“Efendim televizyon nereye kurulacaktı?”
“Oturma odasına. Klimanın karşı tarafındaki duvara lütfen. Rica ediyorum duvarı tam ortalayacak şekilde monte edilsin. Eski evimizde yamuk monte edilmişti üç yıl boyunca hanımdan azar işitmiştim.”
“Peki efendim. Müsterih olabilirsiniz.”
Ev taşıma işleminde her şey yolunda gidiyordu. Gökhan, satın aldığı yeni evini çok sevmişti. Okumayı sökünce göğsüne kırmızı kurdele iliştirilen bir çocuk ne kadar heyecanlı ve mutlu ise Gökhan’da aynı şekilde mutluydu. Fakat eşi Yeşim Hanım onun kadar mutlu değildi. Aslında önceki evi bir apartman dairesiydi ve buradaki gürültüden dolayı taşınmak istemişti. Şimdiki evleri biraz eski bir ev olsa da iki katlı müstakil bir konaktı. Yani tam Yeşim Hanım’ın istediği gibi sessiz ve sakin bir evdi. Yeşim Hanım, üç yıldır Gökhan’la evli olmasına rağmen bir çocuk sahibi olamamıştı. Bunun verdiği üzüntü ile önceleri dostlarına ve çevresine sarılmıştı fakat onların da aslında menfaat dünyasının içinde birer birey olduklarını anlayınca tüm insanlardan midesi bulanmış ve yalnızlığı tercih etmişti. Öyle ki adeta yalnızlığa esir olmuştu. Ne o yalnızlığı ne de yalnızlık onun peşini bırakmıyordu. Hayatında sadece canından çok sevdiği eşi vardı.
Bu ev, Yeşim Hanım’ın aradığı şartları taşıyordu ama içinde bu eve karşı istemsiz ve nedensiz bir endişe vardı. Ev yaklaşık kırk yaşında eski, ahşap ve kahverengi bir konaktı içindeki endişe ve korkuyu buna bağlıyordu. Neticede üç yıldır oturduğu apartman dairesi şehrin en gözde yerinde ve oldukça lüks bir evdi. Buraya hemen bir çırpıda alışamayacaktı.
Gökhan evdeki işçilerle ilgilenirken, camdan dışarıya dalgın dalgın bakan eşine gözü ilişti. Yavaş ve sakin adımlarla eşine doğru yöneldi. Kollarını, eşinin arkasından boynuna doladı. Naif ve gevrek ses tonuyla konuşmaya başladı.
“Canım iyi misin? Yeni evimizi beğenmedin mi yoksa?”
“Ahh… Yok, çok beğendim canım. Tam aradığım gibi sessiz, insanlardan uzak doğaya yakın.”
Gerçekten de ev insanlardan uzak doğaya yakındı. Şehre nazaran yüksek, dağlara nazaran alçak bir yerde çukur bir mevkide yer alıyordu. Dört bir tarafı çam ağaçları ile kaplıydı. Yakınlarında da ev sayısı oldukça azdı bu mahalle yaklaşık olarak yirmi müstakil evden ibaretti. Zaten Gökhan’da bu evi özellikle Yeşim Hanım için almıştı. Yoksa kendisi bu kadar uzak ve ıssız bir yerde oturmak istemiyordu ama eşi mutlu olunca o da mutlu oluyordu.
İşçiler işlerini bitirdikten sonra evden ayrıldılar. Evin neredeyse tüm işleri bitmişti bir iki güne tüm düzen oturmuş olacaktı. Hava yavaş yavaş kararmaya başlamıştı. Gökhan eşine yemek yapmamasını söyledi. Zaten bugün ikisi de oldukça yorulmuşlardı yemek yapmakla filan uğraşamazlardı. Gökhan telefonla tek tek bütün restoranları aradı ama hepsinden aldığı cevap aynıydı, “Bu kadar uzak mesafeye yemek servisimiz yok.”
