“Çeyizimi satıyorum abla. E, ne yapayım? Olmadı. Olsaydı iyi olurdu ama olmadı. Bu saatten sonra da olmaz. Gerçi zaman değişiyor. Şimdikiler beğenip de benim çeyizimi alır mı onu da bilmiyorum ya olsun. Hiç olmazsa elime biraz para geçer. Kulağında olsun abla.”
Elindeki fincanı önünde duran kahverengi, ayakları küçük, ucuz taşlarla süslenmiş sehpaya bıraktı Nurhayat. Çifte kavrulmuş küçük lokumundan bir ısırık aldı. Rejim yaptığından değil ağzının tadı kalmamıştı ne vakittir. Allah ağzımızın tadını bozmasın dediği bu muydu annesinin? Ne yiyip ne içse keyif almıyordu. Ağzının tadı bozulmuştu işte. “İnsan iki kişiliktir,” derdi bir de annesi. “Tek başına çekilmez dünyanın kahrı. Yanında biri olursa iş başka. Hiç kimse olmasa bile bir Köroğlu bir Ayvaz geçinir gidersin.” Nurhayat'ın hayatı hep tek kişilikti. Nurhayat hiç iki kişilik olmamıştı.
“Aa! O da neyin nesiymiş? Çeyiz satmak da nereden çıktı? Olur mu hiç öyle şey Nurhayat? Delirdin mi gülüm sen? Bakarsın biri çıkıverir. Belli mi olur Allah'ın işi? Erkek dediğin de sen ben gibi âdemoğlu. Soyu tükenmedi ya bunların da. Elbet senin de nasibin vardır. Hem olmadık işler yapmak uğursuzluk getirir bak. Aman diyeyim gülüm. Aman ha!”
“Amaaan Gülümser abla! Uğuru uğursuzluğu mu kalmış bu işin? Bundan âlâ uğursuzluk mu olur? Bu kaç oldu? Bir değil iki değil.”
“Kız deme öyle. Bak, Allah'ın gücüne gider? Sen ne bileceksin koca Allah'ın işini. Hem biri olmadıysa öbürü olmayacak değil ya. Allah en güzelini saklıyordur belki sana.”
“Abla demesi mi kalmış? Yaşım kaç oldu. Bir bu kadar daha mı yaşayacağım sanki? Ha bir ha iki derken, bu sefer oldu olacak derken olmadı. Öylece kalakaldım bir başıma.”
“Bak gülüm, Nurhayat'ım. Ben senin öz ablan sayılırım. Kaç yıllık komşuyuz. İlk senle annen çaldınız kapımı ben bu mahalleye geldiğimde. Annen, Allah rahmet eylesin iyi kadındı, çok iyi kadındı. Aramızda ekmek su hakkı var. Aynı sofrada yedik, aynı kaptan su içtik. Yeri geldi birbirimizin derdini sırtlandık. Sen gel beni dinle. Kesme ümidini. Her şeyde vardır bir hayır. Bir şey olmuyorsa vardır bir sebebi. Sen elin dediğine bakma. El ağzına bakan sel ağzına yuva yapar. Otur, düşün taşın ablam. Bana sorarsan bekle derim. Hem millet bu yaşa kadar bilerek evlenmiyor şimdi. Yok okuldu yok çalışmaktı derken. Şimdi en erken evlenen otuz, otuz beşi buluyor. Bilmezmiş gibi konuşma kızım. Görmedin mi Hanife'nin kızını?”
“Ablam. Benim melek ablam. Ben okul mu okudum, bir işe gireceğim diye mi uğraştım peki? Hiç. İkisi de yok. Babamdan kalan maaşla geçinip gittik annemle. Annem ölünce de bir başıma yetti de arttı bile babamın maaşı. E hani nerede benim evimin direği? Tamam, haklısın vardır bir hayır. Belki de hayrı budur bu işin. Nurhayat kulunun kumaşını böyle dikmiştir kader terzisi. Hem artık otuzu, otuz beşi mi kalmış abla? Benim yaşım oldu kırk üç. Bu saatten sonra evlen, barklan, çoluğa çocuğa karış. Benden hepi topu üç beş yaş büyüksün ama bak en küçük oğlun askerden dönecek. Büyüğünün boyunca çocukları oldu. Kızın Esma desen okulu olmasa şimdiye çoktan vardıydı kocaya. Bir de bana bak hele.”
