top of page
Yazarın fotoğrafıİshakEdebiyat

Öykü- Arzu Anlar Saraç- Fernweh

Ağustos ayının son günleriydi. Gecenin kör vakti kan ter içinde uyandım. Saat, boş sokakların sessizliğinin cırcır böceklerinin uğultusuyla bölündüğü, ne geceye ne de sabaha ait olmadığını bildiğimiz o saatler. Yataktan bir hışımla çıkıp mutfağa doğru yürürken ayaklarımın altına yapışan kırıntılardan nefret ettim. Mutfak penceresi açıktı ama en ufak bir esinti yoktu. Sigara dumanından grileşmiş, eskiden beyaz olduğuna yemin edebileceğim tül perde, kıpırtısız bir duvara dönüşmüştü. Buzdolabını açıp akşamdan kalan birkaç dilim karpuzu sularını yere damlata damlata yedim. Hiç sevmem oysa dolaba giren karpuzu. İlk kestiğinde ortalığa yayılan tatlı, taze koku yerini çöp kutusunu açtığında burnunu yakan ekşi, bozuk kokuya bırakır çünkü. Ama yedim hem de büyük bir iştahla. O geceyi seyreden üç ay içerisinde tam on yedi kilo almıştım. Bende bıraktığı tek hasar basenlerimden ve göbeğimden sallanan yağlar değildi elbette. Nur topu gibi bir de reflüm olmuştu. Yedikçe midem ağrıyor, ağrıdıkça oradaki kazıntıyı bastırmak için yiyordum. Akşam yemeğinde ne kadar yediğimin ya da yemek sonrası atıştırmalarımın hiçbir önemi yoktu. Gece kurulmuş bir saat gibi aynı vakitlerde uyanıp, kendimi buzdolabının önünde buluyordum. Sanki günlerdir ağzıma bir şey koymamışım da açlıktan ölüyormuşum gibi ne var ne yoksa yorulana kadar yiyor, sonra da hiç bir şey olmamış gibi yatağıma dönüp kaldığım yerden huzurla uykuma devam ediyordum. Sonrasında bu yeme krizleri gün içine de yayıldı. Sürekli yemek düşünür oldum. Bir taraftan ağlıyor bir taraftan yiyordum. Yemeyi seviyor olsam böyle ağlamazdım diye düşündüm. İnsan bir şeyi sevip, onu sevdiği için acı çeker miydi? Elbette hayır. O halde bir sorun vardı. Dördüncü ayın sonunda, tam yirmi kilo aldığımı görünce destek almaya karar verdim.

“Aylin Hanım, sizin durumunuzdaki hastalara koyduğumuz tanı genel olarak ‘Binge Eating Disorder’.”

“Çok havalı!”

“Anlayamadım Aylin Hanım?”

“Yani, ben daha başka bir isim olur diye düşünmüştüm doktor bey. İçine aç şeytan kaçmış sendromu, pisboğaz hastalığı ya da ne bileyim kıtlıktan çıkmışlık bozukluğu gibi bir şey.”

Doktor ciddi olup olmadığımı anlamak için yuvarlak gözlüklerini burnunun altına kadar indirdi. Yaşı epey vardı ama boylu boslu, yakışıklı bir adamdı. Nedense doktorlar hep yakışıklı gelmiştir bana. Adam büyük ihtimalle salak olduğumu düşünüyordu. Bir iki saniye boş boş baktıktan sonra sinir bozucu bir kahkaha attı.

“İlâhi Aylin Hanım, siz şişmanlar hep böyle komik olmak zorunda mısınız?”

