Bulunduğu çevrede “otantik” sözcüğünün daha çok özgünlüğü olan yerel değerler için kullanıldığını duymuştu. Sözcüğün tanımını da kafasında böyle oluşturmuş, sözlükteki karşılığını hiç merak etmemişti. Yine de sanatla küçük yaştan başlayarak ilgilendi. Otuz yılda üç öykü kitabı hazırladı. Yüz kadar şiir yazdı. Ayrıca ruhsal patlamalar esnasında karaladığı günlükleri, sarhoşken yazdığı denemeye benzer metinleri kurmacayı andırır. Bazen fantezilerini bir anı gibi gerçek kişilerin eşliğinde yazmış. İyi yazarların kötü hayatları olur, dedikleri doğru olsa gerek. Gerçi onun ne derece iyi yazar olduğuna benim karar vermem güç, buna zaman karar verecek. Ben sadece zamanın ona dikkat etmesini sağlayabilirim.
Aziz Baş’tan söz ediyorum. Cennette Unutulan Çocuk isimli bir şiirinden ve toplamda yüz dört adet satmış öykü kitabından başka, ortalıkta hiç görülmemiş bir yazar bu. Tek eleştirmeni kitaplarla pek işi olmayan yakın dostu Umut Diker olsa da şimdi artık ölmüşken onu önemli bir insan haline getiren bir sırrın açığa çıkarılması şart.
Bu sır Aziz Baş’ın doğal utancıydı. Hafifsenecek, unutulacak bir tarafı da yoktu. İradedışıydı ve güzel, tatlı bir hayatın bile asla iyileştiremeyeceği bu utanç, onun hayatının öncesine dayanıyordu. Sanatla, sarhoşlukla, yer yer delilikle bu utancı örtmeye çalışsa da en sonunda, ölümüne yakın yazdığı bir hikâyeyle kendini ele verdi. Ancak parlak bir gözün aydınlatabileceği bu hikâyede Aziz Baş, anlatıcısına atalarından söz ettiriyordu. Hikâyeye geçmeden önce, şu malum sırrı okuyucuyla paylaşmam gerek. Ardından zaten hikâye görünür hale gelecektir.
Babası Çumra’nın zenginlerinden Mahmut Baş, oduncu lakabıyla bilinen bir kereste tüccarıydı. 1940’lı yıllarda yüz elli kilometrelik ovada orman örtüsü tükenince bir süre işsiz kalan bu zat, nerden ilham aldıysa Konya’da ülkemizin ilk mermer ocağını açmıştı. İş yaşamında yenilikçi ve güçlü bir kişi olmasına rağmen Aziz Baş’ın hayatında, babasının pek bir önemi yoktur. Adamcağız, odunun kâğıt paraya dönüşmüş bir biçimiydi. Yıllarca sessiz sedasız para biriktirdi. Kim bilir belki de zengin olma dürtüsüyle sanat yapma dürtüsü aynı kaynaktan geliyordur. Babası öldüğünde Aziz, acı dâhil hiçbir şey hissetmedi. Zaten Aziz’e acı yaşatmayıp yalnızca acıyı aktarmaktan başka suçu yoktu. Onu önemsiz, kısacık bir anıyla gömdü. Günlüklerinden aldığım bu anı şöyle: Aziz altı yaşlarındayken babası onu ormana götürmüş. Ormana girerken adam baltasının sapını bezle örtmüş. Meraklı Aziz de sormuş:
“Bunu niye yapıyorsun baba?”
“Küçük ağaçlar görüp korkmasınlar diye,” demiş.
“Ağaçlar baltadan korkar mı?”
“Hı hı…! Hem de nasıl! Korkarlarsa kururlar.”
