüş arabaların üzerine yağmaya devam ediyordu.


-IV-


Kısa boylu ve oldukça şişman bir adamdı. Saçları kirpi dikeni gibi sürekli yukarıda olurdu, değirmi yüzü köseydi, yanaklarında ayva tüylerinden başka açık kahverengi çiller de bulunurdu. Çocuk gibiydi fakat göz kenarları ve alnındaki derin kırışıklar, tepesindeki açılmalar ve şakaklarındaki kırlaşmalar ona çocuk denmesine engel olan oluşumlardı. Tanrının güzellik konusunda elini sıkı tuttuğu bu adamın herkesten farklı bir özelliği vardı, o da iyi iz sürmesiydi. Yassı burnunun bir köpeğin burnuna nazire yaparcasına derin bir koku hafızası vardı. Bir kez duyumsadığı bir kokuyu bir daha ömrü boyunca unutmaz, başka bir kokuyla da karıştırmazdı. Doğadaki bütün hayvanları ayak izlerinden, tüylerinden ya da teleklerinden tanır, yerde bulduğu bir yaprak kırıntısından onun hangi ağaca ait olduğunu bilir, o ağacın ne zaman yaprak döktüğünü, kaç yaşında olduğunu, hangi yıllar yemiş verdiğini, hangilerinde don vurduğunu da anlatırdı. Jandarma ve savcılık onu tıpkı av köpekleri gibi aydınlatılması zor faili meçhul olaylarda iz sürmesi için kullanırdı. İş sonunda da bu iyi kalpli, işini seven devlet memurları, cebine kumarda ilk oturuşta kaybedeceği küçük bir meblağ koyarlardı. Tek geçim kaynağı buydu ve parayı alır almaz doğruca kahvelere, kumarhanelere koşardı.

Oyunun gidişatı kötüydü. Yeşil örtü serilmiş masanın üzerine dağınık bir şekilde yığılmış kırışık banknotlara, sıfırı bol çeklere, tapu evraklarına, ışıl ışıl altınlara ve rakiplerinin önlerine dizdiği poker fişlerine tamahkârlıkla bir kez daha baktı. Bir önceki el gelen beş benzemez onu bu zenginliklerden bir adam uzaklaştırsa da umutlarını tazelemeye çalıştı. Yeni dağıtılan beşlide kâğıtlarını dualar ederek, masada ne varsa kendisinin olmasını dileyerek yavaş yavaş açtı. İlk kâğıdı karo sekizliydi, onun sayesinde kazandığı iki dönüm mısır tarlasını anımsadı. Bu tarlayı çok fazla elinde tutamamış iki gün sonra başka bir masada kaybedip yine beş parasız kalmıştı. Severdi sekizliyi. İkinci kâğıdı sinek ikiliydi ve onu sevmezdi, hep uğursuz olarak tanımlardı. Zaten bu kâğıt hiçbir işe yaramazdı. Üçüncüsü, maça üçlü, dördüncüsü karo beşliydi. “Yine beş benzemez sanırım,” diye mırıldandı ve son kâğıdı ucundan yavaş yavaş kıvırarak ellerinin arasına aldı. Kupa kızıydı bu! Kâğıdın köşelerindeki kırmızı kalpleri, kupa kızının küçücük burnuna doğru yaklaştırdığı gülü, dalgalı sarı saçlarını, incecik tacını ve durgun fakat şehvetle bakan şehla gözlerini görünce, yüreği titredi. Yıllar sonra sokakta ansızın birbiriyle karşılaşan âşıklar gibi, “Ah,” diye inledi. Ne günler geçirmişti kupa kızıyla. Deniz kıyılarında, ovalarda, kırlarda beraber geçirdikleri zamanları, tatlı anıları hatırlayınca yüreğine derin bir hüzün çöktü.

