Bütün yaşadıklarımı yanıma aldım, gidiyorum. Geride en ufak bir hayal kırıklığı bile bırakmadım, hepsini topladım. Hesabını sormak için paketledim. Az önce ormanlık bir yolu geçtim. İki tarafı ağaçlarla dolu, pencereyi açtığında içeri mis gibi havanın girdiği bir yol. Doğayla çoktan bütünleşmişim gibi hissediyorum. Hâlbuki daha yola çıkalı şunun şurasında ne oldu ki?
Varmadan tatmin olmayacağım, buna kararlıyım. O yüzden içimdeki sesi susturuyorum. Ne memnun ne de memnuniyetsiz olacağım. Mümkünse eğer hiçbir şey düşünmeyeceğim. Kafamın içi boş bir kâğıt gibi olmalı. Hiçbir şey yazılmamış, kenarları ya da ortası kırışmamış bembeyaz bir kâğıt.
İnsan olduğumdan tabii yapamıyorum, düşünüyorum. Gözlerim yolda, tek elim direksiyonda giderken kendimi anılarıma dalmış buluyorum. Önce çok ama çok öncelerden bir görüntü bulandırıyor önümü. Yirmi üç yaşındayım. İlk defa çok aşığım. Gece vakti yola çıkmış ona giderken bir yaz akşamının güzel kokusuyla gülümsüyorum. Şu an duyduğuma benzer bir koku. Azıcık doğa, azıcık umut karışımı.
Düşümle mutluyum ama sonrası da gelince ilk defa kırılan kalbimin acısını hatırlayınca… Neyse.
Yol yokuş yukarı devam ederken meraklanıyorum acaba ne kadar kaldı diye. Sonra düzlüğe çıkıyorum. İleride, az önce çıktığıma benzer birkaç tepenin ardında görüyorum sahili. O sahil, bütün sorularımın cevaplanacağı, umuyorum ki hakkımın teslim edileceği ve belki de biraz huzur bulacağım tek yer. Bana öyle vadettiler. Yavaşlıyorum. Hâlâ maddi dünyanın parçası olduğumu bana kanıtlayan yol kenarında durup pencereyi ilk kez sonuna kadar açıyorum ve bir kez daha bakıyorum. Korkuyor muyum gerçekten? Sanırım öyle. Gittiğimde hayal kırıklığına uğramaktan korkuyorum. Sahilde kimseyi görememekten, kandırılmış olmaktan korkuyorum. Ya bütün bunlar bir oyunsa. Bir eşek şakasını daha kaldırabilir miyim? İşe bak. Umuda giden yolun ortasında resmen şüphe etmek için durdum. Yapamam. Şimdi değil.
Radyoyu açıyorum. Sesimi bastıracak susmak bilmeyen bir şeye ihtiyacım var. Müzik, kâğıdın kırışmasını, çiziktirilmesini engellemek için üstüne koyduğum bir ağırlık olacak. Yani öyle umuyorum.
Olmuyor. Ne çalarsa çalsın daha beter yapıyor. Her biri benden çıkmış ya da bana yapılmış gibi. Bazılarının içinde en arkada çalan, diğerlerinin bastırdığı o enstrümanı bile duyuyorum. Beni on sene geriye götürüyor. Bazen de düne. Şimdide kalmam için ne yapmam lazım?
Garip, sebebini açıklayamayacağım bir karar veriyorum. Arabayı yol kenarında bırakıp kalbim ritim bozukluğu yaşayana kadar koşacağım. Az önce tepeler vardı baktığımda. Anahtarı kontaktan çekip kapıları kilitlemeden son bir kez daha baktım. Şimdi yol düz gidiyor. Sonra sola kıvrılıyor. Oradan sonrası sahil. Koşarım, mühim değil. Kafam uyuşacaksa koşarım.
Ellerimde toprak var. Parmaklarımın arasına yapışmış, kısa tırnaklarımın içine kadar girmiş. Yere hiç dokunmadım. Ya da bariyerleri atlayıp toprağa elimi sokmadım. Sıcağı yüzüme kadar vuran asfaltta koşuyordum sadece. Toprağın nereden geldiğini bilmiyorum. Bunu garipsemem gerekmez mi? Garipsemiyorum. Tek yaptığım ellerime bakmak. Ardından koşmaya devam ediyorum.