Bu lakırdılardan başka Aziz, hiçbir yerde babasından söz etmiyor. Babasını aşılması gereken bir otorite olarak gördüğünü sanmıyorum. Sözünü ettiğimiz sorun (Acı mı demeli? Acı sözcüğünü sıkça kullanınca acıya alışıyor insan) onun babasının babasından başlıyordu. Tarih kitaplarında Delibaş Mehmet diye bilinen kanı bozuk, ufak tefek, kelebek bıyıklı zat; onun bizzat dedesiydi ve bu bilgi, kendisi hakkında öğrendiği ilk şeylerdendi. İlk yaramazlığında Delibaş’ın Aziz Dölü, dediler ona. Altı üstü okulda öğretmenin tebeşir kutusuna işemişti. Gözleri tıpkı dedesininki gibi ufacık ve manasızdı. Tabiatı kavgacı olsa da hiçbir kavgaya karışmazdı. Yalan söylemekten müthiş keyif alırdı. Dedesi hakkında söylenenlerin gerçek olup olmadığını araştırmak için ilçe kütüphanesine gittiğinde on dördündeydi. Kütüphane memurunun sevecenliğine kanıp vaktinin çoğunu, o zemini ziftle boyalı büyük odada, kitapların içinde geçirmeye başladı. Okumayı sevmişti. Kitaplar yalanlarla doluydu ama bazen gerçek dedikleri kitaplara da rastlıyordu. Bir gün ayaklanmalar başlığı altında, dedesi hakkında nahoş şeyler okuyunca kasabadan kaçmaya karar verdi. Dedesiyle ilgili yazılanlar öylesine yıkıcıydı ki!... Delibaş Mehmet mayısta beş yüz kadar adamıyla Konya’ya girdi. Önce Kuva-yi Milliyecileri öldürdü. Ardından Bele’nin ordusuyla kapıştı. Kaybedince gidip Fransızlara sığındı soysuz Delibaş. Yirmi birde tekrar Çumra’ya döndü. Yeniden bir ayaklanma başlatmak istiyordu ama kendi adamları tarafından rezilce öldürüldü.
O akşam annesine kasabadan gideceğini söyledi. Zavallı kadın, önce yalan bunlar, seni çekemiyorlar, sen paşa torunusun, dediyse de söz dinletemedi. Oğlan somurttukça somurttu. Dişlerini öyle bir sıktı ki annesi, çörezim benim, gel hele, otur şöyle deyip işin aslını anlatmaya razı oldu. Oduncu Hasan’la evlendikten üç yıl sonra, yani Aziz doğmadan önce Kaynatası, ona başına gelenleri ağıtlar eşliğinde anlatmıştı. Lafının sonunda da ölümü öp, kimseye deme demişti ya kadıncağız öleli yirmi yılı geçmişti. Böylece sırrı nakledip Aziz’in tarih bilgisindeki kuru ve yavan noktaları yeşertmeye girişti.
Delibaş, Fransızların hediyesi bir kese altın parayı kuşağına soktu ve on babayiğit adamıyla Çumra’ya geldi. Ova toz duman içindeydi. Toprak iyice pişmişti. Sanki demir tasta un helvası kavuruyordu Allah. Delibaş’ı hısımı Deli İmam karşıladı. Ona kavak gölgeli kuyu dibinde bir sofra kurdular. İki de davar devirip çobanın esmer kızını Delibaş’ın kucağına oturttular. Delibaş sabah ayazına dek kasıklarını üç kez bu esmer kıza boşalttı. Çipil gözlü, katilden ziyade haine benzettikleri bu herif, kesesinden çıkardığı bir altın parayı kızın bacaklarının arasına soktu. Bıyıklarının kanatlarını düzeltti. Bir türkü mırıldanmaya başladı:
Konyalım yürü
Yürü yavrum yürü, fistanını sürü
Şimdi de geçti de burdan Konyalının biri
Yürü yavrum yürü, fistanını sürü
Şimdi de geçti de burdan Konyalının biri
Hey heyy
Hani ya da benim elli dirhem pastırmam, pastırmam
Konyalıdan başkasına bastırmam of of…
Hırpaladığı esmer kız, kuyunun yanına kadar süründü. Adamlarından biri sıcak keçi sütü getirdi. Bir başkası, bir topak bal saldı süte. Bir başkası da altıpatları doğrulttu Delibaş’ın üstüne. Ağzını açtırmadılar herifin, yaktılar çırasını. Böğrüne altı mermi sıktılar. Deliklerden kanla karışık keçi sütü gelince, bak dediler, yörük kızına, geberttik Delibaş’ı. Birer altın da biz verelim sana. İşte oğul, o esmer kızın ısıttığı dölden Hasan doğdu. Ama bu döl, hain Delibaş’ın mı yoksa hainin uşaklarının mı Allah bilir. Nineciğin yoldan, istasyondan, savaştan, şundan bundan habersiz, Karaman yaylasında doğurmuş çocuğu.