“Kimse bilmez, kumar derdine senin aşkından düştüğümü. Bilmez kimse! Sevdandan eridiğimi, bittiğimi,” dedi, fısıldayarak. Kâğıdı kalbine doğru yaklaştırdı. “Şimdi kazanacağımı bilsem de seni yere atamam ki, ah hiç atamam, başkalarına gösteremem, kıyamam sana!” Kupa kızını gözlerinin hizasına getirdi. “Şunca kâğıdın arasında bir kez gözlerini görmek, bir kez dudaklarından öpmek için orada burada, kumarhanelerde, kahvehanelerde sabahlayan serserilere döndürdün beni. Neredesin, nerelere gittin? Hangi insan destesinin arasında yittin? Şimdi hangi eller dokunuyor sana kim bilir? Bir selamını, haberini bile alamadım yıllardır.” Kızın kor dudaklarını dudaklarına değdirdi. Saçlarını kokladı, gözlerini öptü. “Vuslatının hasretimi dindiremeyeceğinden korkuyorum, sevgilim.” Narin bileklerden tuttu, ak elleri, ince parmakları sıkıca kavradı. Kupa kızının gözlerinde bir yalım, bir ateş parlayıp sönüverdi.

O zaman tokat yemiş gibi kendine geldi, -düş aleminin girdabında kaybolmadan- sandalyesinden aceleyle kalktı ve yan tarafında rakip diye bellediği boş sandalyeye oturdu. Aynı şekilde önündeki kapalı beş kâğıdı yavaş yavaş açmaya başladı. İlk kâğıt, karo papazıydı. Bu kâğıdın hikâyesini usta bir kumarbazdan dinlemişti. İskambil kâğıtlarını ve oyununu yaratan kişi olduğu bilinen karo papazı aynı zamanda bir ülkenin de kralıydı. Yarattığı oyunun bağımlısı olunca, devlet işlerini koyverip halkını unutunca, sırf bu kumar bağımlılığından kurtulmak için en sonunda ellerini kökünden kestirmişti. Bu yüzden karo papazını ne zaman görse ilk önce ellerinin olup olmadığına bakar, kumarı bırakma iradesinden dolayı ona hayranlık duyardı. İkinci kağıt, sinek valesiydi. En çok nefret ettiği, yüzünü bile görmek istemediği iskambil; kupa kızının gönlünü kaptırdığı yoksul ağyardı, sinek valesi. “Bıyığına sıçtığımının,” dedi, yoksul genci görür görmez. Valeyi, karo papazının arkasına gizledi öfkeyle. Üçüncü kağıdın kupa papazı olduğunu görünce oyunu kaybettiğini anladı ve kağıtları masaya fırlatıp oflayarak geriye yaslandı. O sıra, işaret parmağı olmayan bir el omzuna dokundu.

“Selam arkadaş, dediklerine göre sen iyi iz sürermişsin.”

Kumarbaz, uzun boylu, uzun yüzlü ihtiyara çevirdi başını,

“Doğrudur beyim. Yediğim balın tadından yapan arıyı bulmuşluğumla bilinirim.”

 

-V-

 

Sekinin kuzey tarafındaki tepenin üzerine oturtulmuş, ortaçağın heybetli kulelerine benzeyen yel değirmenini görünce atının gemlerine asıldı ve “Brüşşşş!” dedi sessizce. Eyerin hemen yanına, sağ bacağına paralel şekilde sabitlediği tüfeğinin kabzasından tuttu ve silahı yavaş yavaş kucağına doğru yaklaştırdı. Atın kulağına doğru eğilip, “Güzgülü,” diye fısıldadı, “her zamankinden daha sessiz olmalıyız, unutma bunu.” Kemikli, uzun ince parmaklarıyla değirmeni göstererek, “Düşmanımız orada Güzgülü, evladımın katili. İşte o değirmende!” diye ekledi ve topuklarını atın karnına hafifçe dokundurdu.

