Burası kurumsal bir işletme. Sadece bir üstümüzü tanıyoruz. Müdürümüzü. Onun da bir üstü var. İşleyişi bir türlü öğrenemedim gitti. En tepede kesin Kafka var deyip gülüyorum, o kim ki diyorlar. Yıldızlar birbiriyle konuşur, ben iş arkadaşlarımla… Yok. Yok, bizim birimi sanırsın Gogol’un paltosunun altından çıkıp kaleme almışlar. Ben onlara yabanım, onlar bana, sonra onlar bir başkasına, yabanlık elden ele. Eh ben de onlar gibiyim, bir raporu yetiştiremeyeyim tir tir titriyorum. Başımda sallanan parmaktan ödüm kopuyor. Mesai bitimini dört gözle bekliyorum ben de, maaşımı nasıl harcayacağımı son kuruşuna değin hesap ediyorum. Geçim sıkıntısından dem vuruyorum. Kursağımda kalan hayaller yüzünden bunalıyor, inadına olmayacak şeylere öykünüyorum. Can yoldaşım, kader ortağım Giovanni Drogo ile hasbihal ediyor, dertleşiyorum. Kendi çölüme sıkışıp kalmışlığım yetmediği gibi, müdürümün, onun müdürünün, onun da müdürünün işleriyle boğuşuyorum. Yahu o masandaki kitap nedir öyle, Tatar, matar, kitap okumaya mı geliyorsun işe? Haklısınız müdür bey haklısınız, bu kitapları, 451 Fahrenhaytta yakmalıyız. Yakandaki kırmızı karanfile kurban olduğum müdür, gel azat et beni. Geç kalmadan muhasebeyi yanlış kişiye emanet ettiğini anlayacaksın. Sonrasında çavdar tarlasında çocuk mu kovalarım, sahilde Arap mı vururum bana kalmış. Benimki de sadece laf. Kendini avutmak. Eyleme geçebilir miyim ben? Yalnız boşboğazlık ederim. Cesaret yoksunuyum. Gözünü karartmak. Üstelik ardına bile bakmadan. Tasalanmadan bir aylak adam gibi. Yapamam biliyorum. Tren çoktan gelip geçti. Gecikmeli Ankara treni. Yenik düştüm. Evhamlarım var ama çaba harcayacak gücüm yok. Hırkamı giydim, döşeğime uzandım ölümü bekliyorum. Bir burjuva gibi bir şeyler yapmadan bir şeyler olsun diye. Oysa çalışmak gerek! Bizim taşramız farklı bir coğrafyada. Çalışmak gerek Vanya Dayı. Sonra yine çalışmak gerek. Kıt kanaat yaşamaktan belin bükülmeye devam etmeli. Diğerleri her şeyin farkında, Godot gelmeyecek. Büyülü dağlarda hülyalara kapılmamak gerek. Hak veriyorum böyle söyleyenlere, Sevgi’ye, Bilge’ye, Hüsamettin albaya ve hatta yerli yersiz her konuşana. Böylesine sıkıştım kaldım. Anlaşılmadım. Anlamadım da. Bir yandan işe, hesaba kitaba, raporlara boğuldum bir yandan da çayıma hayali madlenler batırdım. Keşke kasabamdan hiç çıkmasaydım. Toros dağlarının eteğinde, top top ak bulutlarla çevrelenmiş… Parasız yatılı sınavına gitmeseydim. Annesizliğe bile katlanırdım. O güzel evimizde geyikli halımızın desenlerinde kaybolup annemi anardım. Annen Almanya’ya gitti derlerdi inanırdım. Havva öldükten sonra dayanamadı derlerdi, kafa sallardım. Zaten önemli olan inanmaktı. Gerçekler değil. Olamadığım, olmadığım her yer şimdi bana şu ankinden daha iyiymiş gibi geliyor. Geçmişe özlem duyuyorum; gerçeğin temsilleriyle, oyunlarla yaşıyorum. Çukurlara bile dolan geceyi aydınlatmak için kurguya sığınıyorum. Bir kış gecesi eğer bir yolcu diyorlar, peşi sıra anlattıklarına inanıyorum, beni kandırıyorlar. Hem inanmak da istiyorum onlara, içimdeki bozkırkurtlarıyla yüzleşmemek için. Kötülüğü kabullenebilirim hatta kötülük de edebilirim ama içimdekiyle yüzleşemem. Mesela şirketin kasasını boşaltmak erdemli bir davranış değil biliyorum, ne ekmek çalan Jean Valjean gibi masumane ne de zenginden çalıp fakire veren Robin Hood gibi onurlu davranmış olurum. Yine de bunu bir şekilde açıklayabilirim kendime. Benim tek derdim onlardan intikam almak derim. Derde girsinler, canları sıkılsın. Azar işitsinler, bir üstlerinden, bir üstlerinden. Onlar tefeci kadın. Ben de Raskolnikov. Tefeci kadını baltayla öldürmeyi işte bu yüzden istiyorum. Raskolnikov olduğum için. İçimdeki şeytanın fısıltısını susturamadığım için. Bu kurum suçun başkenti. Son kuşlar onlar yüzünden alıp başlarını gittiler. Oysa kılavuzu Zerdüşt olan bir insana yakışır mı bu? Öfkem nasıl dinecek peki? Çılgın kalabalıktan uzakta gecenin sonuna yolculuk ederek mi? Harcayamayacağım kadar çok parayı sırtlayıp kaçabilirim. Ama yalnızca yaşamın ucuna. Ya da şu sonradan yazar olmuş denizci gibi kendimi soğuk suların kucağına bırakırım. Zamanın unutkan koynuna. Olmaz. Olmayacak. Mesaim bitecek. Ve otobüs kuyruklarında ömrüm yitip gidecek. Kafamı dinlemek için tek göz odama başımı soktuğum anda. Bir Sus Barbatus peyda olacak, yanı başımda. Vicdanımın sesi. Konuşacağım onunla. Yalnızlığımla başa çıkmak için. O an, birinin, bir ötekinin rüyasına misafir olduğum hissine kapılacağım. Kızacağım kendime. Hayallere kapıyı kapatacak, uykuya sığınmak isteyeceğim. Huzursuz bir Lizbonlu gibi yatağın içinde kıvranıp duracağım. Uyuyamadığında koyun sayan çocukluğum aklıma gelecek. Şimdi sırf uyumak için ah’lar ağacından ah’lar toplayacağım. Ve en sonunda ah diyeceğim. Ah benim büyük çaresizliğim.
Atakan Boran
Nasıl güzel... Eserleri ne de güzel yedirmişsiniz öykünün içine harika. Elinize sağlık