Kapıyı öfkeyle çarptın. Oysa sen sakin bir insansın. Aynı öfke bilgisayarını açtığında hızla şiddetini yitirdi. Ekrana bakarken yüzüne yerleşmeye başlayan derin huzur apaçık okunabiliyor. Bir elindeki zarfa, bir ekranda duran boş sayfaya bakıyorsun, tedirginsin. Odan her zamanki gibi darmadağın. Üzeri karalanmış kağıtlardan seçilemeyen masan, köşedeki mermer sehpa, duvardaki raflar, arkandaki küf yeşili kitaplık, annenden kalan bir ayağı kırık sandalye, geçenlerde üzerine kahve döktüğün kırmızı halı, öten, berin kitaplarla dolu. Karşındaki pencerenin eskimiş perdesi yine sonuna kadar açık. Ekranının üzerinden havalanıp yüzüne değiyor. O pencereden bazen güneş vuruyor çatık kaşlarının arasına, daha bir aydınlanıyor bakışların. Bazen dışarının sisli grisi, bazen de sokak lambalarının titrek ışığı yansıyor gözlerine. Ben yıldızları ve ayı o gözlerin yansımasından tanıdım. Hep aramızdaki pencerenin metalik uzaklığından baktım sana. Fakat kalbini, ruhunu, duygularını tanımama engel olamadı bu mesafe. Sandın ki o kahrolası düğmeye basıp ekranı kararttığında her şey duruyor. Ah bilsen aslında burada neler oluyor. Lafın kısası ne yeri ne zamanı ne de mekanıydı sana tutulmanın. Oldu işte, oluverdi. Acaba bu hislerimi bilsen hakkımda ne düşünürdün? Benim gibi bir kadın, senin gibi bir adama...
Şimdi sen bunu klişe bulursun ama aşk ölümcül bir kazadır, sonunda biri illaki ölür. Klişelerle aran hiç iyi değildir, bilirim. Gel gör ki ben klişelerin kadınıyım. Yani, sence öyle olmalıyım. Bana ne yakıştırsan sevdim, senden gelen hiçbir şeye direnemedim ben. Belki zayıf bir karakterim olduğunu düşünüyorsun; gereksiz, sıradan. Bir filmin figüranlarından herhangi biriyim senin için. Bilmeni isterim ki eğer bir kadın aşık olduysa önünde hiçbir şey duramaz. Tüm bahaneler, engeller, imkansızlıklar kendi kendini yok eder.
Dert etmiyorum. Seni çileden çıkaran kazulet karını da dert etmiyorum. Ona tahammülün olmadığını sen çalışırken o destursuzca odana girdiğinde göz devirmenden anlayabiliyorum. Koca fotoğraf klasöründe birlikte üç ya da beş fotoğrafınız ancak var. İnsan sevse en azından profiline birlikte bir fotoğraf koymaz mı? Bazen günlerce seni görememeyi, beni aklının ucundan dahi geçirmemeni, kalbinde yerim olmamasını da dert etmiyorum. Yenilgimi baştan kabul edip öyle sevdim ben. Ne var ki sen kadınların güçlü olmasını istersin. En azından kötü yazgılarının önünde dikilip, başkaldırmalarını beklersin. Bugüne kadar yazdığın kadınlar da bunun ispatı. Seni göremediğim zamanlarda öykülerinin arasında gezinirim. Hakkında bir ipucu, bir işaret yakalayabilmek için. Nasıl düşünürsün, neyi hayal edersin anlamak için didiklerim yazdıklarını. Her kelimeni mıh gibi aklımda tutarım biliyor musun? Gudubet karından çok, yarattığın kadınları kıskanırım. Zira onları daha fazla sevdiğin yazarken yüzünde beliren coşkudan belli. Sayfalar üzerindeki o kadınlar senin için karından çok daha değerli. Yoksa burada oturup geceni gündüzünü onlarla geçirmektense, içeride karının yanında olabilirdin pek tabii. Her birinden daha güzel, akıllı ya da çekici olmak isterdim. Öyle olsam dikkatini çekebilir miydim?
Misal, Mevşin Hanım. Şu başlığını hiç sevmediğim öykünün ana karakteri. Hani senin deyişinle “Tüm erkeklerin pervane gibi etrafında döndüğü karşı konulamaz güzellikteki ışık tanrıçası.” Onun yerinde olmak isterdim, yalan yok. Ben senin için pencerenin ardından görünen şekilsiz bir gölgeden başka bir şey değilim belki. Betimlemeye değer bulmadığın kadınım. Aslına bakarsan farkımda mısın, ondan bile şüpheliyim. Bazen yazıp yazıp çöpe attıklarını okuyorum. Evet doğru, çöp kutunu karıştırıyorum. Ve bundan zerre utanmıyorum. Başka nasıl bu kadar yakın olabilirdim ki sana? Tam da benim gibi birinin yapacağı şey değil mi? Bilsen şaşırmazdın yani. Merdan Efendi’nin pasaklı karısı. Zavallı Mebrure.
