O sabah uyanır uyanmaz intihar etmeye karar veriyorsun. Birkaç aydır yüreğini cendereye sokan mütereddit hâlin ağırlığının omuzlarından kalkmış olması içini ferahlatıyor. Bir müddet yatağından çıkmıyorsun. Aylardır süren kararsızlığını, seni bu düşünceye sevk eden yalnızlığını düşünüyorsun. Bu hayatı yaşamanın anlamsızlığı altındaki boşuna çırpınışlarına esef ediyorsun. "Ölmek nasıl bir şey, ya kendi canına kıyabilmek nasıl bir delilik?" diye iç geçiriyorsun. Asıl deliliğin bu hayatı yaşamak olduğuna hükmediyorsun. “Ölmek, huzura ram olmak...” Ölümü ne çok yakıştırıyorsun kendine.
Karar vermiş olmanın rahatlığı, endişe hâli sezilen yüzünde hercai bir ifade bırakıyor. Aynaya bakmaktan çekinerek giriyorsun banyoya. Başını lavabonun önüne eğip soğuk suyu duyumsuyorsun avuçlarında. Yüzünü arınmak ister gibi defalarca yıkıyorsun. Aynaya bakmaktan imtina ediyorsun ilkin. Kendinle yüzleşmekten korksan da bütün cesaretini toplayıp doğruluyorsun. Ölmek isteyen yüzüne bakıyorsun iğrenerek. “Bu gece,” diyorsun karşındakiyle konuşurcasına. “En iyisi gece… Herkes uykunun tatlı kollarındayken ölümün müşfik kucağına bırakırım kendimi. Ölüm, uykunun kardeşi değil mi zaten?” Yüzünde anlamlandıramadığın bir ifade beliriyor. Koşarak kaçıyorsun kendinden.
Perdeyi aralayınca ılık sonbahar güneşi, bütün yaşama sevinçlerini ardına takarak doluyor odana. “Eylül,” diyorsun. “Hüzün ayı... Şairlerin şiirlerine matem düşürdüğü, yazarların hüzün yoğurduğu ay. Neden böyle umut dolusun? Dün de ondan önceki gün de böyle miydin, yoksa bugüne mi has güzelliğin?” Sana inat tüm kederlerinden sıyrılmış gibi görünüyor. Güneş seni vazgeçirmek ister gibi doluyor odana. Sıcaklığını hissediyorsun tüm bedeninde. Gayriihtiyari camı açıp soluklanmak istiyorsun. Temiz hava üzerindeki ölü toprağını savurunca tedirgin oluyorsun. Alelacele camı kapatıp perdeyi çekiyorsun. Dışarısının canlılığı ürkütüyor içini. Yeniden tereddüt deryalarına savrulmaktan korkuyorsun. Karar vermenin ölmekten daha zor olduğunu bildiğinden kararında sebat ediyorsun. Bir daha aynı şeyleri yaşamayı göze alamıyorsun.
Öğleden sonra Mehmet arıyor. Açana kadar arayacağını bildiğinden ikinci aramasında cevaplıyorsun. “Hastayım,” diyorsun. “İlaç aldım, biraz dinlenirsem sabaha bir şeyim kalmaz.” Daha başka yalanlar da söyleyip kapatıyorsun. Yeni bir sabahı göremeyeceğini hatırlamak içini burkuyor. Boğazındaki yumruyu, midendeki bulanmayı hissediyorsun. Mehmet'in ölmüş bedenine baktığı andaki yüzünü düşünüyorsun.
Yarın yeniden arar, bakmayınca merak edip kapıya dayanır. İçeriden cevap gelmeyince kapıyı kırarcasına çalıp tüm komşuları ayağa kaldırır. Buraya taşındığın gün ona verdiğim yedek anahtarı telaşla arar ceplerinde. Bulamayınca koşar adım arabasına iner. Birkaç dakikalık gecikmeyle kapı açılır. Mehmet, deli gibi odaları dolaşır. Neden sonra bir çığlık yükselir tok sesinden. Ambulans ve polis sirenleri duyulur. Yalnızlığa ve sessizliğe alışmış evimde yabancı ayaklar dolaşır pervasızca. Polis telsizlerinin cızırtıları yankılanır kirli duvarlarda. Kimsesizliğimi bildiğinden kimsem olur Mehmet. Dün konuştuk, hastayım dedi, der genç polis memuruna. Bildiklerini anlatır yaşlı gözleriyle. Zabıt tutulur. Olay yeri inceleme yapar, cesedim morga kaldırılır.
İç sıkıntısıyla yeni bir sigara yakınca okuduğun kitaplardaki intihar sahneleri üşüşüyor aklına. Zihnini zorlayınca çamaşır ipiyle kendini izbe otel odasına asan karakteri hatırlıyorsun. İp bulmak için ümitsiz bir hâlde evi aramaya koyuluyorsun. Ümidini kaybettiğin anda balkondaki hiç kullanmadığın çamaşır ipini hatırlıyorsun. Önceki kiracının astığını düşündüğün, güneşin altında yıllarca kalmış bu ip güven vermese de gayet rahat tavırlarla çözüyorsun yerinden. Bu kadar rahat olmana hayret ediyorsun nedense. Yatak odasında karar kılıyorsun lakin her tarafı beton yığınlarıyla kaplı bu dört duvar arasında ipi tavana bağlayacak yer bulamayınca dudaklarına okkalı bir küfür yerleştirip elindekini bir kenara savuruyorsun. Zihnin bütün intihar senaryolarını sıralıyor önüne.
Şimdi şuradan iskeleye inerim. Karşıya geçen ilk vapurdaki kalabalığa karışırım. Vapur, Boğaz’ı ortalayınca gözden kaybolurum. Kimsenin görmediği bir köşeden sarkarım denize. Ayaklarım soğuk suya değince kendime gelir gibi olurum. Su, yeni bir yaşam sunmak ister tüm cömertliğiyle. Bir an kendimi yukarıya çekme arzusu duyarım yaşamanın çekiciliğiyle. Bu arzuya boyun eğme korkusuyla aniden bırakırım ellerimi.
Dışarıya çıkmayı göze alamıyorsun. Rüzgârı teninde hissedince vazgeçmekten korkuyorsun. Akşama doğru sıkıntın artıyor. Ölüm damarlarında geziniyor âdeta. Her solukta o soğukluğu hissediyorsun. Bedenin buz kesiyor. Oturduğun yeri değiştirip yeni bir sigara yakıyorsun. Göğsünün üzerindeki ağırlığın korkudan mı endişeden mi olduğunu kestiremiyorsun. Korktuğun bir şey varsa bunun yaşamanın cazibesine kapılmaktan olduğunu bildiğinden daha fazla ertelemek istemiyorsun. Emin adımlarla mutfağa doğru ilerliyorsun. Kirli mutfak tezgâhının altındaki dolabı açıp üzeri yağ bağlamış mutfak tüpünü aldığın gibi yatak odasına yöneliyorsun. Kucağındaki tüple hiç toplamadığın yatağına girip yorganı sıkı sıkı kapatıyorsun. Bütün ikrarınla gaz vanasını açıyorsun. Yoğun gaz kokusu genzini yakıyor. Öksürmeye başlayınca yorgana daha sıkı sarılıyorsun. Ölümün güzelliği ağır basıyor artık. Bedenin uyuşmaya başlıyor tedricen. Gözlerinin kapanmaya başladığı esnada bir el yorganı aralıyor. Bulanıklaşan görüntüde Mehmet’in siluetini seçiyorsun.
Ahmet Ergin
Comments