Gökhan işin içinden çıkamayınca kendisi araba ile gidip almaya karar verdi. Bu esnada evin ufak tefek temizliğini yapan Yeşim Hanım, temizliğe evin alt katından başlamaya karar verdi. Zaten evin üst katını kullanmayacaklardı. Üst katta sadece iki oda, banyo ve tuvalet vardı. Bir de evin eski sahiplerine ait birkaç mobilya vardı onları da atmayı planlıyordu. Tam evin alt katını temizlemeye başlayacakken bir anda üst kata çıkıp bakmak istedi. Gıcırdayan merdivenleri birer birer çıkmaya başladı ve nihayet üst kata ulaştı. Üst kata çıkar çıkmaz sola doğru bir oda açılıyordu. Onun hemen karşısında ise banyo vardı. Tam karşı tarafta ise küçük bir oda vardı. Odanın kapısı ardına kadar açıktı içinde yalnızca eski bir yatak ve Yeşilçam filmlerinden kalma kahverengi ve üzerinde işlemeler olan küçük bir elbise dolabı vardı. Yeşim Hanım bunları bir an önce evden atmaya karar verdi. Kendisi oldukça titiz bir bayandı ve bu tozlu tahtalara asla tahammülü yoktu.
Yatağı tek başına atamazdı ama elbise dolabını atabilirdi. Dolabın boyutuna bakarak bunu bir çocuğun kullandığını düşündü. İki eliyle dolaba sarıldı ama dolap sandığında çok daha ağırdı. İçinde eşya olduğunu düşündü ama dolabın kapaklarını açınca bu ağırlığın sadece dolaba ait olduğunu gördü. Belki itekleyerek hole kadar getirebilirim diye düşündü. Zor da olsa dolabı hareket ettirmeyi başardı. Dolabı biraz sağa çekince dolabın yerinde diğer zemine nazaran bir kabarıklık gördü. Zemine eliyle vurdu ses hiç de tok değildi. Eliyle biraz daha bastırınca zeminin oynadığını hissetti. Eliyle oynayan kısmı tuttu ve kaldırdı. Kitap büyüklüğünde bir parçaydı bu. Parçayı çekince bir boşluk ile karşılaştı. Boşluğun içinde de bir kutu vardı. Yeşim Hanım çok korkmuştu ama kutunun içinde ne vardı merak da ediyordu. Kutuyu açmaya asla cesaret edemiyordu.
Kutuyu hemen yerine koydu üstüne de kapağını koyup zemini eski haline getirdi. Koşar adımlarla oturma odasına inip televizyonun son sesini açıp hiçbir şey yokmuş gibi ekrandaki filmi izlemeye çalıştı. Bir süre filme baktı ama yüreği hâlâ kıpır kıpırdı. Daha fazla dayanamadı son bir gayretle cesaretini topladı ve tekrar yukarıya çıktı zemindeki tahta kapağı çıkardı ve boşluktaki kutuyu eline aldı. Birkaç saniye duraksadı derin derin nefes almaya başladı ve kutuyu açmaya karar verdi. Sol eli ile kutuyu tutarken sağ eli ile kutuyu açmaya başladı. Kutunun ana gövdesi ile kapağı birbirinden ayrılmaya başlamışken bir anda kapının zili çaldı. Yaşadığı korku ile sandığı elinden atan Yeşim Hanım, koşar adımlarla kapıya doğru koştu. Korkuyla mercekten dışarı baktı neyse ki gelen Gökhan’dı. Nefes nefese kalmış bir vaziyette kapıyı açtı. Yüzü bembeyaz kesilmişti. Gökhan durumu fark edince, “Neyin var tatlım neden böyle nefes nefesesin,” dedi. Yeşim Hanım şimdilik bu kutudan Gökhan’a bahsetmek istemediği için, “Temizlik yapıyordum yoruldum ondandır,” dedi.