Kendileri gibi ırak ellerden gelen yadırgı bir seher yeli, atın yelelerini şöyle bir taradıktan sonra doğadaki herhangi bir şeye kıymamaya dikkat eder gibi şefkatle değirmenin etrafındaki ağaçların içinden girip sekinin alt yanındaki çayırlara doğru süzüldü. Dağların boz renkli çetin kayaları günün ilk ışıklarıyla birlikte bir aynanın aksi gibi parladığında; arılar kovanlarından, karıncalar körelerinden, kuşlar yuvalarından ayrılmaya başladı. Ilıman havanın verdiği coşkuyla açan narin, ince dallı, allı morlu-sarılı mavili çiçeklerin yüzü nazlı nazlı doğmakta olan güneşe döndü. Gece boyu ovanın içinde yornuklanan göçmen kuşlar, bulutsuz parlak gökte reislerinin havada bıraktığı izin peşinde, yollarına devam etmeye koyuldular. Yıldızlar, uzun bir görevin ardından istirahate ayrılır gibi sessizce sönüverdi. Aşağılardan gelen denizin uğultusu, ovalarda, derelerde ve dağlarda yeni güne gözlerini açan hayvanların sesleriyle karışıp yek ahenk bir türküye başladığında değirmenin tahta kapısına iki yağlı kurşun isabet etti.

“Çık dışarı,” diye bağırdı atlı. “Çıkmazsan değirmeni yakacağım.” Bir süre bekledikten sonra içeriden hiçbir ses gelmeyince kapıya doğru bir el daha ateş etti. “Bu kadar korkak mısın be? Ben kendime senin gibi bir korkağı düşman edinmeyi yakıştıramazken sen kendine bu ödlekliği nasıl yakıştırıyorsun?” Atını dehleyip değirmenin etrafında dolandı. Ağza alınmayacak küfürler, hakaretler savurup durdu. Ne içeriden ne de etraftan en ufak bir ses bile işitemedi.

“Ben de seni yiğit bilirdim,” dedi, hayal kırıklığıyla, “gerçi yiğit adam, yirmi yıl kaçmaz düşmanından. Değirmenin içinde bekleyip de tuzak kurmaz hasmına.”

Bir tane de değirmenin kalın duvarlarına gömülü küçük penceresine sıktı. Burada olduğundan emindi oysa. Aşağı köylerin birinde kumara dalan iz sürücüsü kesin bir dille değirmenlerde olduğunu söylemişti, düşmanının.

“Çık,” dedi yılgınlıkla, “Çık.” Tüfeğini yere doğru indirdi, başı öne düştü. “Çık,” diye mırıldandı. O yediği balın arısını bile bulan adam yanılıyor muydu yoksa? Öyle, uzun süre ‘çık’ diye sayıkladı bir zaman. Gün döndü, tepeler karardı. Gece boyu, yerinden kıpırdaman ‘çık’ dedi de başka bir şey demedi. Put gibi üç gün olduğu yerde atın üstünde durdu.

“Sen oğlumu,” dedi üçüncü günün şafağında uykudan uyanır gibi, “Yusuf’umu!”

Bir kurşun daha sıktı, değirmenin tanrı buyruğu almış gibi dünyada olup biten kötülüklere aldırmadan huşuyla dönen çarşaflı tahta kanatlarına. İçeriden hiç ses gelmedi yine. Atından indi, ayakları uyuşmuş, donmuş gibi yürüyemeden olduğu yere düştü, sırt üstü döndü ve mavi gökte sessizce süzülen göçmen kuşlara baktı, “Çık,” diye bağırdı yumruklarını sıkarak. Sonra aradığını bulamamanın hırsıyla, içindeki yangını söndürememenin hıncıyla hüngür hüngür ağladı.

O gün bugündür, Batı Akdeniz’in ve Güney Ege’nin dağ köylüleri, geceleri ormanların kuytu yerlerinde kurt ulumasına benzer yürek yakan ağıtlar işittiklerini, zaman zaman da gündüzleri atlı bir ihtiyarla eşek üstünde şişman kısa boylu bir adamın tüfeklerle yana yöne ateş ederek eski, terk edilmiş, boş değirmenlere saldırdığını, bazılarını da yaktığını söyleyip dururlar.


Ahmet Akdere

0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

Comments


bottom of page