...ve hep rüzgârda kulağı,
Ama o yalvarıp yakardıkça,
sessiz ve üzgün bir yüzle dinliyor Meryem Ana,
bilerek beklediği oğlunun bir daha dönmeyeceğini.
Konstantinos Kavafis
Kendimden çok sıkılmıştım. Uzun zamandır yazmakla cebelleşiyor ama sıradan hayatımdan mütevellit yazacak pek de bir şey bulamıyordum. Yazmayı içinde aramaktan çok dışarıdan gelecek bir ilhamdan medet uman, birçok yeniyetme yazarda var olan toylukla kendimi bir deniz kenarına attım. Kaçabildiğim mesafe ancak büyük dedemlerin zamanında yaşadığı ve tahminen yirmi yıldır kimsenin ziyaret etmediği adadaki yıkılmak üzere olan evdi. Nihayetinde üstadın dediği yolun yarısı yaşında, beş parasız bir yazar müsveddesiydim ve benim de tıpkı o ev gibi yıkılıp vazgeçmem an meselesiydi. Planladığım üzere sabah erkenden kalkıp güneşin doğarken deniz üzerine üflediği büyülü renkleri temaşa ederek ruhumu yer kürenin somutluğundan soyutlamak üzere deniz kenarına indim. Sırtımı bir çam ağacına emanet edip uzun uzun göğe baktım. Burada uyanmanın, bir bodrum katında geceden kalma sigara kokusunun zamanında beyaz, şimdiyse griye çalan perde kumaşına sinmiş sakil sabahlarına uyanmaktan bu denli farklı olacağını düşünmezdim. Öyle ya, yaşama karşı kayıtsızlığım bedenimi nereye taşırsam taşıyayım hep içimde duran en müstesna lanetimdi. Maddeyi görünür kılan ışığın özü, denizin üzerinden yukarı doğru süzülüyor, ardında turunç renkli bir iz bırakıyordu. Göğün kızılı çarşaf gibi denizin kızılına karışıyor, ortaya çıkan görüntü birazdan başlayacak olan yaşamın ateşini alevlendiriyordu. Bir bulut boylu boyunca uzanmış, ardında saklanan belli belirsiz mor gövertiye müstehzi bir teselli veriyordu. Az sonra doğacak olan gün ışığını setreden telaşlı bir sis basması eşliğinde gözlerimi görünene kapatıp göz kapaklarımı zorlayan perdenin de yardımıyla içime dalıp ruhumu aradım. Hafif bir meltem tüylerimi ürpertti. Kulaklarımda akustik bir deniz kabuğu uğultusu vardı. Denizin sakin dalgaları karayla her buluştuğunda burnuma cezbedici bir iyot kokusu getiriyor, bu koku saçıma, sakalıma, tenime, kaşıma, kirpiğime, parmak uçlarıma ve oradan da ciğerlerime doluyordu. Anlam veremediğim bir vecd haline geçmiştim. Bu planladığım ilham arayışından o kadar fazlaydı ki kendimi doğaya gönüllü olarak kurban edip yazmaktansa yaşamayı seçeceğim muhtemeldi. İçimden ilahi cümleler, büyülü şiirler, boyumu aşan duygular geçiyordu. O ara şeytan usulca kulağıma fısıldadı, “Aç gözünü...”
Karşımdaki imge bu düşsel ana pek yaraşır fakat hakikate oldukça zıt bir manzaraydı. Uzun ince bir kayığın üzerinde tepeden tırnağa beyazlara bürünmüş bir kadın, bakışları karşıki adaya sabitlenmiş, denizi ürkütmeden kıyı boyunca süzülerek geçiyordu önümden. Kadim zamanların deniz büyücüleri gibi ona söz geçirebiliyor, kürek dahi kullanmadan dalgaların kuvvetiyle istediği yöne hareket edebiliyordu sanki. Uzun köpük beyazı saçları omuzlarından süzülüp suya değiyor, kefen gibi görünen şile bezi elbise ıslak bedenine yapışıyordu. Arkasında yüzü bana dönük kara kuru birkaç çocuk neşeyle şarkı söylüyordu. Kayığın geçtiği yerde deniz mavisine kavuşuyor, güneşin kızıllığı kadının yaşlı tenine zarar vermemek için göğe dağılıp yok oluyordu. İçinde bulunduğum halden hızla çıkmamı sağlayacak kadar gayri hakiki bu görüntünün etkisiyle ayağa kalkıp bunun bir sanrı olmadığını anlamak için kafamı sağa sola salladım. Gerçekti. Kadın usulca şiddetini artıran dalgaların ilerisinden köşedeki koyu ağır ağır dönüp gözden kayboldu. Ardında bıraktığı boşlukta deniz, koyun en ucundaki kaya çıkıntısına feryat figan kendini çarpa çarpa dövmeye başladı. Belli ki kadına bir borcu vardı ve mahcubiyetinden, ona tüm marifetini amade kılıyordu.