Densiz herif, “Oku cahil olma dedikleri, o tıp kitapları olmuyor canım,” demek geçti içimden. Beni kategorize etmesi hiç hoşuma gitmemişti. Hem neye göre kime göre şişman? Pekâlâ zayıf olmadığım aşikârdı. Hiçbir zaman da olmamıştım zaten. Cem’le tanıştığımız dönemde henüz yirmili yaşlarımın başındayken bile balık etli bir kızdım. O zamanlar ne Cem ne de ben bunu umursamıyorduk. Boyum uzun olduğu için kaldırıyordum sanırım kilomu. Ya da bunu takmayacak kadar mutlu ve özgüvenliydim. Tabi ya! Çıtır çıtır bir üniversite öğrencisiydim. İzmir’in kızlarına has o vurdumduymaz havayı tüm bedenimde ve karakterimde taşıyordum. Böyle sinik, silik biri değildim o vakitler. Komiktim hatta. İnsanları güldürmekten hoşlanırdım. Yani şişman değilken de komiktim ben. Komik bir kadın olmak için şişman ya da çirkin mi olmak gerekiyor sanki. Bukle bukle kızıl saçlarım körfezin rüzgârıyla uçuşur, buğday tenim Karşıyaka sokaklarında güneşle parlardı. Cem, “En çok ela gözlerine vuruldum ben kuşum” derdi. Kuşum… Tabi o zamanlar kuşuydum ben onun. Şimdi ‘Dumbo’ diyor bana. Dumbo uzun kulaklı bir fil yavrusu. Herkes onun kulaklarıyla dalga geçerken Dumbo o kulaklarla uçmayı başarıyor. Tabi böyle şeyler hep çizgi filmlerde olur. Bense hiçbir şeyi başaramadım bunca zaman.

“Aylin Hanım, tahlil sonuçlarınız normal. Hormonal bir bozukluk görünmüyor. Bize tek seçenek kalıyor, o da psikolojik bir etken.”

“Psikolojik mi?”

İnsan ne garip bir varlıktı. Kendini nimetten sayan bir zavallı… Kilolarının, uykusunun, hastalıklarının, davranışlarının, krizlerinin, kıskançlıklarının hatta belki de tüm varlığının sebebi ya hormonları ya da bilinçaltında yatan ufacık bir sivilcenin patlamasıydı. Peki benim sivilcem neydi?

Doktor bunu kurcalayıp beni neyin rahatsız ettiğini sorana kadar da ne yaşadığımın farkında değildim. Farkına varmak mı istememiştim acaba? Kendime hep başkalarının gözünden bakmıştım. İnsan kendini aynadan görmek ister ya. Her yansıma bir yanılsamaydı oysa. Peki algılarımızın dışındaki gerçeği nasıl görebilirdik? Gerçekten durup da nasıl bakabilirdik kendi gözlerimize?

“Aylin Hanım, bugünden itibaren bir hafta boyunca tüm hissettiklerinizi not etmenizi istiyorum. Bu, hislerin hangisinin sizi yeme krizine ittiğini daha net görebilmek için. Sizi neyin rahatsız ettiğini anlamamız lazım. Tabi maalesef tüm yediklerinizi de not etmelisiniz.”

Bir an için doktorun pis pis sırıttığını gördüm. İçten içe benimle eğleniyor olmalıydı.

“Yanlış teşhis bey amca, benim muhteşem bir hayatım var. Bunadın sen tabi, emekli ol bence artık.’ demedim. Deseydim çok ayıp olurdu. Ama demiş kadar iyi hissettim. Odadan çıkarken ikimiz de gülümsüyorduk.

İyi de hayatımda her şey yolundaydı. Neyi not alacaktım ki ben? Ne gibi psikolojik sıkıntım olabilirdi ki? Aklımdan, hayatımdaki olumlu ve olumsuz şeyleri şöyle bir sıraladım. Yakışıklı ve zeki bir kocam vardı. Üstelik o benim ilk aşkımdı. E normal olarak eskisi gibi değildi bir şeyler. Aşk mı kalırdı canım onca yıl. Yaşayıp gidiyorduk işte. Sonuçta evlilik bu demek değil miydi? Maddi olarak hiçbir sorunumuz yoktu. Çalışmak zorunda da değildim. Ama çalışsam daha mı iyi olurdu pek de düşünmedim. İstanbul’un kalburüstü bir semtinde küçük de olsa güzel bir evde yaşıyordum. Beni seven arkadaşlarım ve bir ailem vardı. Gerçi hepsi İzmir’deydi. İstanbul’daki çevreme pek alışabildiğim söylenemezdi. Aslında Cem’in çevresine… Çünkü hepsi ya kocamın iş arkadaşı ya da iş arkadaşlarının eşleriydi. Kasım kasım kasılan, sabah gözlerini güzellik merkezinde açan, tırnağı kırıldı diye ağıt yakan kadınlar. Öyle mükemmellerdi ki. Hepsi birer süper anneydi. Aynı anda çalışıp, plates yapıp, çocuklarıyla ve eşleriyle ilgilenip, bir de parti parti gezebiliyorlardı. Zamanla onlara pek uyum sağlayamadığımı hissettim. Ama bu hiç de umurumda değildi. İstediğimi özgürce yapabilen bir kadındım ben. Cebimde param altımda arabam, İstanbul kazan ben kepçe. “Böyle hayatı olan bir kadının psikolojisi bozuluyorsa ya şımarıklıktan ya şımarıklıktan.’’ derdi annem olsa. Eve giderken bol bol düşündüm. Önce doktorun ofisinin altındaki manavdan biraz elma aldım; düşünürken bana çok yardımcı olacağını bildiğimden. Sonra yürüyerek İstiklal’e çıktım. Tam karşıdan karşıya geçerken kruvasanlarıyla meşhur Leon’un Fırını’nı gördüm. Önünde küçük beyaz bir Doblo, dörtlüleri yakıp durmuş, garson çocuk dumanı tüten tepsiyi omuzunda içeri taşıyordu. Kokusu beni burnumdan yakalayıp en yakın masaya oturtana dek gözlerimi o tepsiden ayıramadım. Zaten midem kazınıyordu. Bir iki tereyağlı kruvasan beni eve kadar idare ederdi pek tabi. Yerken salak kafama lanetler okudum. Yıllardır böyle bir lezzeti nasıl kaçırmıştım. Bir, iki, üç derken tüm kruvasanları denemiştim. Duble tereyağlı, nutellalı, böğürtlen soslu... Acaba bunları da not etmem gerekiyor muydu? Doktorun sırıtan yüzü gözlerimin önüne geldi. Vazgeçtim