Yüzümü bir kez olsun merak ettin mi? Ne renktir gözlerim, bir gamzem var mıdır yanağımda ya da bir benim? Beni bir kez görebilsen belki de beğenirdin. Ana karakterlerinden biri olmamı isteyebilirdin. İlham gelir, sayfalarca beni betimlerdin bir öykünde. Adıma Mebrure demezdin de Nihan derdin belki. Neyse. Niyetim sana nazire etmek değil. Hislerimden hiçbir zaman haberin olmayacak, olamayacak. Bu yeterince canımı yakıyor zaten. Velhasıl kabullendim artık, benimkisi kara sevdanın tillahı.
Aramızda metal bir kalkan gibi dikilen pencerenin kıyısından sana bakıyorum yine. Gece gündüz, öyle aval aval. Ben sana bakmalara doyamıyorum ki. Koca ev mezbeleye döndü. Yemeklerin tuzu, halıların tozu, camlarda parmakların izi çoğaldı. Üstüne bir de Merdan Efendi’nin homurtusu eklendi. Cümle âlem ardım sıra konuşur oldu. “Mebrure abayı yakmış Oğuz Bey’ e” deyip duruyorlar. Adını duyuyorum ya, her defasında canıma can yüzüme kan geliyor. Umurumda değil dedikoduları. Hiç ses etmiyorum. Affedersin de göt kadar hayatlarında konuşacak benden başka bir şeyleri yok ki zaten. Lümpen, evet evet lümpenler. Bunu da senden öğrendim. Hani o başlığını hiç sevmediğim öykünden. Ben böyle kelam edebilecek kadın mıyım yoksa? Seni okuya okuya tanıdım dünyayı. Farkında olmasan da bu avuç içi kadar yerdeki yaşamımı, daracık ufkumu sen genişlettin. Böyle biri olmamın müsebbibi sensin. Sanırım bir yazara âşık olmanın en iyi yanı da bu oldu.
Ne o? Yine yüzün düştü. Elindeki zarfa bakıyorsun tekrar. Evirip çeviriyorsun. Açmaya cesaret edemiyor gibisin. Tam masaya bırakacakken aniden bir hışımla açıyorsun zarfı. İçinden çıkardığın kâğıtta ne yazdığını göremiyorum. Pencerenin kenarına iyice yanaşıyorum, nafile. Nedir canını bunca sıkan anlayamıyorum. Kâğıdı buruşturup fırlatıyorsun. Sonra ellerin en güzel durduğu yere, klavyeye uzanıyor. Titriyorlar. Yazamıyorsun, yazmak mı istemiyorsun? Gözlerinin hüznü yansıyor gözlerime. Daha önce seni hiç böyle gördüğümü anımsamıyorum. İçini kemiren bir derdin var. O nemrut karın giriyor odaya pat diye. Yüzünü göresim yok. Elini omzuna koyuyor. Tüylerim diken diken. Kafanı çevirip ona bakıyorsun. Kâğıdı yerden alıp düzeltiyorsun. Eğilip bakıyor. Sonra sırtına abanıp boynuna sarılıyor. “Daha öyküye bir isim bile vermemişsin. İlginç.” diyor, soğuk nevale.
“Sonu pek iyiye gitmiyor. Elim varıp da yazamıyorum. Pek tarzım değil, biliyorsun.” diyorsun. Karın değil de askerlik arkadaşınmış gibi iki kere sırtına vuruyor, kürek kadar eliyle. “Bu da böyle olsun, boş veeer,” diyor, uzata uzata. “Başka çarem yok. Kendi sonunu kendisi yazıyor sanki. Bugüne kadar yazdıklarımın en inatçısı.” Omuzunu silkip çıkıyor, ruhsuz kadın n’olacak. Seni o halde öylece bırakıyor. Buna yüreği nasıl dayanıyor? Ah onun yerinde ben olsaydım...