Kahvesinden bir yudum daha aldı Nurhayat. Az şekerliydi. Öyle içerdi hep. Bir keresinde tuzlu içmişti. Annesi öldükten bir vakit sonra dantel ördüğü bir ikindi vakti tuzlu kahve yapmıştı kendine. O geldi aklına. Hep merak etmişti nasıl yapılır, istemeye gelene nasıl ikram edilir diye. Kimse gelip dünür olmayınca, kahvesini içmeyince kendi kendine yapmıştı. O dakika kusuvermişti. Boşaltmıştı içinde ne var ne yoksa. Yüzünde buruk bir gülümseme belirdi.
“Öyle işte abla. Satayım diyorum. Alıcısı çıkar mı dersin? Çıkarsa ne âlâ. Elime geçenle de şöyle sakin sessiz yere gider bir iki ay kafamı dinlerim. Ya da ne bileyim vereyim mi bir fakire sevabına? Duası yeter mi desem? Bilemedim. Epey de eşya var. Öyle ufak mufak olduğuna bakma, geçen şöyle bir serdim serpiştirdim, açtım baktım epey varmış. En çok da dantellere üzülürüm ama. Rahmetli annem kendi elleriyle yapmıştı çoğunu. Sonra bana geçti. Ben de şu ellerimle yaptım. Tek tek, emek emek uğraştım. Annemin ta o zaman yaptığı sabunluklar, lifler, havlular, patikler de öylece duruyor. Arada açıp açıp naftalinliyorum onları da. Belki bir iki tane ayırırım hatıra diye.”
Sustu. Kendi elleriyle yaptığı liflerle kocasının sırtını keselediğini düşünüverdi. Suyun altında elbisesinin ıslandığını, vücuduna yapıştığını. Sonra, kocasının gözlerini göğüslerine dikip birden ellerini tuttuğunu. Oracıkta, -o daracık banyoda- birbirlerinin olduklarını hayal etti. Gülümser'in sesiyle kendine geldiğinde bacaklarını kıstırdığını, eteğinin bacak arasında toplandığını fark etti. İnşallah Gülümser abla fark etmemiştir diye geçirdi içinden. Yüzünün kızardığını hissetti.
“Gülüm, Nurhayat’ım, güzel kardeşim, sen hiç tasa etme. Elbet vardır senin de bir nasibin. Bak o kadar bekledin belki de turnayı gözünden vuracaksın kim bilir kardeşim.”
“Yok, abla yok. Nasip masip beklemem artık. Küstüğüm dağın odununu yakmam ben. Kaderime küstüm bir kere. Hem olmasa ne çıkar ablam? Sen varsın, Halim abi var, Esma var, Murat var. İnsanın sizin gibi yoldaşları olduktan sonra başında bir adamı olsa ne olmasa ne?”
Yalan söylüyordu. İnsanın o saydığı yoldaşlarının olması için bir adama ihtiyacı olduğunu adı gibi biliyordu Nurhayat. Esma ile Murat gökten mi düşmüşlerdi, leylekler mi getirmişti yoksa? Şimdi onun da kocası oluverseydi. Ah ablam bizim adam gelmeden gideyim de yemeği yapıvereyim. Gün bir öğün üç. Ne yapsam ne etsem diye düşünüp duruyorum. Fasulyeyi zeytinyağlı sever, biber dolmasını da kıymalı, diye anlatıverseydi kocasının sevdiği yemekleri. Oğlan bir tuhaf oldu bugünlerde. Yemeden içmeden kesildi, bize de efelenir oldu durmadan, birine mi tutuldu ne yaptı, diye anlatsaydı çocuğunun yaptıklarını.
“Olsun gülüm. Olsun lelem. Nurhayat'ım. Üzme canını sen. Allah büyük. Elbet bir gönül kuşu gelir konar senin bahçene de. Sen yeter ki istemeye devam et.”
“İstemeye devam et ne demek abla? Ben hep istiyorum. Yatıyorum kalkıyorum istiyorum. Yatağa girerken, uyandığımda, ekmek aş yaparken, iki lokma yerken, yıkanırken. Her zaman, her an istiyorum. Ama başka türlü bir şey istediğim. Gerçekten istemedim desem değil. Aman kim olursa olsun yanımda bir nefes oluversin desem hiç değil. Peki ne? Neden bu kimsesizliğim?”
“Bak Nurhayat. Bak örüm. Sen akıllı kadınsın. Hep öyle oldun. Biz seni sağa sola, çoluğa çombalağa örnek gösterdik hep. Yine öyle ol lelem. Tek dur, sabret ki âlem kadın görsün.”
