top of page
Yazarın fotoğrafıİshakEdebiyat

Öykü- Aslı Sökmen Gediz- Dilsiz Kırlent

Kapı çaldığında mutfak camının önünde ayakta duruyordu Zehra. Kısık sesle dinlediği radyo temsiline vermişti tüm dikkatini. Daracık tezgâha yerleştirdiği kesme tahtasındaki yeşilliklerin kokusu, aralık pencerenin dışına sıraladığı üç küçük fesleğen saksısının kokusuna karışmıştı. Gün boyu pişirdiği yemeklerle doluydu mutfak masası. Raflarda çay bardağına ıslanmış bir kaç küçük çiçek. Hafif bir esinti vardı, ürpermişti. Ipıslak kumrular duruyordu camın hemen önünde. Kirletmişlerdi beyaz mermer pervazı. Bayat ekmekleri bırakıyordu kıyamayıp ama temizlemek de gücüne gidiyordu. Dönüp dibi tutmaya yakın pilavın altını kapattı, kapıyı açmaya koştu.

Üst kat komşusu Saliha abla, buyur edilmeyi beklemeden, elinde getirdiği terliklerini ayağına geçirip içeri giriverdi. Salondaki tek kişilik rahat koltuğa yerleşti.

“Merak ettim seni, gözümle göreyim istedim.”

Kırkikindi zamanıydı. Usul, çabucak yitiveren, mavi bulutlu yağmurlar. İki kadın bir süre sessizce oturdular. Camın üzerindeki tozun, yağmurla birlikte aşağı doğru giderek koyu kahveye dönen kirli süzülüşünü seyrettiler.

İçinden söylenerek mutfağa geçti Zehra.

“Tam da yemek saati.”

Zayıf bacakları yorgunluktan sızlıyordu. Kalçasını mutfak masasına dayayarak, bir taşım pişiriverdi kahveleri. Köpüğü ve telvesi bol. Salona geri geldiğinde Saliha ablayı kucağında bir kırlent, rahat koltukta iyice kaykılmış, ayaklarından çoraplarını çıkartmış, parmaklarını seyrederken buldu. Malum haller basmıştı belli ki. Kendisi de yeşil kanepenin ucuna eğreti ilişiverdi. Yan yana dizilmiş, kabartılmaktan usanmış, rengârenk kırlentleri düzeltti. Cam aralık, yağmur dinmiş. Bahçenin kokusu rutubet kokusu ile karışmış.

Kahvelerinden iştahla birer yudum aldılar. Genç kadının altında mor halkalar oluşmuş kara gözlerine dikkatle baktı Saliha. Belli ki ilaçlar da yetmiyordu uyumasına.

“Nasılsın? Toparlanabildin mi biraz?

Uzun yıllardır altlı üstlü otururlardı apartmanda. Severlerdi birbirlerini. Açık açık konuşmazlardı her şeyi ama incecik duvarlardan sızan gerçekleri birbirlerinden saklamaya çok da imkan yoktu. Bazen sabahlara dek süren hıçkırıklarını, kocalarıyla kavgalarını, öfkeye yenilen anlarda duvarlara fırlatılan bardakları, süpürüp faraşa doldururken çıkan cam şıngırtılarını ne kadar saklayabilmişlerdi ki birbirlerinden. Geçen yıl evi terk etmişti Saliha’nın kocası. Sanki içip içip çirkinleşen o değilmiş gibi çirkinliğini yüzüne vurup karısının defolup gitmişti. Arkasından önce kısa bir süre rahatlama, sonra gecelerce gözyaşları, epeyce borç, armut dibine düşer misali bir oğul, ağarmış saçlar bırakmıştı. Tasası iyice diline vurmuştu Saliha’nın.

Zehra koyu siyah, kıvırcık saçlarını tokasının içine tekrar tıkıştırmaya çalıştı. Aralarında gümüş yıldızlar yeni yeni parlamaya başlamıştı.

“İyiyim abla, kaç gün oldu hastaneden geleli, toparlandım.”

Saliha tedirginlikle baktı Zehra’nın gözlerinin içine.

“Aklım hep sende.”

