“Hepimiz vahşiye özlemle doluyuz. Bu özlemin kültürel olarak onaylanmış pek az panzehiri var. Bize bu tür bir arzudan uzak durmamız öğretildi. Uzattığımız saçlarımızı duygularımızı saklamak için kullandık.”
Kurtlarla Koşan Kadınlar- Clarissa P. Estes
13 Mart sabahı uyandığımda her şey her zamanki gibi sıradandı. Oysa sıradan olmayacak bir kararın eşiğinde olduğumu bilmiyordum. Yine berbat bir gece geçirmiş, ağrıyan dizimi yatakta koyacak yer bulamamış, bu nedenle olacak ki o saçma sapan ve tam olarak hatırlayamadığım rüyalarımdan birini ya da birkaçını görmüştüm. Sığındığım sıcak mabedimden kalkmak için içimde küçücük bir istek dahi olmamasına rağmen orayı hızla terk etmek zorunda olduğumu çok iyi biliyordum. Çocuklara kahvaltı hazırlamam gerekiyordu. Tek tatil günümün o gün olması kimsenin umurunda değildi elbette. Yapılacak onlarca iş, yatağın dışında aç bir canavar olmuş iştahla üzerime atlamak için bekliyordu. Çocukken sık sık hayatımı çekilmez kılan korku depreşti birden. Koca bir kız olana kadar yatağımı ıslatmıştım. Bunun için defalarca ayıplanmış, yuhalanmış, annemin benden tiksinen bakışlarına maruz kalmıştım. Oysa gece çişim geldiğinde korkudan tuvalete gidemediğimi, kasıklarımdaki ağrıyla havanın biraz olsun aydınlanmasını beklediğimi, bir süre sonra küçük yorgun bedenimin bu bekleyişe yenik düşüp tekrar uyuyakaldığımı ve ne oluyorsa o ikinci uyku evresinde gerçekleştiğini hiçbir zaman anlatamamıştım anneme. Yatağımın altındaki uzun saçlı, küflü dişlerinden kan damlayan, biçimsiz suratlı alkarısından bahsetsem annemin alaycı kahkahasına maruz kalacak ve bu dayanılmaz küçümsenme, yatağımı ıslatmaktan hatta ayağımı alkarısına kaptırma fantezimden daha çok mahcup edecekti beni.
Benzer bir mahcubiyeti bir gün evvel yine yaşadım. Zât-ı muhterem, çocukları görmeye gelmiş. Ara sıra öyle spontane teşrifleri meşhurdur. Çalışma masasının üstünde unuttuğum defteri görmüş. Çocukluğumdan beri günlük tutarım. Hatta o zamanlar annem okumasın diye şifreli bir dil bile geliştirmiştim. Sonraları zaman içerisinde bu günlükler benim öykü defterlerime dönüştü. Eve geldiğimde annemi defterleri okurken buldum. Yüzünde ıslak sabahlarımda gördüğüm ifadeyle dik dik bakarak, “Vaktini böyle saçma sapan şeylere harcayacağına, şu sabilerle ilgilensen daha iyi olmaz mı evladım? Buzdolabın tam takır. Kaçırtacaksın evden kocanı alimallah!” dedi.
Cevap veremedim. Elinden defteri alıp kabahatli bir çocuk gibi odama gittim. Odadan ona bir çift söz söylemek için çıktığımda çoktan gitmişti.
Annem neden hiçbir zaman beni takdir edemiyordu? Neden hep eleştiriyor, küçümsüyor ve hiç sahip olamadığı kız çocuğuna dönüştürmek istiyordu? O an, büyüsem de içimdeki çocuğun korkularının asla büyüyemediğini fark ettim.
Çocuklar çoktan kalkmış olmalıydı. Bir kargalar bir de benim çocuklarım bu kadar erken kalkabilirdi zira. Bir gün evvel yaşananları anımsayınca kafamı utançla yorganın altına gömmemle çıkarmam arasında hızla geçen yirmi sekiz yılın sıkıntısı çöktü içime. Ani bir refleksle yataktan fırladım ve istemsizce elimle kalktığım yeri yokladım. Kuruydu.