“Abla sağ ol var ol ama görsen bana bakışlarını. Geçen mesela. Pazardan dönerken elimdeki torbaları görünce Hatice ablanın bakışlarını bir görseydin. Durdurdu beni. Selamı kelamı öylesineydi. Gözünü alıcı kuş gibi elimdeki torbalara dikti. Ne yapacaksın onca şeyi Nurhayat? Bir başına nasıl yiyeceksin, deyiverdi. Oturup ağlayasım geldi abla oracıkta. Sokağın ortasında.
“Ah Nurhayat’ım. Ah yavrum. Sen bakma ona. Hatice dediğin de kim oluyor. Yüzünün rabbiyessiri gitmiş çoktan. Hem de lafçının biri. Onun ağzında yetmiş yedi dil var. Çevirir çevirir konuşur. Bırak seni beni, otuz iki kısım tekmili birden gitsek baş edemeyiz onunla. Allah'ın iki elli, iki ayaklı, bin fikirli, cin fikirli kulu.”
“Bir de gelini vardı yanında. Kolundaki bilezikleri şangırdata şangırdata yürüyor. Hatice abla aklıma çiviyle çakar gibi elli kere söyledi gelinin hamile olduğunu. Hoş söylemese de anladım gerçi ya. Derdim o değil. Allah kucağına almak nasip etsin. Gözüme sokmanın âlemi ne?”
“Kızım bakma sen onlara. Daha evleneli ne oldu şunun şurasında. Üç beş ay oldu olmadı. Yeni testinin suyu tatlı olur. Dediydi dersin. Hele biraz vakit geçsin. Kediyle köpek olur onlar. Hatice karısının yanında yorgun domuz eğlenmez. Sen takma kafana.”
“Neyse. Öyle işte abla. Ben kalkayım artık. Eline sağlık kahven pek güzel olmuş. Sen yine de bak sağa sola. Haber sal. Nurhayat çeyizini satıyormuş de. Bakarsın çıkar bir alıcısı. Bana yaramadı. Yarayan bulunur belki.”
Elindeki fincanı kahverengi sehpaya bıraktı Nurhayat. Kalktı. Kapıya doğru yürüdü. Geçerken portmantonun üstündeki boy aynasında gördü kendini. İsteyerek bakmadı, gözü çarptı geçerken. Nicedir bakmıyordu arkası sırlı camlara. Gözlerinin altındaki torbalar belirginleşse de güzeldi hala gözleri. Mavi en çok gözlerine yakışıyor demişti Ömer bir defasında. Ömer sevdiği ilk adamdı. Saçlarına gitti gözleri. Saçlarını yeni boyatsa da ağarmıştı yine. Elini saçına götürdü. Parmakları da irileşmişti. Yakup'un parmakları gibi olmuştu. Ömer bırakıp gidince beklemekten yorulduğu vakit Yakup diye bir adamla tanıştırmışlardı. Oturup bir çay içmişlerdi. O kadar. Yakup bardağı ağzına her götürüşünde ellerine bakmıştı Nurhayat. Kocaman elleri vardı adamın.
“Abla,” dedi tam gidecekken, “eğer olursa yani ne bileyim bir gün işte. Nikâh şahidim sensin, unutma.”
Gülümser doluktu. Belli etmedi Nurhayat'a. “Olurum tabi Nurhayat,” dedi, “hiç olmaz mıyım?”
Gitti Nurhayat. Gülümser içeri girince ağlamaya başladı. Nurhayat için. Çok ağladı.
...
“Hoş geldiniz, Hoş geldiniz? Buyurun, buyurun.”
Orkestra için ayrılan bölümde bağlamacı vardı. Adam kalın sesiyle oynak bir türkü söylüyordu. Gelinle damadın masasında Nurhayat oturuyordu. Başında bir taç. Üstünde bembeyaz gelinlik. “Giymem,” demişti, “bu yaştan sonra gelinlik mi giyilirmiş. Şöyle beyaz bir elbise yeter. Öyle davul zurna, halay, oyun moyun da yok.”
“Nurhayat abla, Nurhayat abla.”
Dönüp baktı Nurhayat. Gülümserin kızı, Esma. “Annem seni çağırıyor. Gelsin bizim masaya otursun ne dikilip duruyor orada.” dedi. Gitti Nurhayat. Bir şey demedi Esma’ya. Oysa kendini Derya'nın yerine koymuştu ne güzel. Derya değil o oturuyordu gelinle damadın masasında. Yanındakini, damadını, görememişti ama gelin kendisiydi. Sırası mıydı şimdi bozmanın?