Gökhan çok acıkmıştı hemen masayı kurup yemek paketlerini açmaya başladı. Bu evde birlikte yedikleri ilk akşam yemeğiydi. Hem günün yorgunluğu hem de yemeğin çöktürmüş olduğu ağırlık ile ikisinin de uykusu gelmişti. Bir an önce uyumak istiyorlardı. Yemekten sonra birer bardak çay içip için odalarına çıktılar. Gökhan yorgunluktan başını yastığa koyar koymaz uyumuştu ama Yeşim Hanım’ın aklı hâlâ kutudaydı. Uyumakta zorlanıyordu kutu bilinçaltına o kadar yerleşmişti ki rüyasında bile kutuyu açtığını görmüştü. Sabah da yine bir korku ile sıçrayarak uyandı. Sağ tarafına baktı Gökhan yoktu. Hemen masanın üzerinde duran telefonunun ekranına baktı. Saat dokuz buçuk olmuştu bile Gökhan çoktan işe gitmişti.
Yeşim Hanım doğanın içinde güzel bir güne uyanmıştı ama aklı hâlâ dün bulduğu kutudaydı. Kahvaltıdan sonra hemen açacaktı fakat kahvaltı yapacak kadar sabrı yoktu. Kutuyu açmaya korkuyordu ama merak da ediyordu. Usul ve yavaş adımlarla yukarıya çıktı. Kutuyu eline aldı derin bir nefes aldıktan sonra nihayet kuyu açtı. Kutunun içinde siyah bir torba vardı torbanın içine baktı çok şaşırmıştı. Torbanın içinden bir kaset çıktı. Siyah renk, üzerinde Tahir-1991 yazan bir kaset…
Yeşim Hanım şaşırmıştı, kendisi yirmi sekiz yaşındaydı ve kasetleri en son çocukken görmüştü. Ne yapacağını bilemedi. Birden aklına Gökhan’ın dedesinden yadigâr kalan kasetçaları geldi. İnşallah çalışıyordur diyerek hemen kasetçaları bulmaya gitti. Çok geçmeden bulduğu kasetçaları fişe taktı. Neyse ki hâlâ çalışıyordu. Kaseti takıp oynatma düğmesine bastı. İlk otuz saniye boyunca kasetten yalnızca cızırtı sesi geliyordu. Biraz daha bekledi ama kasetten ses gelmiyordu belli ki boştu. Tam elini fişe götürdü ki solgun ve ince ses tonlu birisi, “Merhaba,” dedi. Yeşim Hanım şok olmuştu olduğu yere çöküp dinlemeye devam etti. Cümleye selam vererek başlayan ses, yine boğuk bir tonla ekledi, “Ben Tahir. Bu ses kaydını 2 Ocak 1991 tarihinden yapıyorum. Şu an ay farkını hesaba katmazsak on sekiz yaşındayım. Bu ses kaydını evimizin üst katındaki küçük ve sıkıcı odamda yapıyorum.
Her yere ve her şeye uzak bu yerde her Allah’ın günü yalnızlığıma ziyafet veriyorum. Artık çok sıkıldım. Sadece bu evden değil, hayattan, insanlardan her şeyden…
Önceleri her şey çok güzeldi aslında. Bu eve ilk taşındığımız zamanları hatırlıyorum da ne kadar da mutluydum. Arkadaşlarımla can ciğerdim aklımda hiçbir tereddüt, hiçbir gaile yoktu. Ama son iki üç yıldır her şey çok farklı olmaya başladı. Önceleri her gün arkadaşlarımla birlikte vakit geçirir kendime bile vakit ayıramazdım ama son yıllarda gördüklerim beni onlardan da kendimden de soğuttu. Saf ve temiz duygularla çocukluk yıllarında kurduğumuz dostluklarımızın menfaate teslim olduğunu görmek ne kadar da acı. Çocukken elindeki gofreti benimle bölüşen insanların, bugün ekonomik nedenlerle kendini diğer insanlardan üstün tutması ne kadar da acı. Bu devirde her şey para olmuş meğer. Artık sadece param kadar arkadaşım var yani hiç…
Bazen geçmişi çok özlüyorum. Temmuz ayının öğlen sıcağında terimizin son damlasına kadar futbol oynadığımız vefalı arkadaşlarımı çok özlüyorum. Bir bardak soğuk suyu hiçbir zaman bizden esirgemeyen yüreği güzel esnaf amcaları da…
Sürekli birbirine bakıp gülüşen ama birbirinden nefret eden insanlar topluluğundan bıktım.