Ayaklarım yeri hiç olmadığı kadar sert dövmeye başlıyor. Bacaklarımın arası gittikçe açılıyor. İki ayağımın da havada olduğu anlarda bir hayli sıçradığımı, artık sadece koşmadığımı söyleyebilirim. Ama çok iyi, memnunum, çünkü sessiz. Çıt yok, rüzgâr yok, yaklaştığım sahilin kumsalı döven dalgaları yok, kuşların kanatları yok, göğüs kafesimde şiddetini hissettiğim kalbim yok… Duymuyorum. Sağır olduğuma şükredecek kadar kötüymüşüm demek ki.
Az daha var diyordum ki gelmişim. Kendimi onun karşısında bulunca fark ettim. Öylece duruyor orada, ufka bakıyor. Yüzünü seçemiyorum, gördüğümü adlandıramıyorum. Orada! Duruyor, bakıyor ve iç çekiyor. Detayını tasvir edemem ama gördüğüme eminim.
“Evet,” diyor bana. “Sor bakalım?”
“Sormaya değil,” diyorum, kulağıma her zamankinden farklı çalınan sesimle. “Cevap almaya geldim.”
“Önce sormalısın.”
“Hepsini biliyorsun ya!” Bir saniye… Bunu söylemedim. Bunu sadece düşündüm. Çünkü elindeydi, gördüm. Sorular tek tek yazılıydı. Her birinin üstü çizilmiş, sanki verilecek cevaplar çoktan hazırlanmıştı. Hatta içlerinden birini, en üsttekini gördüm. “Neydi?” yazıyordu. Madem öyle, peki…
“Neydi?” diye soruyorum, duruşumu dikleştirerek. Öyle bir havam var ki gören cevabı beğenmezsem bedel ödeteceğim zanneder.
Yetmez! Biraz daha emin olmalıyım kendimden.
“Neydi bu olan biten? Niye başka türlü olmadı?”
“Hür iradenle mi soruyorsun?”
“Öyle tabii,” diyorum. Başka ne olacak? Aklıma girecek biri yok ya yanımda. “Ben soruyorum.”
“Yanılıyor olabilirsin.” Gülümsüyor ama öyle bir gülümseme ki bu, alaycılık hissediyorum. “Bir kez daha düşün,” kâğıdı uzatıyor bana. “Olanı sormuş olamaz mısın?”
Daha yenilmedim. Mahcup bir çocuk gibi boynumu bükmeyeceğim. Tavrım aynı. “Ne fark eder?”
“Olanı sorduğunu kabul edersen olanı yaşadığını da kabul etmen gerek.”
“İtiraz edemez miyim yani?”
“Edemez olur musun? Edersin.’’
“Ediyorum o zaman.”
“Ettin de işte. Peki, ne değişti?”
Kafamı çeviriyorum. Bir sağıma bir soluma, kirli bir tülün arkasından bakıyormuş gibi gördüğüm manzaraya dönüyorum. Değişen hiçbir şey yok. Aynı her şey. Farklı bir duygudan, yeni bir heyecandan uzak.
“O zaman boşunaydı,” diyorum. “Yaşanılan her şey. O kadar acı, o kadar kayıp. Olanı yaşıyorsak eğer…”
“Hiç gülmedin mi?”
“Güldüm.”
“Sevdin de.”
“Evet.”
“Ve değiştin.”
“Öyle mi?”
“Tabii ki.”
Kolay kanıyorum. Sonuçta söyledikleri doğru olmalı. Bana öyle söylediler. Bu fikre alışmaktan başka çarem yok. Ne yapalım, denerim o zaman. “Olanı yaşıyoruz,” diye tekrarlıyorum. “Olanı yaşıyoruz.”
Gülümsüyor yine. “Yaşadın,” diyor. Ben bu tavrına kızamadan bir ayna uzatıyor elime. “Baksana. Göreceksin.”
Görmek istediğime emin değilim ama bakıyorum. Bakıyorum ve uyuşuyorum. Doğru ya. Böyleydi aslında. Artık çok geçti.
Elini şefkatle omzuma atıyor. Beni bir dost gibi kolunun altına aldığında “Söylesene,” diyor. “Yolculuk nasıldı?”
Aras Gençtürk
コメント