Yatak odasından çıkar çıkmaz sevgili kocam Erkan’ın bayıldığı, benimse yoğun hayatımı daha da zorlaştıran uzun kızıl saçlarımı tepemde toplayıp evdeki karnavala karıştım. Mete küçük kardeşini altına almış, dörtnala düşman üstüne koşması için emirler yağdırıyordu. Küçük Kerem canhıraş çığlıklarla abisinin altından kurtulmaya çalışıyor, morarmış suratındaki çikolata kalıntılarını krem renkli halıya sürtüyordu. Yatağa dönüp yorganın altına gömülmekle, yerdeki iki canavarı alıp balkondan atmak arasında kısa bir süre gidip geldim. Sonra hızla mutfak balkonuna yöneldim. Onları deli gibi seviyordum ancak bazen kontrolümü kaybediyordum. Daha sonra duyduğum vicdan azabı da cabasıydı elbette. Bir sigara yakıp dumanı içimdeki sıkıntıyla birlikte havaya üfledim. Ne kadar tahammülsüz olduğumu düşündüm. Çocuklarıma, bir zahmet hareket eden ve üçüncü evladımmış gibi davranan Erkan’a, köpüklü sularda boğulma hissi uyandıran boktan işime, beni küçüklüğümden beri bir kalıba sokmaya çalışan anneme, en büyük marifeti börek yapmak ve bununla yedi cihana caka satmak olan yan komşuma, bir bahar ayı olmasına rağmen ege bölgesinde bile diş kırdıran soğukluktaki mart ayına ve yine anneme... Tahammülsüzlüğümün kırk bin kilometre uzunluğundaki kılcal damarlarımda ilerleyişini hissettim. Ağır ağır ve acılı bir ölümdü benim için hayat. Ve böyle giderse aynı hayatı oğullarıma da miras bırakacaktım.
“Bu yılları hızla ileri sarabilsek ne güzel olurdu,’’ diye düşündüm.
“Mete ve Kerem büyümüş, ben emekli olmuşum, Erkan, Hakk’ın rahmetine kavuşmuş. Emekli ikramiyemle Kuşadası’nda iki odalı bir yazlık almışım. Saçlarımı kısacık kestirmişim. Kitaplarım ve ben... Hatta belki bir tane de ben yazarım.’’
Hayatın ne zaman son bulacağı sanki belliymiş gibi zaman üzerine bunca müsrif hayaller kurabiliyor olmak beni rahatsız etti... Ne ara annemin dayattığı geleneksel anne kalıbından çıkıp tahammülsüz, benmerkezci anne kalıbına girdim? Aslında hiçbir zaman o sarıp sarmalayan annelerden olamadım. Annemin tenkit edici bakışları altında yavaş yavaş olmam beklenen kadına dönüşmeye çabalıyordum sadece. Ama biliyordum ki; sıradan ev işleri, yemek pişirmek, bir kocanın varlığına şükretmek hiç bana göre değildi. Belki de bu yüzden çalışmaya karar vermiş, üzerimde emanet duran ev kadını kisvesinden biraz olsun kurtulabilmeyi ümit etmiştim.
İş hayatı ise tüm kadınlığımı alıp, mühendis hanım maskesi altında androjen bir insana evirdi beni. Çünkü çalışma ortamında hem anne hem de iş kadını olmak, iki dünya arasındaki büyük uçurumdan her gün defalarca düşmek demekti. Mete doğduğunda patronum süt izni vermemiş, dolaylı olarak işim ile anneliğim arasında seçim yapmaya zorlamıştı beni. Kanunlar bile bir kadını koruyamıyordu. Kerem’de ise henüz çıkan süt izni kanunu, patronum tarafından esnetilerek alakasız saatlere bölünmüştü.
“Nisa Hanım, sabah yarım saat geç gelirsiniz, öğlen arasında gider eve emzirirsiniz. Böylece bize de bebeğe de sıkıntı olmaz. Hepimiz rahat ederiz.”