Asaf Kaptan’ın da aklı kalırdı hep karısında. Ama sevmezdi şehirde uzun kalmayı. Denizden denize, insandan insana, yurttan yurda gezmekti onun işi. O kadar kızar ve kıskanırdı ki kocasının bu uzak memleketler, deniz aşırılıklar sevdasını Zehra, “Özlemeyi ezberletti bu herif bana,” diye söylenirdi. Severek isteyerek evlenmişti. Bilerek kabul etmişti uzakları, ayrı kalmaları, dalgaları. Üniformanın içindeki çakı gibi duruşuna hayran olup öpüşlerine kendini bıraktığı günlerden geriye, yıllar boyu gök gürültülü gecelerde bir başına yorganın altında saklanmak kalmıştı. Fırtınaların, sakin limanların, limanlardaki yabancı yüzlerin, tenine ve damarlarına işleyen iyot kokusunun varlığı olmasa nefes alamazdı Kaptan. Bir tek “deniz” vardı onun sözlüğünde. Denizcileri tek besleyen. Gitmesin diye uzun yıllar çok yalvarmıştı Zehra. Bulurdu bir iş karada. Ama yok geçmemişti sevdasından, karaya ilişmesi söz konusu olmamıştı. Zehra da nefes alamazdı bazen. Kıskanmak değildi bu. Bilirdi kadın, sessiz ve içtendi adamın aşkı ona. Bilirdi limanların dili olsa da anlatacakları olmazdı. Hırçınlık yaptığını düşünürdü kocası çoğunlukla. Anlamak istemezdi içindeki boğucu boşluğu. Biraz serzeniş, biraz özleyiş, kadınca isyanlardı hepsi onun gözünde. Yatağın sağ tarafında duran yalnız yastığın hiç kirlenmeyen, ütüsü bozulmayan kılıfını değiştirmenin bile kadını ne kadar derinden üzdüğünü hiç bilmezdi.

“Bak dantellerimi astım sonunda.”

Saliha’ya duvara yeni astığı çerçeveleri gösterdi Zehra. Kimi genç kızlığındandı, kimini yeni yapmıştı. Ya kime yedireceğini bilmediği yemekler pişiriyor ya dantel yapıyor, ya nakış işliyordu sürekli son zamanlarda.

“Nasıl astın bunca çerçeveyi? Çağırsaydın ya yardıma.”

“Astım, asıverdim, yani alışmam lazım,” derken parmağındaki yara bandının siyahlanıp yapışkanı gitmiş kıvrık ucu ile oynuyordu. Gözlerini önce yara bandına, sonra bir saksı dolusu mor menekşeye dikti Saliha. Sözleri boğazında takıldı kaldı. Dantellere baktı tekrar, sesi havada ağırlaştı.

“Pek güzel olmuşlar.”

Karanfil çiçekli, sentetik kumaştan bir elbise giymişti Saliha. Kırmızı. Diyeceklerini bulamadığında parmak uçları çiçeklerin üzerinde geziniyordu. Diz kapaklarının altında bir yerden eteğini kavrıyor, tombul bacaklarının arasına sıkıştırıyor, sanki altından iğne batıyormuş gibi geniş kalçasını indirip kaldırıyordu. “Hani Mustafa abi vardı bizim, aşağı sokakta, hani bakkal olan bildin mi? Geçen sene karısı kanserden gitmişti de adam dükkânda yatıp kalkmaya başlamıştı. Yazık sefil olmuştu güzelim adam. O da rahmetli olmuş bugün. Bak kız hep iyiler önden gidiyor.” Sustu Zehra. Ne deseydi ki? Cezalarını çekmek için kötüler miydi geride kalanlar?

“Çamaşır suyu kokuyor bu ev. Yine mi sildin süpürdün sen?

Derin bir iç çekti Saliha. Haklıydı. Sabah erkenden başlıyordu Zehra temizliğe. Biraz ağlıyor, biraz siliyordu. Sanki ağladıkça temizlenip parlıyordu her yer. Kumrular dadanmışlardı son zamanlarda balkona. Her gün kovalarca su taşıyıp yıkıyordu. Beyaz balkon taşları, kuş tüyleri, köpükler, kanatlar. Sustular.