Tüm bunların yanında bir de o var tabii. Beni şu karşı kuleye mahkûm eden o.
Her neyse bu kaseti kim ne zaman dinliyor bilemiyorum. Belki bir sene sonrasıdır belki on belki de yirmi ama eğer yalnızlığıma ilaç olmak ve ruhumu serbest bırakmak istiyorsanız sizin için bahçedeki ulu çınarın kuzey dip kısmına gömülü bir kaset daha bırakacağım. Lütfen beni yalnızlığımın nefesinde oksijensiz bırakmayın. Görüşmek üzere…”
Yeşim Hanım dinlediği kasetin şokundan çıkmakta zorlanıyordu kaset biteli üç dakika olmuştu ama o hâlâ donuk bakışlarla boş duvara bakıyordu. Aslında bunda haksız da değildi 1991 yılından yani bundan tam otuz üç yıl öncesinden biriyle sohbet ediyordu üstelik bu kişi o yıllarda bu evde yaşamıştı. Tahir’in yaşadıklarını merak eden Yeşim Hanım hemen üstüne bir şeyler alıp bahçedeki çınara doğru gitti. Eliyle kuzey yönünü kazdı ama bir şey bulamadı belki de daha derin kazmalıydı. Kilerdeki kazma küreği alıp o bölgeyi kazmaya başladı. Yaklaşık kırk santim kazınca yine bir kutuya ulaştı fakat bu kutu diğerinden farklı olarak demirden yapılmıştı. Herhalde Tahir bunun çok uzun yıllar sonra bulunabileceğini de hesaplamıştı ki tahta bir kutuya koymamıştı.
Yeşim Hanım hemen kutuyu açıp içindeki kaseti aldı. Kaseti dinlemeden önce Tahir’in ilk kasette söz ettiği kuleyi görmek istedi. Evlerinden de bu kule görünüyordu zaten evlerine de çok yakındı. Kuleye doğru yürümeye başladı. Yolda birkaç komşusuna rastladı onlardan da bilgi almak için tanışmaya karar verdi. Evlerinin bahçesinde oturan üç yaşlı kadına doğru yanaştı. Selam ve hâl hatır sorma faslından sonra yan taraftaki konağa yeni taşındıkları belirtti. Yeni komşuları Yeşim Hanım’ı gayet sıcak karşıladı. İçlerinde en yaşlısı olan Füsun teyze cümleye atıldı. “Hanım kızım ben yaklaşık kırk yıldır burada otururum. Buralar çok güzeldir sessiz ve sakindir kırk yıldır kirli egzoz dumanlarının ve beton taş yığınlarının ulaşamadığı tek yer burasıdır. Buraya taşınmakla çok iyi etmişsiniz zaten sizin evde yaklaşık olarak yirmi beş yıldır boştu. Sahipleri taşındıktan sonra yirmi beş yıl boyunca boş kaldı. Evi satmadılar hiç de gelmediler sonra vefat ettiklerini duyduk herhalde varisleri size sattılar. Onlar da akrabalarıdır muhtemelen başka kimseleri yoktu çünkü. Ahh! Zavallı Necla Hanım. Ne de iyi insandı. Tahir’in ölümünden sonra aklını kaybetti kadın o evde her günü zindandı. Zaten yedi yıl kalabildiler sonra memleketlerine döndüler bu evi de satmaya kıyamadılar. E tabii Tahir’in anıları bu evdeydi gencecik babayiğit toprak oldu kolay mı?”
Yeşim Hanım duyduklarına şok olmuştu. Tahir ölmüş müydü? Hem de genç yaşta.
2024 yılındayken 1991 yılındaki bir ölü ile sohbet etmişti yani. Yeşim Hanım’ın tüyleri diken diken olmuştu. Ne diyeceğini bilemiyordu. Soğuk soğuk terler dökerken ani bir hışımla yeni komşularından müsaade isteyerek ayrıldı. Eve gelir gelmez hemen bahçeden aldığı kaseti taktı.
Tahir yine konuşmaya başladı.
