top of page

Öykü- Ahmet Yılmaz- Kulübe

  • Yazarın fotoğrafı: İshakEdebiyat
    İshakEdebiyat
  • 20 Mar
  • 4 dakikada okunur

Poyrazlı bir günde sahilin genişleyip alabildiğine tekinsizleştiği uçta, kasaba sakinlerinin merhametine yakalanan bir anne kedi, alaca bulaca yavrularını kayalıklara taşımadan küçük ahşap kulübeye itinayla yerleştirilmişti.

Hava sert, insanı dışarı çıkarmamaya kararlı ve ayakları yerden kesecek kadar rüzgârlıydı. Bu iklimde zayıflara tutunacak dal gerekliydi. Maddi manevi bağlarından soyunmuş, dünyada çıt çıkarmadan kendi yağında kavrularak yürüyen bir avuç işportacı, bir kuruyemişçi, nohut pilavcı sergilerini alelacele toplamış kaçacak delik arıyordu.

Oltalar suda unutuldu. Sandallar bir dubaya emanet edildi, yük gemileri ve kotralar, balıkçı tekneleri denizin ortasına tutundu. Kıyı temizleme aracı peşine taktığı dünyanın pisliğiyle tereddüt içinde dolandı, bir iki turdan sonra pes edip motorunu susturdu. Karabatak silkelendi ve dalgakıranda toplaşmış hemcinslerine doğru kanat çırptı.

Sabah sporu yapanlardan bazısı sırılsıklam olmadan arabalarına, birkaçı bisikletlerine doğru koştular. Şansı olan, başını sokacak sağlam bir çatı ve bir sığınak buluyordu.

Adalar küçülmüş ve kararmış, denizin karşı yakası rahmete teslim olmuştu. Havaya bakılırsa az sonra tekmil kıyı şeridi aynı akıbeti tecrübe edecekti.

Gök kubbeyi yorgan edinip toprağı döşek yapanlar bile meydandan el ayak çekmiş, Allah'ın yağmuru şiddetli bir fırtınayla kol kola gözü kara bulutları sıkıp sarsarak bir felaket gibi arza ve uçsuz bucaksız maviliğin bağrına inmişti.

Gemilerin eskidiği, balıkçıların uğramaz olduğu eski rıhtımda saçı başı birbirine karışmış gençten biri yüzünü göğe çevirmiş, başına düşen iri damlalardan gayet memnun ayakta dikilmiş duruyordu. Kahverengi deri ceketi belini zor kapatıyordu. Yanaklarına dökülen iri damlaları nicedir bir âşık gibi özlediği, yağmurun vefası ve şifalı dokunuşlarıyla kalbinin teskin olduğu belliydi. İç geçirdi. Suda oynaşan dalgacıklarda hayatın sonsuz dönüşünü ve mutluluğun sebepsiz döngüsünü tahlil etti. Yalnızlığını aniden ve yakınmasız sevdi. Şurada bir başına sislere boğularak görünmez olmanın güzelliği, yokluklara ve darlıklara mazeret uydurmanın beyhudeliği apaçık ortadaydı. Tabiatta sürü hâlinde yaşamaya yazgılı nice mahlûkatın talihinden daha tatlı ve bahanesizdi. Tekim, benzersizim dedi. Dünyanın ilk insanından üstün ya da aşağı değilim. Kimseden alacağım yok, borcum da.

Telefonunu cebinden çekip kayalıklara doğru fırlattı. Kırıla kırıla denizin köpüklerine karışan oyuncağa göz ucuyla olsun bakmadı. Başını kaldırdı, kumral saçlarını parmaklarıyla geriye tararken, insansız ve ıssız yolda kimseyle çarpışmadan yürümekten başka hiçbir isteğin gönlünü hafifletmeyeceğinden emindi. Elleri cebinde, hissiz ve hayalsiz, bütün çocukluğuyla ve yeniden doğmanın saflığıyla yürümekle kendini aradığı ve bulduğu fikri ruhuna iyi gelmişti. Şarkı söyledi, kahkaha attı, dilediğince sessiz kaldı, su birikintilerinden gözü kapalı geçerken paçalarını ıslattı. Bulutlar azalmış, incelmişti. Yağmurun harareti dinmişti.

Denizden taşan dalgaların devirdiği küçük evinde daha gözleri açılmamış yavrularını yalayarak kendince tedavi etmeye çalışıyordu anne kedi. Birini ensesinden ısırıp bırakıyor, delikten kaçan bir başkasını tutup getiriyordu. Yağışın dinmesiyle açılan gökyüzünde, bulutların hışmından sıyrılan ikindi güneşi insanları sahile geri çağırıyordu. Bir anda ortalık ana baba gününe döndü. Kaykaylı gençler, bisikletli çocuklar, arkalarına yapışmış sevgilileriyle motosiklet âşıkları belirdi. Tasmalı köpekler dişlerini göstererek kordon boyunda sahiplerinin şanını arttırdı, tasmasız ama kulakları küpeli, uyuz köpekler çimenlere yayıldı. Piknik yapmasalar da çoğu misafir portatif sandalye ve masalarına kurulmuş, serin havayı ciğerlerine çekerek termostan tavşankanı çaylarını içmeye başladılar. Yakartop oynayanlar, hentbol oynayanlara özendi; sahil boyuna yeni yeni otomobiller dizildi.