“Gülüm, Nurhayat'ım. Ne öyle dinelip kaldın ayakta, gelsene yanımıza.”
“Hiç abla bakıvermiştim öylesine. Ne güzel olmuş değil mi Derya?”
“Allah senden razı olsun kızım. Allah gönlünün muradını versin. Sevindirdin garipleri. Beş kuruş almadın, bak sayende diziverdiler evlerini. Sen onları sevindirdin ya Allah da seni sevindirsin. Bu zamanda senin gibisi nerede? Hani hangimiz yaparız böyle iyiliği. Gerçi bana kalsa bekle dedim, kısmetin bulacak seni dedim ama nafile. Sen kafana koymuşsun bir kere.
Daldı Nurhayat. Gülümser'in dediklerinin hiçbirini duymadı. Gözü Derya ile kocasındaydı. Gelinle güvey. Ne de yakışmışlardı birbirlerine. Bu güzelliğin içine kendini yakıştıramadı bir tek. Ortalıkta kadınlar, kocaları, çocukları hep beraberdi. Küçücük bir mahalleydi zaten burası. Herkes tanırdı birbirini. Bir Nurhayat tekti. İçine bir ağırlık çöktü. Annesini düşündü, erkencecik bırakıp giden babasını. Belki de onlarla vuslat vakti gelmişti Nurhayat'ın. Bir düğüne bile koluna takıp getireceği kimsesi yoksa insan ne demeye yaşıyordu ki dünyada? Hem çeyizini de vermişti işte. Sevabına. Ölse ardından bir dua eden çıkardı ne de olsa. Daldı Nurhayat. Uzağa, çok uzağa daldı. Çocukluğuna, ilk gençliğine, hiçbir erkeği öpemeyeşine daldı. Göğsünde ağrı büyüdükçe büyüdü. Bu ağrı bu göğse fazlaydı. Şimdi, buradan gider gitmez dindirmeliydi acısını.
“Hişt!” dedi Gülümser, dirseğiyle dürttü Nurhayat'ı. İrkildi, kendine geldi kadın. Gözüyle Gülümser'in işaret ettiği tarafa baktı. Üzerine dikilmiş, bir çift gözü gördü. Adam gözlerini Nurhayat'a dikmiş öylece bakıyordu. Nurhayat'ın da kendine baktığını görünce gözlerini önündeki masaya indirdi. Masanın üzerindeki plastik bardakta duran gazozundan içti bir yudum. Nurhayat adama baktı. Gözünü kaçıra kaçıra baktı adama Nurhayat. Mahalleye yeni gelmişti bu kara bıyıklı, uzun yüzlü adam. Köşedeki yorgancının yanındaki ufak terzi dükkânını kiralamıştı. “Ayinesi iştir kişinin,” demişti Gülümser geçenlerde eteğini alınca. “Adam işinin ustası. Öyle baştan savma iş yapmıyor. Eteklik diye verdiğim kumaş vardı ya şu gül kurusu olan, eteği dikmiş, artanla üste bir de penye dikivermiş. Hem de parasını bile almadı. Başkası olsa o kumaşı alır, yetmedi der, artanı millete satar. Dürüst adam valla. Karısı ölünce satıp savmış evi barkı, çıkmış gelmiş bizim buraya.” Dinledi Nurhayat sonuna kadar. Kulağı Gülümser’de olsa da gözü karşıdaki masadaydı. Nurhayat'ın terziyle hiç işi olmazdı gerçi. Kendi söküğünü diker, yamasını yapar velhasıl böyle kesmeli biçmeli, dikmeli sökmeli her işini kendi görürdü. Adamın mahalleye geldiği vakitler umursamamıştı bundan sebep. Şimdi içinden bir şey aktı Nurhayat'ın. Adam çok belli etmeden ama anlaşılsın diyerek bakıyordu kadına. Acısı hafiflemişti Nurhayat'ın. Belki bu sefer...
Düğünün bitmesini beklemedi. “Bana müsaade abla. Gideyim ben,” deyip kalktı masadan Nurhayat. Terzi Mehmet’in yüzü düşüverdi o kalkınca. Utandı, bozuldu, üzüldü, kızdı.
Eve varır varmaz önce soluklandı Nurhayat, elini göğsüne götürdü, kalbi hızlanmış mıydı ne? Sonra oyalanmadan yatak odasına geçti. Eteklerinden birkaç tanesini indirdi dolabından. Dikişlerini söktü. Gömleklerinin düğmelerini koparttı. Pantolonlarının paçalarını bozdu...
Ahmet Fenar
Comments