Eve doğru yaklaşırken içimi bir şeyler kemirmeye başladı. Midem kasıldı. Daha önce de böyle oluyor muydu bilemedim. Doktor beynimde bir yerlerle oynamıştı sanki.

Geldiğimde sokak kapısı açıktı. Cem, büyük ihtimalle evdeydi. Defalarca bunu yapmamasını söylememe rağmen inatla dış kapıyı kapatmayı unutuyordu. Bunu aklıma yazdım işte. Doktorun verdiği ödev için harika bir nottu.

1. Cem beni hiç dinlemiyor.

İçeri adımımı atar atmaz gelenin kesinlikle Cem olduğuna ikna oldum. Girişteki pufun üzerine itinayla fırlatılmış trençkot ondan başkasının olamazdı. Koridor boyunca uzanan ölü kıyafetler de ona aitti. Bir adet sırtından vurulmuş, yerde sere serpe yatan hırka, bir adet fena halde dövülmekten topa dönüşmüş t-shirt, bir adet lacivert bacakları kırılmış pantolon ve sonunda dili dışarı fırlamış iki adet mavi çorap.

2. Cem beni hizmetçisi olarak görüyor. Kendi kıçını toplamaktan aciz.

Ardında bıraktığı izlere bakılırsa o an duşta olmalıydı. Rahmetlileri tek tek toparlayıp çamaşır sepetine atmak niyetiyle tam zavallı çorapları alıyordum ki; banyo kapısı açıldı. Cem’in beline sardığı koyu mavi havlu ile burun buruna geldim.Bu havlu benim saç havlumdu ve yine defalarca onu kullanmamasını söylemiştim ama ne çare.

3.Cem tam bir gerizekalı.

“Merhaba Dumbo, nasıl geçti görüşmen?” derken, ben onu süzmekle meşguldüm. O an midemde hissettiğim kazıntıyı bastırarak, “Bana bunu söylememeni rica etmiştim. Hoşlanmıyorum biliyorsun Cem. Hem daha kaç kere sana kıyafetlerini ortalığa atma demem gerekiyor?” Dış kapının açık olmasından bahsetmemeye karar verdim. Nasıl olsa bir sonuç elde edemiyordum. Cem her zaman yaptığından farksız söylediklerimi duymamış gibi gülümseyerek arkasını döndü.

4. Cem beni takmıyor.

Aynada kaslı kollarını kaldırmış saçına jöle sürerken ne kadar da hoş görünüyordu. Esmer sırtından bir iki damla su hızla kayarak aşağı doğru aktı. On yıl önceki bedeni hiç değişmemiş hatta daha da gelişerek evrime ciddi anlamda meydan okumuştu. Hâlâ onu tanıdığım ilk günkü kadar yakışıklıydı. Hatırlıyorum da beni ilk cezbeden görüntüsü olmamıştı. Onun kadar nazik, onun kadar aşkla bakan bir adam görmemiştim o zamana kadar. O bakışları şimdi bir an olsun yakalayabilmek için nelerden vazgeçmezdim?