Aziz Baş, kendi tarihini yorumlamaya gücü yetmediği için bu sırla (Lanet mi demeli?) yaşamaya çalıştı. İhanetin, bir duygunun (tespit edilemeyen bir duyguymuş) orantısızlığından kaynaklandığı söylenir. Kanla aktarılırken bir utanca dönüşen bu duygu, Aziz Baş’ın kaleme sarılmasına yol açtı. Geçmişi değiştirme gücüne sahip bir adamı anlattığı ilk hikâyesini bu sıralarda yazdı. Kimseye okutmaya cesaret edemediği bu hikâyeyi bir yıl kadar yanında taşıdı. Yakın dostu Umut Diker, bir nisan günü Aziz’in yanına gelip fısıltıyla bir hikâye yazdığını, bunu söylerken gözlerinin ışıl ışıl olduğunu söylüyor. Ne var ki Umut Bey, daha hikâyenin ilk paragrafında gülmeye başlamış. Alaya alındığını gören Aziz de dişlerini sıkıp hikâyeyi paramparça etmiş. Umut Bey yırtılan parçaları istemek için bir hafta sonra Aziz’in kendisine tekrar uğradığını da söylüyor. Ancak bu parçaların bir kısmını, kulak karıştırma çubuğu yaptığını ama bunu Aziz’e söylemediğini ekliyor, bir yandan da gülüyor. Aziz’in hep bir dergi çıkarmak istediğini, Otlaklık, diye bir isim seçtiğini de hatırlıyor. Röportajı bitirip beni kapıdan uğurlarken de aynen şöyle diyor.
“Aziz’den bir bok olmazdı, kendini nimetten sayıyordu.”
Aziz on sekizinde kasabadan kaçıp İstanbul’un kalabalığında kaybolmaya çalıştı. Bir yandan hikâyeler yazdı, günlükler tuttu. Arada esrar çekerek kendini başka bir insan haline getirmeye çalıştı. Pek yakışıksız işler de yaptı. Çıplak kadın dergilerine erotik hikâyeler gönderdi. Mutluluk Dağıttığım Günler şeklinde yazı dizisi hazırladı. Kendine has bir okur kitlesi edinmişken nedense halk erotizminden uzaklaşıp felsefi bir erotizme kaydı. Samanlıktan malikânelere taşınan aşk hikâyeleri okurlarını şaşkına uğrattı. Dergideki işini yitirince dershanelere paragraf soruları yazıp sattı. Hazırladığı soruların metinlerini, kendi metinlerinden seçtiği anlaşılınca davalık oldu. Devletle ilk kez bugünlerde tanıştığını ve ondan ürktüğünü günlüklerinde yazar. Ne ilgisi varsa, peşinden de ülkede Hegel’i anlayabilecek tek adam olduğunu ama filozofun eserlerini alabilecek parası olmadığından yakınır. Taşıdığı zekânın ve yeteneklerin toplumun ihtiyacı olan zekâ ve yetenekle örtüşmediğini, bu yüzden şimdi ölüp yaklaşık iki asır sonra tekrardan dünyaya gelmesi gerektiği söyler. Bu düşüncesini, çelişik bir biçimde, son notlarında da eklemiş. Ama bu kez gelecekte değil, geçmişte, bizzat dedesinden önce, dünyaya gelmesi gerektiği yazmış. Başta sözünü ettiğim parlak göz işte bu noktada kendini gösterdi. Dededen önce derken ve dededen sonra derken seçtiği milat ilgimi çekmişti. Merakım “Cennette Unutulan Çocuk” adlı şiirine götürdü beni. Bu şiir benim de ilk şiirimin yayınladığı dergide yayımlanmıştı. Bu tesadüfün de ötesi vardı. Şiirlerimiz derginin ortasında, sağlı sollu basılmıştı. Benimkinin adı “Cehennemdeki Elma Ağacı”ydı. İkimiz de şüphesi artık yitmiş olan şeylerin ortasına bir bıçak saplamayı seviyorduk. Sonra geçen baharda Aziz’in öldüğünü öğrendim.
