Fevzi abi bir sabah onca yıllık karısını ortada bırakıp kaçınca bütün suçu gariban Filiz’in üzerine yıktılar. Herifin beyni zaten içmekten sulanmışmış, kim nereye çekse oraya gidecek haldeymiş, e dişi köpek kuyruk sallayınca da… Hâlbuki Fevzi abi hiçbir konuda şakkadanak karar vermez, etek pilili mi, kloş mu olsun diye bile müşteriyi çıldırtacak kadar uzun süre düşünürdü.
Vah Neyyire…
Kırkından sonra dup dul, ortada…
Başında üç çocukla, yapayalnız, ersiz…
Kadınlar Neyyire ablayı sakinleştirmek bir yana yangına körükle gitmekte birbirleriyle yarıştılar. Olanca öfkesine rağmen kocasının bir gün hatasından döneceği inancındaydı Neyyire. “Nikâhımı hayatta vermem,” diyordu, “vereyim de o orospu mu yesin evlatlarımın rızkını.” Kadınlar bu kararını sonuna kadar ve hınçla desteklediler.
Tabii canım, emekli maaşını o karı mı yesin?
Evleri de onun üstüne mi yapsın yani?
Karasu’daki yazlığı kızın üstüne geçirmiş bile.
Yarın bir gün çocuk da peydahlar bak görürsün.
Bu yaşında sıcak yuvasına burun kıvırıp yabancı bir aşkın peşinden gidecek kadar gözü karartmıştı Fevzi abi. Ununu eleyip eleğini asmış, neredeyse torun torbaya karışacak adamlara hiç yakışıyor muydu Allah aşkına bu kalbinin peşinden gitme işleri?
Dükkânda en aşağı sekiz saatimiz birlikte geçiriyordu, yani yasak aşkın en yakın şahidi bendim. Âşıkların yanık kalpleri kumaş toplarıyla birlikte tezgâhta yuvarlanıyor, metrelerce kesilip biçiliyor, sonunda hiç sökülmeyecek gibi birbirine dikiliyordu. Etek boylarını ölçerken serçe parmağı azıcık Fevzi abininkine değse kıpkırmızı oluyordu Filiz. Kızdan bir bardak çay isterken bile kırım kırım kırılıyor, kibar ses tonlarından en kibarını seçiyordu Fevzi abi. Ben sessiz sedasız havayı kokluyor, bu parça tesirli bombanın tez vakitte patlayacağını bilerek işime bakıyordum.
Tam da beklediğim gibi bir sabah yarı uyur yarı uyanık evden çıkmaya hazırlanırken telefonuma Fevzi abiden mesaj geldi, “Dükkânı kapatıyorum İsmail. Tazminatını da hesabına yatırıyorum, Belen’deki dikimci Mehmet Zula seni işe alacak, akşama aramanı bekliyor. Bundan sonra orada devam edersin. Hakkını helal et.”
Çabucak giyinip dükkâna koştum, kepenge koca bir asma kilit takılmıştı. Çok geçmeden Fevzi Abilerin evinin önünde bağıra çağıra konuşan bir kadın ordusu toplandı, adamlardan oluşan ek kuvvetler de kahvede konuşlanmıştı.
O körpecik kızla mı?
Filiz’le?
Tuuu yaşından da mı utanmadın azgın teke…
Yasak aşkın en yakın şahidi olduğumdan gözler bir anda bana çevrildi. İşverenimle aşüfte çalışanının suç ortağı sayılırdım, bunca zamandır o ikisinin dibinde olup da ahlaksızlıklarından haberim olmaması mümkün değildi. Çok uğraştılar ama ağzımdan tek bir laf alamadılar, kimseyle bir kelime bile konuşmadım. Tek derdim bir an önce mahalleden ayrılıp Mehmet Zula’nın dikimevinde işe başlamaktı. Hesap vereceğim, helallik isteyeceğim tek kişi vardı, o da Fevzi abinin karısı Neyyire ablaydı. Bu işte benim parmağım olmadığına ikna etmek zorundaydım onu. Askere giderken, bekâr evimi düzerken, hastalığımda onca emeği geçmişti bana. Tamam, uzaktan uzağa olan biteni birazcık sezmiş olabilirdim ama tam bir ispatım olmadan ekmeğini yediğim adamı karısına nasıl ispiyonlayabilirdim ki? Artık mahallede “şerefsiz it oğlu it” olarak anılsa da sonuçta yıllarca o adamın yanında çalışmıştım. Neyyire Abla’nın da üzerimde en az onun kadar hakkı vardı. En fazla sövüp sayıp kovar ne yapacak ki diye düşünerek çaldım kapısını.