Yine böyle tertemiz bir günün ardından delirmişti Zehra. Özlemine, gün saymalara alışmıştı da son uzun seferini hiç kabullenememişti. Daha ilk limana varamadan, kimseyle vedalaşamadan, baba bile olamadan duruvermişti Kaptan’ın kalbi. Zehra bir süre inanmamış dönecek diye beklemişti. Yeni başladığı, üzerinde mavi beyaz köpükler olan kırlenti işlemişti sürekli, sürekli, sürekli. Bitene kadar. Sonrasında sanki dünya yattığı odayı karanlığa, sessizliğe almıştı hiç sesi çıkmadan günlerce yatmıştı kırlentiyle. Bir garip teselliydi köpükler. Alıştı sanmıştı herkes. Oysa nefes alamıyordu. Sinirlerinin bozulduğu akşamlardan birinde kendini balkona atmıştı. En kocaman saksının üzerine çıkmıştı, oradan da balkon demirlerine. Sonrası biraz bağırış çağırış, bol bol ağlama, Saliha’nın son anda sıkıca sarıp sarmalayıp hastaneye yetiştirmesi. Çok zordu. Bir süre eve göndermemişti doktorlar. Sessizce o geceyi düşündü iki kadın. Kalan kahvelerini tadını çıkartarak içtiler. Saliha fincanı ters çevirip göz kırptı.

“Kedersiz fallarımız olsun.”

Yaz sağanağının serinliğinde biraz daha gevezelik ettiler. Pavyonda korumalık yapıyordu Saliha’nın oğlu. Ondan dert yandı biraz. Bütün gün uyuduğundan, evlenemediğinden, başına kaldığından, huysuzluğundan. Balkonun aralık kapısından yorgun çamaşırlarla, bir sepet kurumaya bırakılmış nanenin kokusu geldi burunlarına. Oğlunun işe gitme saati yaklaşınca toparlandı Saliha.

“Uyur kalır şimdi, bir bakıvereyim.”

Canı artık yemek istemiyordu Zehra’nın. Sessizlikte oturdu. Saksıdaki çiçeklerden tomurcuklanma sesleri duyuldu sanki. Keşke yanında olsaydı da zayıf bedenini iliştirebilseydi kocasına, onun için işlediği kırlenti gösterebilseydi, anlatabilseydi keşke ona Bakkal Mustafa abiyi. Kendisini bırakıp giden karısına hiç kızmadan, azalmadan sevmesini, onsuz eve bile gidememesini. “Hep yan yanaydılar, hep kıymet bildiler de ne oldu?” diye sorabilseydi ona keşke. Kaçınılmaz ayrılıkları, soğuk bedenini, çaresizliğini. Yattığı yerden geceye baktı, kapkara ve ışıltılı yıldızlarla süslenmiş geceye. Yıldızlar şileplerin başını alıp giden ışıklarına benziyorlardı.

Ertesi sabah kalktığında başı çok ağrıyordu. Sıcaktı, mutsuzdu. Ağzında acı bir tat, sanki içinde bir yerlerden boğazına kadar dolmuş, gözlerinden taşacak bir göl. Aynanın karşısında durdu uzun süre. Kırmızı gözlerine, süzgün yüzüne baktı. Soğan kokusu sinmiş elleriyle sıvazladı yüzünü. Ani bir kararla hazırlanmaya başladı, mezarlığa gidecekti. Şehrin yüksek bir tepesinde, gecekondu mahalleleriyle çevrili, denizi uzaktan da olsa rahatça görebilen, sabah akşam dolmuşların işe gidip gelenleri taşıdığı, okula uzak, camiye yakın eski bir mahalle. Mahallenin girişi mezarlık.

Sema delen ağaçların yolun iki yanını doldurduğu, parke taşlı yokuşu yavaş yavaş yürüdü elindeki çantayla. Aradığını bulması zor olmadı. Bahçeden aceleyle topladığı gösterişli bir demet beyaz çiçeği mezarın üzerine bıraktı. Yanında getirdiği şişeden mermer taşa su döküp elleriyle güzelce temizledi. Yepyeniydi beyaz mermerler. Dört yanındaki suluklar henüz çalınmamıştı. Onları da doldurdu güzelce. Herhalde çocukları yaptırmıştı mezarı “Şen Bakkal” yazmışlardı mezar taşına da. Yanında da yokluğuna dayanamadığı karısı. Nihayetinde kavuşmuşlardı.

Sonra yavaş yavaş Kaptan’ın mezarına doğru yürüdü. Çantadan köpük işli kırlenti çıkardı, etrafına bakındı gören var mı diye. Yeni bir deli damgasını kaldıramayacağını hissetti. Özenle yerleştirdi Asaf’ın başına, anlatmaya başladı. Şen Bakkalı’ı, karısını, Saliha’yı, kumruları, fesleğenleri. Mezarın yanında yere oturdu, ağladı sonra. Ağla demişti doktor, çok ağla.


Aslı Sökmen Gediz



0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

Comments


bottom of page