“Tekrardan merhabalar. Beni yalnız bırakmayacağını biliyordum. Beni tanıyan ama benim onu tanımadığım biriyle sohbet ediyor olmak ne kadar da güzel bir duyguymuş. Bugüne kadar hep tanıdığım insanlarla sohbet ettim aslında insanları tanımak o kadar da iyi bir şey değil. Önceleri hep kendimi kandırırdım. İnsanların bahanelerini makbul görürdüm. Ama onları tanıdıkça bu durum sadece bana keder oldu. Benden bir tavsiye duymak istersen sana şunu söyleyebilirim.
Kendini kandır zira gerçekler, kendini kandırmandan daha acıdır. Dünya o kadar kirlenmiş vaziyetteki aldığım oksijenler bile ciğerlerimi ihya edemez durumda. İnsanların kirli düşüncelerinin zuhuru olan nefesleri ile her gün daha da kirlenen bu dünyada daha fazla yaşamak istemiyorum. Bu insanların bir leş bulduktan sonra sadece kendisinin yemesini isteyen hayvanlardan ne farkı kalmıştır.
Hatırlarsan sana ilk kasette ondan da bahsetmiştim. Beni şu kuleye hapseden, ruhumu kulenin etrafına bir çember kılan ondan…
O benim susuz çölüme bir vaha, kurak tarlama yağmur, en güzel sohbetimin en kıymetli kelamı ve de bakışları ile yüz kaslarımı hareket ettiren tek insan. Ben o olmadan mürekkepsiz bir kalem, gülsüz bir bahçe, kafiyesi olmayan bir şiir gibiyim. Onun hasreti, anne sütüne hasret kalmış bir çocuğun iniltileri gibidir. Ona kavuşmanın hayali, açlıktan karnına taş bağlayan garibanın, küflenmiş bir ekmeğe kavuşma hayali gibidir.
Tüm ağaçlar kalem olsa ve de tüm denizler mürekkep, yine de tek bir ressam onun o kara gözlerini çizmeye kâdir olamaz. Hiçbir tüccar, hiçbir antikacı ve de hiçbir mücevherat onun inci dişlerini bir araya getiremez. Hiçbir çiçek onun gibi papatya kokamaz.
O benim her şeyim ama ben ona karşı dilsizim. Ne bir kelam ne de bir söz söyleyebiliyorum. Ne o benim ne de ben onun olacağım. Ben ona bağlandım ama onu da kendime bağlayıp hayatını zindan edemem. Bunun için çoğu zaman ona kötü davranıyorum. Benden uzaklaşmasını sağlıyorum. Tüm bunlara rağmen ısrarla benimle görüşmeye çalışıyor. Ben ona bu kötülüğü yapamam depresif dünyamda onu da bir figür kılamam. Yokluğun içinde sürünürken onu da bu yolda aşınan bir elbisem yapamam. Ben bu dünyada uzun yaşayacak kadar kötü biri olamam. Bu kadar kötü insanın arasında kalırsam ya onlar gibi olurum ya da şu anki gibi.
O, benim için ekinleri talan eden sağanağın ardından çıkan gökkuşağı olsa da benim iklimim yalnızca zemheri ayından ibarettir. Onun varlığı benim karanlık dünyamda ancak bir tebessümdür. Belki bir tebessüm, belki de birkaç günlük fasıl.
Senin de kafanı ağrıtıyorum ama inan ki bunları anlatacağım kimsem yok. Eğer sohbetimi sevdiysen senin için kulenin yine kuzey kısmına son bir kaset daha gömdüm.
Görüşmek üzere sevgili arkadaşım.”
Yeşim Hanım, Tahir’i tıpatıp kendisine benzetiyordu. Üstelik şairane konuşmasına da hayran kalmıştı. O an içinden geçenleri bu kadar güzel dile getirmesine hayret etmişti.
Yeşim Hanım evden çıkıp hemen kuleye doğru hızlı ve nizami adımlarla yürümeye başladı yolda yürürken, bahçesinde oturan Füsun teyzeyi gördü. Diğer komşular kalkmıştı o yalnız oturuyordu. Tahir hakkında daha fazla bilgi almak için yanına oturdu. Hemen konuyu açtı Füsun teyzeden Tahir’den bahsetmesini rica etti. Füsun teyze de önündeki sudan bir yudum alıp alt dudağı ile üst dudağı arasında gezdirdikten sonra cümleye giriş yaptı.