Neyyire Abla kapıyı kolunda tansiyon aletiyle açtı. Ne geldin, der gibi suratıma baktı önce, sonra geç içeri diye işaret etti dertli başıyla. İçeri girip de işi uzatmaya niyetim yoktu, helalliğimi kapıdan isteyecektim. “Abla,” dedim nefesimi tutarak, “hakkını helal et. Mehmet Zula’nın atölyesinde işe başlayacağım, gidiyorum mahalleden.” Hiç sesini çıkarmadan dinledi, lafımı bitirince şefkatle gülümsedi, sonra kolumdan tuttuğu gibi bir anda hırsla içeri çekti beni.
“Geç hele geç deyyus! Hakkımı helal edecek miyim etmeyecek miyim göreceğiz. Geç şuraya geç! Kaç zamandır beni görünce nerelere saklanacağını bilemiyorsun, sanki ben aptalım da anlamıyorum. Bir bildiğin var da söylemiyorsun. İşte şimdi söyleyeceksin, sonuçta kendi ayağınla geldin kapıma. Hele bir konuşma, ‘evimi bastı, meğer Fevzi’nin gidişini dar beklemiş ırzımda gözü varmış,’ derim. Vallahi paralarlar seni şuracıkta!”
Öfkesi bana iftira etmekten çekinmeyecek kadar şiddetliydi. Söylediğini yapardı o, yaparsa da herkes bana değil ona inanırdı.
Gördün mü nursuz uğursuzu!
Ekmeğini yediği adamın helalinde gözü varmış çakalın.
Demek fırsat kolluyormuş ırz düşmanı.
Arayın Mehmet Zula’yı çalıştırmasın bu ahlaksızı yanında.
Düşündükçe dilim damağım kurudu, kanım çekildi, “Tamam abla, anlatacağım ne istersen.” deyip içeri geçtim.
Odanın içinde bir tur attı, masadan kolonya şişesini aldı, bütün şişeyi bir seferde avcuma boşalttıktan sonra mutfağa gitti. Az sonra odanın başka bir köşesinden getirdiği zigon sehpayı önüme sürüp önüme lak diye bir fincan köpüklü kahve koydu. Taze terk, boynu bükük bir eş de olsa, ev kadınlığının gereği olarak misafirlik kaidelerini asla ihlal etmiyordu. Her şeyin tastamam ve kusursuz olduğuna kanaat getirdiğinde geçip karşıma oturdu. Öfke dalgalarının sıra vurduğunu, başına geleni düşündükçe boncuk boncuk terlediği fark edebiliyordum.
Kahvemin son yudumunu içtim, telveyi endişeyle çiğnedim, sorgum saniyeler içinde başlayacaktı.
“Fevzi, o sipsi karıyla nasıl, hangi ara işi pişirdiyse anlatacaksın bana. Şimdi nerede olduklarını da söyleyeceksin çünkü eşek gibi biliyorsun. Hele bir yalan söyle, anam avradım olsun şuracıkta gebertirim seni!”
Gebertmeyecekse bile epeyce hırpalamadan yakamı bırakmayacağını biliyordum. Ne söylersem söyleyeyim bu kadının içindeki yangını söndüremeyecektim, o yüzden iyice yanıp bir an önce küle dönmesine yardım ettim. Sonunda belki çalı süpürgesini kuşanır, yangından arta kalanları faraşına doldurur, ortalığı güzelce ovalar ve hayatına devam ederdi.
“Başından beri mi fingirdiyor bunlar? Kimin vasıtasıyla aldınız işe o karıyı?”
“Bize bir yardımcı lazımdı biliyorsun, iki kişi işlere yetişemiyorduk. Durağın oraya ilanı yapıştırdığımızın ertesi günü geldi Filiz.”
“Tabii karşınızda genç karıyı görünce yaylarınız gevşeyiverdi. Erkek değil misiniz, salyanız çenenize akmıştır hemen. Hadi sen neyse de benim azgın tekeye ne oluyor? Teneşir paklasın onu, mezarına köpekler işesin inşallah!”
“Abla yok, ne salyası Allah aşkına? Baktık kız drape, pili, dikiş, ütü, overlok her şeyi biliyor, az da bir ücrete talim, fazla mesaiye de itiraz etmiyor, aldık işe. Bu zamanda öylesini nereden bulacaksın? Bir gün gelen ikinci gün kaçıyor zaten.”
“Neyse ne! Ne zaman başladı bunlar oynaşmaya? Neler yaptı o karı? Memesini mi açtı, yüzüne mi güldü, işve mi yaptı?”
“Allah çarpsın ki öyle bir şeye hiç şahit olmadım abla.”
“O zaman niye kaçtı onunla Fevzi? Gül gibi karısını, iki evladını, yuvasını bırakıp neden gitti o kahpenin peşinden?”