“Bebek bu, kurmalı saat değil ya,” dedim ama içimden. Zarifçe gülümseyip adamın odasını terk ederken tumturaklı bir küfür savurmayı ihmal etmedim, tabii yine içimden.
İş hayatına da istediğim gibi tutunamamış, ne iyi bir anne ne iyi bir ev kadını, ne de iyi bir iş kadını olabilmeyi başarabilmiştim.
Bin mükemmel parçaya bölünüp bir mükemmel kadın olabilmem mümkün müydü! Beni bu kadar bezgin hale getiren belki de bu beklentilere uyum sağlama çabamdı? Uzun zamandır kendime hiç vakit ayırmadığımı düşündüm. Ben neyi severdim, ne ile ilgilenmek iyi hissetmemi sağlardı? Bir hobim, kendime özel birazcık vaktim var mıydı? Bunların hepsi artık canımı acıtıyordu. İnsanın canının acıması için illa fiziksel şiddete maruz kalması gerekmiyordu. En yakınlarımın bile içerisinde olduğu bir toplumun duygusal şiddetinin acısını ruhumda taşıyordum. Bir keresinde çocukların bakıcısı Yeşim Hanım, “Huncaazım ne debelenip durusun. Az dinlen gari. Her bişiciğe goşdurusan, sonunda höle galıveriisin,” demişti.
Pek emin olamasam da konuşmanın gidişatından, “Az dur artık, biraz dinlen, böyle her bir şeye koşturma!” demek istediğini anlamıştım.
Canım ne kadar sıkkın olursa olsun, eve gelip de Yeşim Hanımla bir kahve içtiğimde kendimi iyi hissediyordum. Kadın çocukların mı bakıcısıydı yoksa kişisel terapistim olarak mı bu evde çalışıyordu pek emin olamıyordum. Hiçbir şeyden şikâyet etmeyen, iki yaramaz oğlanla tüm gün ilgilenip, evin düzenini sağlayan bu anaç kadında kendi öz annemde bulamadığım şefkati buluyordum sanırım. Cömertlikle köydeki boş evini dahi teklif etmişti bir keresinde. Onun sadeliği, hayata karşı geçirgenliği, en olumsuz şeye bile, “Alla şükür honunda vadıı bi hayrı,” deyişi beni her zaman büyülüyordu.
İçeriden gelen sesler, savaşın şiddetlendiğini gösteriyordu ki bir an önce gidip çocukları sakinleştirmezsem kıyamet kopacağı ve bunun akşama dek süreceği belliydi. Vicdanım sızlasa da Mete ile Kerem’in ellerine tabletlerini verip odalarına yolladım. Benim mutsuzluğumun ceremesini benimle birlikte onlar da çekiyordu aslında. Kafamı toplamak için biraz nefes almaya ihtiyacım vardı. Durup düşünmeli ve bu gidişata bir son vermeliydim. Gözümün önüne Erkan’ın kınayıcı suratı gelip oturdu. “Sırf kendin için şu çocukların eline tablet tutuşturuyorsun ya, senin gibi bir kadına hiç yakıştıramıyorum sevgilim.”
Cümlenin sonunda kullandığı “Sevgilim’’ ibaresiyle ifadesini yumuşattığını sanan Erkan, her zamanki gibi çok yanılıyordu. Bu tür tenkitler bende çocukluğumdan kalma bir travmayı uyandırıyordu. Bu cümleyi kuran beyefendi de genelde o sırada bacak bacak üstüne atmış yorgunluk kahvesini yudumlarken televizyonu zaplıyor olurdu. Çünkü sadece erkek cinsi işten gelince yorulur ve dinlenmeye ihtiyaç duyardı. Erkeğin işi eve gelince biterken kadının ikinci işi, hatta bir rivayete göre asıl işi henüz başlardı. Erkan erkek olmanın nimetlerini sonuna kadar kullanan, kadınlık ile ilgili ahkam kesmek te üstüne olmayan bir adamdı. Sürekli, “Kadın dediğin...” diye başlayan cümleler kurmaya bayılırdı. Ne yazık ki yanı başında duran kadını hiçbir zaman tanıyamadı.