Ertesi gün yine tan vakti onu görebilme umuduyla aynı yere gittim. Bu kez dün gördüklerimi sınamaktı amacım. Benim eserekli, doğuştan hayale meyyal zihnimin bana oynadığı bet bir oyun ya da akşam içtiğim iki şişe şarabın geç kalmış tesiri olabilirdi tüm gördüklerim. Değildi. Ve şeytan yine fısıldadı, “Düş peşine...”
Kadın, koyu dönüp aheste aheste ayaklarını suya bıraktı. Kayığı kıyıya çekip dubaların sabitlendiği paslı demir halkaya hiç zorlanmadan bağladı. Çocuklar tekneden atladığı anda çil yavrusu gibi sağa sola dağıldılar. Kimi anlamadığım bir lisanda bağırıyor, kimi yarım yamalak Türkçesiyle şarkılar söylüyordu. Yaşlı kadın coşkuyla el salladı bir müddet, henüz kısa olan gölgelerinin peşi sıra. Bense arkasından sessizce onu izliyordum. Uzunca boyu, incecik ve dimdik bedeni, beline inen gür saçlarıyla yaşlı bir kadından çok bir deniz tanrıçasına benziyordu. Yürürken ıslak ayaklarına ve uzun beyaz elbisesinin eteklerine yapışan pırıltılı kum tanecikleri düşsel bir manzaraya dönüşüyordu. Kadının gerçekliğini anlamak için kumda bıraktığı ayak izlerine baktım. Gerçekti. Sonra hızla arkasına dönüp gözlerini bana dikti. Denize rengini vermiş iki safir mücevher ışıldadı.
“Aval aval ne bakarsin vre, üsüyezeksin. Gelesin sicacık çayımdan içesin donmadan önze.”
Tıpkı deniz gibi emrine amade gık demeden peşi sıra yürüdüm. Sahilin sonunda barakadan hallice bir evde yaşıyordu. Dört taş duvar üzerine sazlıktan ve kurumuş palmiye yapraklarından örülmüş çatısıyla yüz yıl önceden gelip buraya konmuş bir evdi sanki. Çivit mavisi ahşap pencerelerinin önündeki korumalıktan gümrah pembe begonviller sarkıyordu. Pencerelerle aynı renkteki kapının üzerinden aşağı sallanan kurumuş denizkestaneleri ve deniz kabuklarından yapılma bir rüzgâr çanı narin bir melodi tutturmuştu. Etrafa yayılmış muhtelif oyuncaklar ve çocuk kitapları teknede gördüğüm çocukların buraya da sık sık geldiğini işaret ediyordu. Evin küçücük bahçesindeki asmanın altına kurulmuş güneş ve tuzdan eskimiş üç bacaklı ahşap bir masa ve etrafında Nuh Nebi’den kalma döküntü birkaç sandalye dizilmiş olan köşeyi işaret etti.
“Oturasin yavrimo, bes dakkaya gelezeğim.”
Bir müddet sonra elinde kendisi kadar yaşlı pirinç bir tepsi ile çıkageldi. Üzerinde evin yıpranmışlığına tezat, oldukça şık iki porselen fincan dolusu çay ve dumanları süzülerek burnu mest eden bir tabak poğaça vardı. Ben hala şaşkınlık içinde gözlerimi belertmiş bulunduğum atmosferi algılamaya çalışıyordum. Yılların yorgunluğu ilişmiş ama illa ki şen sesiyle,
“Yesene more, yoksa bilmez misin ne mezhurdur Miriamın zetyinli poğaçalari,” dedi.