Neyyire Abla, kocasının aslında boktan bir adam olmadığını, ömrünün iyilikle geçtiğini gayet iyi bildiği için öfkeleniyordu aslında. Boktan işleri boktan adamlar yapardı. Boktan işleri iyi adamlar yapınca insanın şirazesi daha çok kayıyor, şamar yemiş, attan düşmüş gibi oluyordu.
“Gerçeği duymak istiyorsan peki söyleyeyim. Fevzi Abi, Filiz’e körkütük âşık oldu abla.”
“Ne demek âşık oldu? Ne varmış ki o karıda âşık olunacak? Önüne yemek mi koymuş, çoluğuna çocuğuna analık mı etmiş, ne yapmış da âşık etmiş kendine? Güzel desen değil, alımlı desen değil. Ne bok yemeye gitti bu adam o karının peşine anlat doğrusunu, vallahi perişan ederim seni!”
“Ablacım doğrusunu anlatıyorum zaten. Âşık oldu diyorum âşık… Hatta bir keresinde dedi ki, ‘Şu kızın sükûneti, tevekkülü kimsede yok. Baktıkça insanın içi göl gibi dümdüz oluyor.’ Ben o zaman anladım bir şeyler olduğunu. Anladım da nasıl kondurayım abla?”
Neyyire Abla’nın beti benzi attı, başını kar beyazı perdelerine doğru çevirdi, içi harlanmıştı belli.
Saçını süpürge et ama kocan tevekküle gitsin.
Sen gençliğini adamın önüne ser ama adamın içi başkasına göl olsun.
Yaralı dişi aslanın toparlanmasına fırsat vermeden yelesinden bir tel daha koparıverdim.
“Fevzi Abi öğle yemeğine izin verirdi, bu kız çantasından ekmek arası bir şey çıkarır, sessiz sedasız dükkânda yerdi. Bize de teklif ederdi hatta ne yapsın koskoca dükkân sahibi senin bayat ekmeğini değil mi? Bunları hiç düşünmezdi Filiz. Öyle saf biriydi. Fevzi Abi bunlara tav oldu gibime geliyor. Gençlikte olabilir ama güzellikte zaten senin eline su dökemezdi. Âşık oldu gitti diyelim, ne yapacaksın abla alınyazısı…”
Bomboş gözlerle bana baktı, hah dedim şimdi üzerime çullanacak. Çullanmadı, vitrinden bir paket mentollü sigara çıkarıp geldi, düşüne taşına açtı paketi. “Alınyazısı ha?”
İlk nefeste öksürük tuttu, kahvenin yanında bana getirdiği suyu kafasına dikti, boş bardağı sehpaya bıraktı ve ellerime yapıştı. Kalbim duracak gibi oldu, “Hah,” dedim, “tamam, şimdi ağız burun girişecek bana.” Oysa yüzünde daha önce görmediğim bir sükûnet ve tevekkül vardı şimdi. Demek tevekkülü de kıskanabiliyordu insan.
“Bana bak oğlum. Şimdi buradan defolup gidiyorsun, o Fevzi’yi buluyorsun, diyorsun ki Neyyire ablam boşanmayı kabul ediyor. Oğlanların rızkını o gönderecek, bana da aylık bin beş yüz harçlık… Küçüksu’daki evi de üzerime geçirecek. Hiçbir şeye karışamaz bundan sonra, istediğimi koca diye alırım, istemezsem de almam dost hayatı yaşarım. Şimdi otursun bakalım sükûnet içinde mi huzur içinde mi ne içinde oturacaksa… Âşık mı olunacakmış? Merak etmesin en kralından âşık da olurum ben.”
Beni güldürmekle öldürmek arasında bir yerde kararsız gidip geliyordu. Karadullar, peygamberdeveleri gibi üzerime atlayıp oracıkta bitirebilirdi işimi.
“Tabii Neyyire Abla, kim sana karışabilir ki?” dedim, “görmem ama bir gün görürsem söylerim. Ben artık kalkayım, hakkını helal et.”
“Helal olsun Selmancığım ama neden bir daha gelmeyecekmiş gibi konuşuyorsun ki? İstediğin zaman çalabilirsin kapımı,” dedi. Gözleri ışıl ışıl parlıyordu.
Koridorda boğulmanın, mutfakta haşlanmanın, banyoda bıçaklanmanın korkusuyla alelacele ayakkabılarımı giyip kaçtım. Neyyire Abla pencereye çıkmış arkamdan el sallıyordu.
Aslıhan Kocabal
Aslıhan Hanım öykünüzü gerçekten sevdim. Duygu geçişlerini çok iyi vermişsiniz. Hele de isimler mükemmel:) Neyyire'nin dönüşümü! Tek bir yer var belirtmek isterim; en başında üç çocukla diyorsunuz sonra öykünün içinde iki çocukla bırakp gitti geçiyor... Belki evde çocukların ikisi kalmıştır bilemedim. Elinize sağlık.