5. Cem hâlâ çok yakışıklı. Ben neden eskisi gibi değilim? Kesin başka kadınlar var hayatında ve sanırım Cem beni artık arzulamıyor. Ben onun için evcil bir hayvan gibiyim. Dumbo!

Ne ara bu kadar vurdumduymaz olmuştu bilemiyordum. Ne zaman beni eskisi gibi sevmekten vazgeçmişti, ne zaman aramıza kocaman, kaskatı bir duvar girmişti? Şimdi durmuş onu izlerken tanıştığımız yıllardaki Cem burnumda tütüyordu. Bir insan nasıl hem o an yanındaki adam olup, hem o bildiğin, tanıdığın adam olamazdı ki?

Üniversitede tanışmıştık, İzmir’de. Ortak sınavların birinde yanımda oturmuştu. O gün verdiğim kopya bugün yanımdaki adamının kocam olmasının sebebiydi. Ama o kopya verdiğim çocuk bu adam mıydı? Gidip sırtına sarılmak, kokusunu içime çekmek istedim tıpkı eski günlerdeki gibi. O da dönüp önce gözlerime bakar, o sıcacık ve buyur eden gülümsemesiyle içimi ısıtırdı. Tüm ruhum ve vücudum onu istedi o an. Karşı konulamaz bir ihtiyaç duydum yıllardır mahrum kaldığım o adama karşı. Ama o yoktu artık. Geride kendine benzemeyen bir Cem bırakmış ve burnumun diğerini sızlata sızlata geçmişe karışmıştı. O adamı geri alabilmek için bir ömür yemek yemeyebilirdim mesela. Ne olurdu Allah’ım gözlerimi kapayıp o yıllara dönebilseydim. Cem’i bulup sıkı sıkı sarılabilseydim. Ellerine, gözlerine, dudaklarına ne kadar ihtiyacım olduğunu söyleyebilseydim. Saçlarımı okşasaydı, seni Seviyorum kuşum deseydi. Aldığım nefes ciğerlerime inerken ince ince iğneler gibi batıyordu, akciğerlerim soluyordu o nefesi verirken.

6. Bu Cem o Cem değil!Ama ben ona hâlâ deli oluyorum.

"Nen var Dumbo? Neden dik dik bakıyorsun?’’ dedi Cem. Ben ona bakmıyordum ki! Ben yıllar önce bir yerlerde kaybolan Cem’e bakıyordum.

"Yok bir şey! Akşama ne yemek istersin?’’ diye soracaktım. Midemin o an kazınıyor olması olası bir açıklamanın vahim sonuçlarından kurtarmıştı beni.

"Bir şey istemiyorum, anneme gidiyorum ben. Oradan da arkadaşlarla bir şeyler içmeye gideceğiz, unuttun mu bugün Cumartesi?’’

7. Cem'le artık eğlenemiyoruz. Aynı evde farklı hayatlar yaşıyoruz. Ama onsuz yapamam.

Lanet cumartesiler, salılar ve perşembeler! Cem her cumartesi annesini görmeye giderdi. Evlendiğimizden beri hiç sekmedi bu. Ben artık pes edip gelmek istemediğimi söylediğimde de hiç umursamadı. Ama intikamını annesinden sonra arkadaşlarıyla içmeye giderek aldı benden. Yani bir de eski arkadaşlar çıktı cumartesi akşamlarını dolduran.

"Hafta içi hep beraberiz, hafta sonu da kendime biraz zaman ayırmamın bir sakıncası yoktur diye düşünüyorum.’’ demişti.

O hep ikimizin yerine düşünüyordu zaten. Hep bir kaçmalar, hep bir kapanmalar. Dünya benimle birlikte etrafında dönüyordu ve anlık sekmeler öfke ile bakan iki adet yeşil göze dönüşüyordu. Ben şartsız koşulsuz susmayı seçmiştim. Ama mutluyduk sanırım. Herkes harika bir çift olduğumuzu söylüyordu. Hiç kavga etmiyorduk. Sesler hiç yükselmiyordu. Hemen uzlaşıveriyorduk. Ya da ben uzlaşmak zorunda kalıyordum. İşler çığırından çıkarsa Cem’in beni terk etmesinden korkuyordum sanırım. Onsuz ne yapardım? O halde susmalıydım. En kötüsüyse Cem bunun farkındaydı. Ve bunu kullanıyordu.