Şehitler Camii’nin minaresinde billurlaşan ikindi ezanı rast makamında hüzün ve neşeye çağırıyordu cemaati. İmamın arkasında el bağlayan sekiz on kişiden beşi tesbihata kalmadan dağıldı, diğerleri namazın ardından okunan aşrışerifi huşuyla dinlediler. Kapıda lokum ikramı vardı, kim bilir hangi ahiret yolcusunun kırkı çıkmıştı. Delikanlının tatlılarla arası iyi değildi ama uzanan eli geri çevirmek ayıptı. Bir lokmada yedi, şükretti, hayrınız kabul olsun diyerek başı önünde merdivenleri indi.

Alnı yere değince hissetmiyordu dünyayı sırtında, yok yere tepesine üşüşen sıkıntıları buharlaşıp kayboluyordu âdeta. Kırmızı ışıkta durmayan bir taksi az kalsın bir kız çocuğuna çarpacaktı, yola kaçan topun peşinden fırlamıştı ama. Bahaneydi şeker, balon, yuvarlak bir cisim. Yarım saat evvelinde ağaçlar iki büklüm olmuş sapır sapır dökülüyordu, çayır çimen sel akıp gidiyordu, deniz üstünde ejderhalar köpürüyordu. Ya şimdi?

Herkes mutluydu ve hiç kimse yoktu yas tutan. Parkta salıncak, kaydırak, tahterevalli hep doluydu. Düşen kalkıyor, kim ağladıysa derhal balon yahut pamuk şekerine karşılık susuyordu. Çekirdekler yenip kabukları yere atılıyordu. Ortadasıçan oyununun tadını en çok çıkaran, bile bile yenilen babaların nazlı evlatları oluyordu. Anne kedi kulaklarını dikmiş etrafını seyrediyordu.

O sırada kılıksız, ağızları küfürlü bir öbek çocuk meydana çıkıverdi. Sağa sola bağırıyor, kayadan kayaya atlayarak milletin yüreğini ağzına getiriyorlardı. Kavruk, cılız bir tanesi kedi yuvasını keşfedince arkadaşlarına seslendi. Toplandılar. Kediler korkmuş, annelerinin altına saklanmıştı. Uzun boylunun, elindeki sopayı delikten içeri sokmaya teşebbüs ettiğini fark edip öne atılan orta yaşlarda bir kadın diğer çocuklardan işittiği kaba saba karşılıkla utanmış, bin pişman sırtını dönüp oradan uzaklaşmıştı.

Yavrularına gövdesini siper yapmış anne kedi, çocukların arsız davranışlarına inatla direniyordu. Uzanan ellerine pati vurdu,  hırladı, biraz daha ileri gitseler her birinin hakkından gelmeye niyetliydi.

Delikanlı, yassı ve büyükçe bir taşa çöktü, cebinden çıkardığı tütünü sarıp dudaklarıyla ıslattı. Az ötede denize karşı dikilmiş oltasını bekleyen şapkalı adamdan ateş istedi. Çakmağı yakarken bir gözünü kıstı. Kavruk çehresinde bir ışık yanıp söndü. Acıydı sigara, ekşi ekşi güldü. Yalnız adamın dumanı bile ödünçmüş. Kedi miyavlamasını duyar duymaz başını o tarafa çevirdi. Anne kedi ahşap kulübenin önüne boylu boyunca uzanmıştı. Yavrulardan her biri bir meme kapmış, gözleri yumuk yumuk emiyorlardı. Sıcaklığına doyuyor, doyuruyorlardı karınlarını. Şişen devrilip kendinden geçiyor, art arda muratlarına eriyorlardı.

Annesini aramayalı kim bilir kaç gün geçmiş, babasının mezar taşını unutmuştu. Ne dirilerle ne de ölülerle işim kalmış dedi kendi kendine. Hâlbuki bir hayvan bile… Kardeşleriyle miras anlaşmazlığından dolayı birbirlerine düştü düşeli, doğup büyüdüğü o güzelim şehirden de el ayak çekmişti. Çocukluk arkadaşları, yakın uzak akrabalar; konu komşu… Yabandı artık, yolundan sapmış. Taş atarak ceviz düşürdükleri bahçeler, çomak soktukları arı kovanları, karınca yuvaları, gelincikleri başına taç yapmış bayırlar ve papatyadan kolyeleriyle kuş gibi cıvıldayan kızlar… Tümü bir sisler kanyonunda kısa bir müddet belirip kaybolmuştu şimdi.

Boğazına takılan öksürüğü yere savurup aklına o an ne geldiyse taşlardan sekerek deniz kenarına indi. Tirşe mavisi suya akseden varlığı olanca çıplaklığıyla yakaladı. Aldanmıştı, aldatan da bizzat kendisiydi. Telefonuna gelecek çağrıyı, bir kısa mesajı gözünde ne kadar büyüttüğüne şaşırdı. Günlerce haftalarca onu adım adım takip etmiş, erguvanlı ahşap sokaktan geçmiş, okuduğu üniversitenin kampüsündeki bir kafede kaç defa kapının açılmasını beklemiş ve her akşam aynı düş kırıklığı ve pişmanlıkla dönmüştü kırık dökük hayatına. Denizin dibi camdan, insanoğlundan daha berrak ve teskin ediciydi. Midyeler kayalara yapışmış, dipte bir iki denizyıldızı solgun hayatlarına alışmış yuvarlanıp gidiyordu. ‘Bir küçük karabalık eksik’ derken onu da gördü ayaklarının altında.

O bir küçük karabalıktı. Söz dinlemeyip tehlikeli sulara dalan.

Bir koşu marketten aldığı mamayı anne kedinin önüne bıraktı. Hayvancağız da yorulmuş, gözlerini kısmıştı. Kokuyu alınca uyanıp miyavlamaya başladı.


Ahmet Yılmaz

Opmerkingen


bottom of page