Ahşap sandalyelerden birini çekip karşıma oturduğunda büsbütün efsunlanmıştım. Kısa ömürlü bir karayelin hafiften saçlarına dokunuşuyla ak telleri karahindiba taneleri gibi havalandı. Saçının dalgasının bir tutamı Ege kıyılarına öykünen girintili çıkıntılı kumral tenine köpük olup döküldü. Teknesindeki çocuklardan bahsederken yüzüne başka bir dünyanın güneşi doğdu.
“Severim ben onlari, dil öğretirim, yüzme öğretirim, hikâyeler anlatirim. Mültecidir yürekleri. Vatanlari yoktur. Son zamanlarda pek te hos karsilanmazlar buralarda. Gidebilseler gidezekler elbet ama kolay değil ki yavrimo?”
O anlatıyor bense sadece izliyordum.
“Te şurda gördüğün Sisam’dır. Bir vatanim da orasıdır vre. Bakmayasin öyle yavrimo. Aynı denizin düşmanlari, başka sansak da aynı tanrinin cozuklariyiz.”
Kafamı işaret ettiği yöne çevirip baktığımda gözüme belli belirsiz bir vehim takıldı. Sisam dediği üstünde bulunduğumuz yarımadanın karşı komşusu Samos adasından başkası değildi. Taşı, toprağı, çamı, kozalağı, geveni, dikeni, çalısı, çırpısı, rüzgârı, şarkısı buradakinin aynısı Samos. Elini uzatsan dokunacak kadar yakın, insanın tamahkârlığına kurban olacak kadar uzak. Zerreden kürreye anlattı Miriam. Sanki terki diyar eylemeden önce tarihin bir yerine kazınsın öyküsü diye yıllardır beni beklemiş gibi anlattı da anlattı. Sadece bir an fırtına öncesi durulan gök gibi durup derin bir nefes aldı.
“Rüzgâri kokusundan tanımadığım zamanlardi yavrimo. Baliklara ve kuşlara yasak yoktu. Kimse o adanın dülgerine, mezgitine düsman olmuyor, karabatağina, yelkovan kusuna kışt demiyordu. Ama bize gidin dediler. Kesin göbek bağinizi atin denize dediler. Altmis dört yilinin mart ayiydi. Bir kumkarasi eserdi, deniz köpük köpük. Kocami ve oğlumu verdim o akşam ben o denize. Sonra bir imbat canımi bu karaya sürüklemis tekrar. Hep bekledim deniz geri versin. Kimseler gelmedi. Oğlun melek oldu dediler. Melekler ölür mü yavrimo? Şimdilerde yine ayni kumkarasi eser. Korkarim more ola ki sira çöllerin çocuklarindadir. ”
İkimizin de gözlerinde buğu bakakaldık karşı adaya. Öylece oturdum bir müddet. Miriam, Rumca bir türkü tutturdu. Denizin dalgası karaya muhtelif vuruşlarla, gümüş martılar tiz sesleriyle, adını bilemediğim o an esmeye başlayan yel, tepemizdeki asmanın hışırtılarıyla türküye eşlik etti. Sonra birden durdu ve gözlerimin içine bakarak Türkçe bir şiir mırıldandı.
Yeni bir ülke bulamazsın, başka bir deniz bulamazsın. Bu şehir arkandan gelecektir. Sen gene aynı sokaklarda dolaşacaksın, aynı mahallede kocayacaksın; aynı evlerde kır düşecek saçlarına. Dönüp dolaşıp bu şehre geleceksin sonunda. Başka bir şey umma. Ömrünü nasıl tükettiysen burada, bu köşecikte, öyle tükettin demektir bütün yeryüzünü de.
Kavafis dedim, ömrümün şiirini yazan karşı adalı adam. Ben de ona bir şiir okudum bu adalı ama yurtsuz bir adamdan.
Denize dönmek istiyorum! Mavi aynasında suların: Boy verip görünmek istiyorum! Denize dönmek istiyorum!