Merdan Efendi de aynı karın gibi. Gerçi onu çok iyi tanıyorsun. Nasıl kaba saba, meymenetsiz bir ahmak olduğunu çok iyi biliyorsundur. Peki beni senden kıskandığını da biliyor musun? Kesinlikle biliyorsundur. Sen her şeyi bilirsin. O halde son zamanlardaki huzursuzluğunu seziyor olmalısın. Her kadın celladına âşık olurmuş. Ben celladıma değil sana âşık oldum. Kimselerden korkum yok. Günah diyorlar ya, bu da umurumda değil. Sevmenin günahı mı olurmuş? Hislerimden nedamet getireceğimi sanma sakın. Günahsa da Tanrı verecektir cezamı mahşerde.
Tüylerin hafiften ürperiyor. Hava serinledi belli ki. Üzerine bir hırka alsan, üşütünce haftalarca toparlayamazsın sen, bünyen zayıf. Kalbimin sesini mi duydun be adam? Kalkıp sandalyenin sırtında aslı duran gri hırkayı giyiyorsun. Hava da epey karardı. Masa lambasını açıp gözlüğünü takıyorsun. Hah! Şimdi tam bir yazar gibi görünüyorsun. “Bu gece uzun olacak,” diye mırıldanıyorsun. Omuzların düşüyor. Ağır aksak yazmaya başlıyorsun. Yazdıkça yazıyorsun. Huzursuzca kalkıp pencereyi açıyor, masanın çekmecesinden bir sigara çıkarıyorsun. Çok içmezsin bilirim. Zor zamanlar için hep bir iki tane saklarsın. Çekmeceyi hiddetle kapatıyorsun. Belli ki asabın bozuldu. Sigaranı yakıp derin derin çekiyorsun. Efkarla üflüyorsun dumanı, yarısı ekranına yarısı pencereden dışarıya. Kokusu buraya kadar geliyor. Saatler önce karına gösterdiğin buruşuk kâğıdı alıyorsun eline. Zar zor son iki cümlesini görebiliyorum buradan. Demek yarın öykü dosyanı teslim etmen gerekiyor. Meğer bundanmış bütün sıkıntın. Mektubun en altında ismi yazan kadını biliyorum. Şu öykülerini düzenleyen, pimpirikli editör. Tüm kitaplarının başında senden sonra onun adı. Durmadan mail atardı oysa sana. Bu kez mektup yolladığına göre durum epey ciddi. Tamam kabul, arada sırada maillerine de bakıyorum. Çöp kutunu karıştırmakla yetineceğimi düşünmüyordun herhalde. Ben onu da kıskanıyorum biliyor musun? Kesin sende gözü var.
Hava aydınlanmak üzere. Güneşin turuncusu arkanda duran kitaplığa vuruyor. Şimdi yüzünde haşarı bir çocuğun mahcup ifadesi, sanki bir suç işlemişsin gibi. Bir taraftan ekrana bakıyor, bir taraftan düşünüyorsun. Yorgun ve tedirgin görünüyorsun. Kafandan kim bilir neler geçiyor. Sonra o canım ellerin bir kez daha klavyeye gidiyor. Ardından koşturan varmış gibi ha bire yazıyorsun. Sanki yazıp da bir an önce kurtulmak istiyorsun. Soluk alışların hızlanıyor. İşaret parmağınla son bir kez tuşlardan birine sertçe basıyorsun. Gözlerini sıkıca kapatıp nefesini tutuyorsun. Beni nefesinden mahrum bırakıyorsun. İçim ürperiyor.
...
Merdan Efendi bir hışımla içeri giriyor. Gözlerinde tekinsiz bir kararlılık. Salonda asılı duran baba yadigarı çift namlulu tüfek omuzunda sallanıyor. Karısının sükût ikrardandır hallerini ve dedikodulara rağmen dik duruşunu hanidir kendine yediremiyor. Mebrure içinde bulunduğu düşüncelerden palas pandıras çıkıyor. Olan bitene ilk anda bir anlam veremiyor. Perdeyi kapatıp, menekşe rengi gözleriyle boş boş kocasına bakıyor. Kısa, çok kısa bir an gözlerinden tuhaf bir pırıltı geçiyor. Her şeyi anlamış gibi vakur bir edayla tekrar pencereye dönüp zaferle gülümsüyor. Yanağındaki gamze belirginleşirken, dolgun dudaklarının üzerindeki et beni geriliyor. Mebrure şimdi her zamankinden daha güzel görünüyor. Elmayı Havva’nın koparmasına tahammülü olmayan Âdem, ona Tanrı’nın vereceğinden daha ağır bir ceza vermeyi kendinde hak görüyor. Önde Merdan Efendi ardında merhametsiz, doğuştan imtiyazlı tüm Âdemlerin gölgesi, hep birlikte basıyorlar tetiğe.
Arzu Anlar Saraç
harika bir öykü okudum. Tebrik ederim 👏🏼