“Evladım. Tahir hepimizin sevdiği, hayat dolu, gayet efendi bir insandı. Boyu gayet uzun fazla kilosuna rağmen yakışıklı, küheylan gibiydi. Ölümünden birkaç yıl önce bir haller oldu bu oğlana. Hayattan soğudu o eski Tahir gitti başka biri geldi sanki. Hiç kimse anlam veremedi. Her gün uyanır uyanmaz şu kulenin tepesine çıkardı akşama kadar tepede durur donuk donuk karşıya bakardı. Kule onun tek arkadaşıydı. Önceleri çevresi çok genişti. Eve uğramaya vakti bile olmazdı her gün bir davette her gün bir arkadaşıyla birlikteydi.
Son iki üç yılına kadar bu durum böyleydi son iki üç yılında ise tek arkadaşı şu kule oldu. Hep oraya çıkar bir şeyler mırıldanırdı. Şarkı mı söylerdi derdini mi söylerdi o kadarını duyamıyorduk. Bir gün de işte böyle yine hava çok güzel, bahar gelmiş, çiçekler açmış; çoluk çocuk, komşular hepimiz kulenin yanındaki merada piknik yapıyoruz. Bir anda güneş bulutların arkasına girdi e haliyle hava da biraz kararmış oldu. Çocuklar bu duruma şaşırdı bir an sessizlik oldu beş on saniye kimse konuşmadı. Sonra da kulakları felç eden o ses geldi. Hâlâ kulağımda kızım bak tüylerim diken diken oldu. Daha önce hiç duymadığım yükseklikte bir sesti…
O kulakları sağır eden ses, “Yeterrrrrr!” diye bağırdı ve ardından beş, bilemedin altı saniye sonra güm diye bir ses geldi. Oturduğumuz yeri bile titretti. Tahir kendini aşağıya atmıştı. Ah Kızım… O sahne hâlâ gözümde canlanır. Yanına vardık ki o babayiğit çocuk pestil gibi yere yapışmış. Her taraf kan revan içinde kalmış. O günden beri kimse o kuleye gitmez zaten yüreğimiz de kaldırmaz.”
Yeşim Hanım bunları dinlerken gözyaşlarına hâkim olamadı. Hiç görmediği üstelik kendisinden yıllar önce yaşamış ve ölmüş biri için hüngür hüngür ağlıyordu.
Koşa koşa kulenin kuzey kısmındaki yeri kazmaya gitti. Demir kutudan çıkan kaseti alıp eve koştu. Bir eliyle gözyaşlarını silip diğer eliyle kaseti taktı. Gözyaşlarını ha bire siliyordu ama hıçkırıklı ağlamasına bir türlü mâni olamıyordu. Kaseti oynatma tuşuna bastı. Tahir konuşmaya başladı.
“Yeniden merhaba bu son kaseti de aldığına göre ruhum özgürlüğüne kavuşmuş demektir.
Kısa bir zaman olsa da dünyada eziyet içerisinde yaşadım. Bir anda çekip gidince ruhumun da eziyet içinde sürüneceğini biliyorum ama bu dekoratif yığını dünyadan kurtulmak için bunu yapmam gerekiyor. Bunu senin sayende başardım. Bedenimi bu dünyadan, ruhumu da hapsolduğu yerden kurtardığın için sana çok teşekkür ederim dostum. Ünlü şairin de dediği gibi, “Bir gün akşam olur biz de gideriz. Kalır dudaklarda şarkımız bizim.” Sana ve hayatıma şu dörtlükle veda ediyorum.
Kuleden,
Ses geliyor kuleden.
O kaş o göz değil mi?
Beni o yâre kul eden.
Hoşça kal sevgili dostum. Günün birinde görüşmek dileğiyle…
Ben Tahir.”
Ahmet Furkan Demir
Commentaires