Gemiler gider aydın ufuklara gemiler gider! Gergin beyaz yelkenleri doldurmaz keder. Elbet ömrüm gemilerde bir gün olsun nöbete yeter.
Ve madem ki bir gün ölüm mukadder; Ben sularda batan bir ışık gibi sularda sönmek istiyorum! Denize dönmek istiyorum! Denize dönmek istiyorum!
“Ah Nazim,” dedi içli içli.
Biz aynı denizin sürgünlerinden duygular devşirirken gün sessizce veda edip yerini karanlığa bıraktı. İzin isteyip kalktım.
“Sevdim seni çozuk! Yarin ayni vakit ayni yerde bekleyezeğim yavrimo,” diye fısıldadı.
Kumsalı takip ederek benim köhne eve doğru içimde evden de köhne bir kederle yürüdüm. Mevsim cırcır böcekleri için erken, göç eden sığırcıklar içinse geç olacak ki dalgaların kıyıya bıraktığı ahenkli vuruşlardan gayrı tek bir ses yoktu. Denizin ateş böcekleri ışıl ışıl parlatıyordu ayın şavkını. Bir şişe ada şarabı alıp oturdum karanlığa. Üzümün mü yoksa duyduğum hikâyenin mi kekremsiliğinden bilemem, yüzümü küskünce buruşturdum iki kıyıya. Sonra kumu yastık rüzgârı yorgan yapıp sırtüstü uzandım, siyah saten üstüne yayılmış pırlanta tanelerine daldım. Hey gidi koca dünya dedim, gücün hep çocuklara yetiyor. Mazlumun zalimisin be dünya! Ne ara bilmem zihnimde kara düşüncelerle uyuyakalmışım sonra.
Gözlerimi açmamla buluşmaya geç kaldığımı idrak etmem bir oldu. Rüzgârı kokladım. Kumkarasıydı. Koşarak Miriam’a gittim. Saatler önce hazırlandığı besbelli zeytinli poğaçaları ve soğumuş çayı gördüm. Altına bir zarf iliştirilmişti. Üzerinde titrek harflerle “yavrimo” yazıyordu. Kalbimin sesini kulaklarımda duyuyordum. İçindeki kâğıdı elime aldım. Aceleyle kopartılmış yaprakta zarif bir el yazısı ve düzgün bir Türkçeyle bir kaç cümle dökülmüştü.
“Vakti gelmişti yavrimo! Bana cesaret verdin. Hikâyemi sana anlatarak kederimi özgür kıldım ve şimdi sıra bu çocukları özgür bırakmakta. Ne diyordu bizim şair,
“...
insanlar için ölebileceksin, hem de yüzünü bile görmediğin insanlar için, hem de hiç kimse seni buna zorlamamışken, hem de en güzel en gerçek şeyin yaşamak olduğunu bildiğin halde.”
Kafamı denize çevirdim. Rengi başkaydı sanki. Umut mavisi. Cümle balıklar suyun yüzeyine çıkmış bilgece gülümsüyor, Ege’nin bilimum rüzgârları kol kola girmiş, göğü mutluluktan ağlatan bir şarkı söylüyordu. Boş bir kayık, Samos tarafından koyu dönüp bana doğru devinerek geliyordu. Kayığı karaya çektim. Bu kadar ağır olduğunu fark etmem beni şaşırtmıştı. Teknenin içinde telaşla bırakılıp özgürlüğe kaçanlardan kalan birkaç çocuk ayakkabısı, can yeleği ve küçücük battaniyeler vardı. Kolumu dostça kaldırıp bir geminin ardı sıra el sallar gibi coşkuyla el salladım. Karşı adadan beyazlar içinde bir deniz tanrıçası sevgiyle yanıt verdi. Miriam, çöl çocuklarını kaderlerini değiştirebilecekleri başka bir denize taşımış ve ardında da bana anlatacak kocaman bir hikâye bırakmıştı.
Arzu Anlar Saraç
Güzel bir öykü, çok beğendiğimi söylemek isterim.
harika bir öykü olmuş, kalemine ihamına sağlık...