8.Cem pisliğin teki!

"Sen ne yapacaksın akşam Dumbo?’’ diye sordu Cem. Umrunda mıydı acaba?

"Bilmem, belki eve sipariş veririm.’’

"Çok yeme Küçük fil emi? Sonra bütün gece pırtlıyorsun.”

İğrenç bir kahkaha attı.

9. Cem benden tiksiniyor.

Ve kapıyı arkasına bile bakmadan kapatarak çıkıp gitti. O gittiğinde içimde büyük bir ferahlık hissettim. Sanki ev büyümüş, kocaman bir mekâna dönüşmüştü. İçimi mi darlıyordu bu adam benim?

10.Cem kesinlikle içimi darlıyor. Ama onu hâlâ seviyorum.

Yine midem kazınmıştı. Gidip dolapta ne var ne yoksa çıkarttım. İki gün öncesinden kalma zeytinyağlı biber dolması, dün akşamdan kalma kıymalı börek ve kese yoğurtlu kızarmış paprika. Biraz da tatlı bir şeyler olsaydı hiç fena olmazdı. Dolapta dondurma olmalıydı. Kocaman kutuyu çıkarıp heyecanla kapağını açtım. Cem tüm dondurmayı bitirmiş, boş kabı buzluğa geri tıkmıştı. O an hıçkırıklara boğuldum.

11.Hiç tahammülüm kalmamış. Evet, boşanmak istiyorum. Bunu yapamayacağımı biliyorum.

Ne berbat bir duyguydu bu. Kendini alışmışlığa kaptırmış olmanın, acıdan başka hiçbir şeye yol açmadığı bir duygu. İçimde derin bir dehliz ve ben sonundaki ışığı arıyordum şimdi. Zaman ve mekândan yoksun, midemin altında başlayan açlık duygusuyla boğuşmaya çalışırken, o duygunun birden boğazımda bir düğüme dönüştüğünü hissettim. İçimde bir parça eksilmişti ve her an eksilmeye devam ediyordu. Bu eksikliği yiyerek kapatmak gibi bir savunmaya mı girmişti bedenim? Ben kendime ne yapıyordum? Eski Aylin neredeydi? O neşeli, komik, hayat dolu kızı ne zaman terk etmiştim? Bir yerlerde bir zamanlar okuduğum bir kelimeyi anımsadım o an. Bizim dilimizde tek bir kelimeyle anlatılamayışı ilgimi çekmişti. Fernweh; hiç görmediğin uzak yerlere gitmek istemek, bilmediğin şehirlere hasret duymak. Alman değildim fakat bende o an tepeden tırnağa Fernweh doldum. Ait olduğum yer, olmak istediğim yer değildi artık.

Kalktım ve bir yerlerden biraz kâğıt ve kalem buldum. Aldığım notları sırasıyla yazdım. Doktor öyle söylemişti. Yaz demişti. Her şeyi yaz. Bir şeyleri gözünün önünde görmeli insan. Birilerini uyarmak için açılmış bir pankart gibi. Hâlâ ağlıyor olduğumu biliyor fakat kendime engel olamıyordum. Nasıl olmuştu da bir anda bir şeylerin tüm farkındalığı akın akın üzerime gelmişti? Kaybettiğim ve bir daha asla bulamayacağım ama beklemekten asla vazgeçemediğim Cem artık yoktu. Onun yerine gördüğümde hatta aklımın ucundan hızla geçirdiğimde bile nefesimi düğümleyen, içimi darlayan ve bulunduğum noktadan hızla uzaklaşmam gerektiği hissine kapılmamı sağlayan bir Cem vardı. Onun için kendime ihanet etmiştim. Kendimi çok özledim. Doktor her şeyi not al demişti. Her şeyi...

12. Valizlerimi topladım.

Son bir not daha düştüm elimdeki buruşuk kâğıda. Aynı notu fosforlu yeşil bir kâğıda daha yazdım. Gece Cem geldiğinde bulsun diye buzdolabına gülen suratlı bir magnet ile tutturdum. Ve buzdolabına güçlü bir tekme attım. Artık uçmaya hazırdım.

13. Bitti...

0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

Comments


bottom of page