En sonunda varlığına dayanamadığı için mi, yoksa kendine has kibri tüm ruhunu örttüğü için mi tuhaf bir ölüm ritüeline girişti. Önce dedesinden kalan bıyıklarını kesti, saçlarını kazıdı. Gazetelere gönderilmek üzere on mektup yazdı. Her bir mektupta vatanına, ailesine, ülkelere, topluma, sınırlara, bilime, dinlere, türlü kutsala küfürler savuruyordu. (Elbette bu mektuplar yayınlanacak gibi değil!) Hakaretleri atılırsa eğer geriye kalan fikir şuydu bu mektuplarda: İnsan denen canlı, türünün son temsilcisi gibi yaşamalıydı. İçimizde bilmemizi engelleyen bir bilgi var. Belleğin derinliklerinde, katı bir bilgi bu: Ölümsüz olduğumuz. Yani biz ölümle birbirine bağlanan ölümsüzlüğü biliyoruz. Bu sert, katı bilgi yaşamın tek engelidir. Ben bunu şimdi aşıyorum.
Aziz Baş, önce bedeninden kanı rahatça boşaltabileceği bir düzenek hazırladı. Bileklerinde, ayaklarında ve boynunda delikler açtı. Perdeyi açtı, son yazdıklarını ayakucuna koydu ve 40 derecelik bir açı verdiği yatağını uzandı. Karşısından nisan güneşi geliyordu. Dağların tepesinde hala kar vardı.
Bir hafta içinde apartman ahalisi bir koku hakkında tartışmaya başladı. Kimisi ekşimiş yoğurt bu, dedi. Kimisi unutulmuş çöp. Kimisi de bodrum boşluğunda ölü bir kedi gördüğünü söyledi. Ev sahibi mayıs başında kirayı tahsil etmeye geldiğinde, kurutulmuş balık kokusu aldığını söyledi. Gelen polisler de kurutulmuş balıktan söz ettiler. Eve girince güneşe karşı uzanmış, renksiz ve sırıtan bir balık gördüler. Ellerini göğsünün üstünde birleştirmiş, bileklerinden sızan kan, yanlara doğru bir eğim yapıp ayakucundaki öteki nehirle birleşmiş, böylece ortaya kıpkızıl bir kubbeyi andırır bir şekil oluşmuştu. Gömlek cebinde kartona yazılmış şiirimsi bir not vardı. Özenle yazılmış bu notta, yorumların aksine kendini balığa değil, bir çiçeğe benzetiyordu. Meyvenin ortaya çıkması için çiçeğin ölmesi gerekiyor.
Tabii, bu cümlenin Hegel’e bir gönderme olduğunu ne polisler ne de eleştirmenler anladı. Yazık ki ayaklarından yere damlayan kan, ayak ucunda bir kutuya doldurduğu el yazmaların üstüne akmış, kızıllaşıp kararan sayfalar okunmayacak şekilde birbirine yapışmış. Meyvelerim dediği her şey, kanın altında kaybolup gitmiş. Yalnız ilk sayfanın köşesine başlık niyetiyle konmuş, bir sözcük okunabiliyordu: Otantik. Bunun çıkarmak istediği derginin taslağı olduğu belliydi. Hikâyeye gelince sanırım hikâye gerilerde kaldı. Hatırlamak için yeniden yaşamamız gerekiyor.
Ahmet Karakulak
Saygı ve sevgilerle Ahmet hocam.