İçimde harlanan öfkeyi bir an önce söndürmezsem kendim de yitip gidecektim. Yitip gitmek bir an için çok çekici geldi. Kalkıp odalarında grafiklerin pikselleriyle efsunlanmış oğullarıma baktım ve bir fincan kahve alıp salona oturdum. Benim için kitaplar bulunduğum alemden başka bir aleme geçmemi sağlayan büyülü antidepresanlardı. Birkaç gün evvel gelen ama henüz açmaya fırsat bulamadığım kitap kargosunu açtım. İçinden çıkan kalın kitabın arkasını okudum.
“Kurtların ve kadınların talihsiz bir kader ortaklığı vardır. Kurtlar avlanarak, kadınlarsa kalıplaşmış efsaneler yoluyla ‘Yok edilmek’ istenir... Unutmayın, dünya yabani bir ormansa, kadınlar da bir kurt kadar cesurdur.”
İlginç görünüyordu. Bir yudum kahve alıp kitabın kapağını açtım ve bana seslenen yazarın cümlelerini huşu içinde, aç bir kurt gibi okudum, okudum, okudum... Zaman durmuş, ben kitabın dönüştüren ikliminde kaybolmuştum. Oğlanlar birkaç kez gelip yoklamışlardı ama transa geçtiğimden onları vurdumduymazlığımla savuşturmuştum. Son cümleye geldiğimde gözlerimde biriken coşkulu yaşları sildim. Hava epey kararmıştı. Saate baktım. Erkan birazdan gelirdi. Yemek de yoktu. Hiç problem değil diye düşündüm. Kalkıp bir bavul hazırladım. Bir bavul yeni bir hayat için her zaman yeterliydi. Bilgisayarımı ve kitaplarımı ayrı bir koliye yerleştirdim. Yeşim Hanımla kısa bir telefon görüşmesi yaptım, iş yerine uzun bir istifa maili yazdım, anneme bir sesli mesaj bıraktım. Sonra oturup Erkan’a bir mektup yazdım. Bu sırada yüzümde kocaman bir gülümseme vardı.
“Erkan, Sevgilim;
Ben çocuklarla Yeşim Hanım'ın köydeki evine gidiyorum. Bir süre döneceğimi de sanmıyorum. Yeşim Hanım da bizimle olacak. Yazmak için biraz zamana ve bir odaya ihtiyacım var. Ne kadar ironik! Sevgili Virginia bunu neredeyse yüz yıl önce söylemişti. Ama bak değişen bir şey yok. O halde değişim bireysel bir eylemdir. Ve ben bugün değişmeye karar verdim. Seni terk ettiğimi zannetme sakın. Kendimi bulmaya gidiyorum. Bu kez korkup havanın aydınlanmasını beklemeye hiç niyetim yok. O ikinci uyku evresine geçip hayatımın içine etmeyeceğim. Çocuklar için de endişelenme. Doğa onlar için tıkıldıkları evden çok daha güvenli. Buzdolabına boşuna bakma bir şey bulamazsın. Bir zahmet gidip alışveriş yap. Ya da yan komşu merakından seni mutlaka yoklar, o anlata anlata bitiremediğin el açması börekten yapıp getirir. Bizi özlediğinde kendini iyi hissetmen için sana çocukların tabletlerini ve banyoya gittiğinde tuvalet masasında göreceğin üzere örgü yaptığım kızıl saçımı bırakıyorum. Hadi yine iyisin! Bu arada hep, “Keşke biraz ona çekseydin,” dediğin annemi arama, zira muhtemelen migreni tutmuş yatıyordur. Unutma erkek dediğin her zaman ailesinin arkasında durur. Kadın dediğin de öyle değil böyle olur. Hadi bakalım sana kolay gelsin sev-gi-lim!
Karın.”
Arzu Anlar Saraç
Arzu Anlar Saraç'ın en sevdiğim öyküsü. Şimdilik... :)