Serin bir yaz sabahının sahil dinginliği sağımda yatıyor. Gölgemi bankta uyuyan tekirin üzerine atıyorum, gözlerim ilerideki çatık kaşlı falezlerde. Bir arabanın tekerleği altında son nefesini vermiş plastik topumun ruhuna terli bir Fatiha okuyarak eve daldığımda annemin sekiz yaşıma cıkcıklayan ses tonunda esiyor rüzgâr.
“Hırkan nerede senin?”
Belki genel müdüre sunulan projenin getirdiği uykusuzluğa karşı pencerelerin önünde içtiğim sigaralara yüksünen rahmetli eşimin sesinde.
“Ellerin buz gibi olmuş Deniz, üşüteceksin artık, üzerine bir şey al bari.”
Arkamdaki terlik sesi; pijamasının yakası kaymış, gözleri mahmur, dağınık saçlı bir kadından gelmiyor lakin. Dönüyorum, benden uzun, benden şişman, benden yaşlı, ifadesi kendiliğinden telaşlı bir adam.
“Cebinizden düştü bu,” diyor.
“Emin misiniz?”
Gözlerimde ve kedinin kuyruğunda soru işaretleri. Adamın uzattığı her neyse, benim önce terliklerine kayıyor gözlerim. Buranın yabancısı belli ki. Ağustosa kadar terlik giyemeyiz biz. Deniz burada sadece bir manzara. Görüntüsü var işlevi yok, ne biçim yazlık kasaba bu diye söylenirdi eskiden Ramiz Amca. Daha kayınpederim Ramiz Baba değilken, mangal başı sohbetlerimiz henüz başlamamışken.
“Beyefendi, sizden düştü bu, bayağı da koşturdum peşinden.”
Alıyorum elinden artık sararmaya yüz tutmuş bir not kağıdını.
“Önemli bir şey olabilir, kim bilir?”
Göz kırpıyor nedense. Terlikler görüş alanımdan uzaklaşıyor aynı plastik gıcırtıyla.
Bahçedeki salıncağın orada bekliyorum seni bu akşam.
İyice eskidi mi çöpe atıldığında vicdan sızlatmayan, tozu çamuru üstünde beyaz spor ayakkabılar, dantelleriyle bir zamanlar beyaz çoraplar, incecik bacaklar, erik ağacının güç bela ulaşılan ilk dalı. Dedem veya amcam veya ikisi birden sımsıkı düğümlemişler salıncağın iplerini tahta oturağa, iki çocuk etrafında kıkır kıkır oynasınlar diye. Ben sallanmak istiyorum, Aylin altı yaşın bir içim çocukluğuyla eriklere savaş açmış. Onlar büyüdükçe, yeşilden kırmızıya döndükçe, dalları aşağı büktükçe hırslanıyor.
“Düşüyoruuum, Deniiiz, tut beniii.”
Kolları iki yanda aşağı sarkmanın beceriksiz taklidini oynuyor üstümde kahkahalarla. Çıplak ayaklarımla oturağa basıyorum ayağıma incecik tozlar batıyor. Deniz kumu.
“Bana ne ben sallanmak istiyorum, atma sakın kendini üstüme.”
Bir insan ömrünü kafasındaki beyaz tellerin sayısıyla sınıflandırdığım zamanlarda hep anneannem sandığım büyük teyzem ve annem uzaktan izliyorlar. Aylin’in annesi Ferah Teyze eğer işyerinde değilse düşünceli ve mahzun gözlerle emektar arabalarının şoför koltuğunda bir yerlere gidiyor hep. Birer hafta arayla doğmuş, beraber büyüyen iki çocuğa daha o zamanlarda bile manidar bir şekilde gülümsüyorlar.
“Ne kadar da güzel anlaşıyorlar, iyi ki birbirimize denk gelmişiz şu hayatta Ferah Hanımcığım.”
Aylin, bir paket lastiğiyle kollarıma vurmaya çalışıyor, ben de kaçıyormuşum gibi yapıyorum. Canım yandıkça daha çok kıkırdıyor, siyah kıvırcık kirpiklerinden gözleri görünmüyor. Ben bir oktav daha yükseltiyorum sesimi ama koyu kırmızı Tofaş’ın çakıl taşlı yolları çiğneme sesini bastıracak kadar değil.
“Yaşasın, babam geldi!”
Ramiz Amca elinde poşetlerle iniyor. Bir eline yük ediyor hepsini, diğeri saçlarımızı okşuyor.
“N’aber delikanlı, ne yapıyorsunuz bakalım?”
Mavi çizgili tişörtüyle nefes nefese bir adam bölüyor düşüncelerimi.
“Pardon, buralarda bir Köşem Büfe varmış gördünüz mü hiç?”
“Biraz ileride, yolun karşısında.”
Onun sağındaki sokaktan girince, küçük aile pansiyonunu dört yandan kuşatan bir bahçe, arkadaki çitlerin oradaki erik ağacı. Bahçedeki salıncağın orada bekliyorum seni bu akşam. Aylin’in hayalperest italik yazısı. Kendisine coğrafya sınavı için küçük kopya kağıtları hazırladığı zamanlardan hatırlıyorum.
“Bırak artık kopya çekmeyi, yakalanacaksın yine. Gel ben seni hazırlarım sınava.”
“Olmaz ama Deniz. Biliyorsun, aşığım ben.”
İsmini unuttuğum bir şehrin fiyakalı bir okulundan geliyor adaşım. Gözleri ela.
“Senin gözlerinin biri ela biri koyu yeşil mi? Ne kadar enteresan.”
Büyük şehrin büyük ve kalabalık okullarında bile görmemiş böyle bir şey. Çok dikkatli bakılınca fark ediliyor sadece diyor Aylin. Öyle işte, dikkatli bakmaya bir sebebi var. Adaşım olan Deniz’e bakışları ise sebepsiz.
“Çocukluk arkadaşıyız biz Deniz’le. Beraber büyüdük aynı mahallede.”
Memnunuz ilk ve son kez. Sonraki her karşılaşmamızda sadece iyi günler diliyoruz birbirimize. İyi bir çocuk aslında. Hani böyle ilk bakışta ukala ve hoşnutsuz görünür ama tanıdıkça kabuğunun altındaki utangaçlığı keşfedersiniz ya bazı insanların. Gözlerimdeki anomaliyi bir daha konuşmaması, insanlara fazla bir yakınlık sunmaması, iyi notlarına rağmen derslere fazla katılım göstermemesi, hatta Aylin’i önemsemez görünmesi bile ondan. İçe kapanıklığı çözülmedikçe Aylin’in kız arkadaşlarıyla yaptığı fiskoslar artıyor, notları ise aşağı seyrediyor. Benim ise derslerden ve adını o zamanlar koyamadığım başka bazı şeylerden dolayı sürekli canım sıkılıyor. Bir üniversitenin kampüsünde, çimlerin üzerinde hocalardan ve sınavlardan yakınacağımız sohbetleri düşlüyorum. Belki o zaman ders çalıştırabilirim ona. Olmuyor. Aylin’in üniversiteyi ilk sene neden kazanamadığı yeni tanıştığı arkadaşlarıyla çıktığı bir akşam yemeğinde alkolü biraz kaçırınca anlatacağı türden bir hikâyeye dönüşüyor.
“Aylin, kırk yaşımıza kadar bekar kalırsak birbirimizle evleniriz. Söz mü?”
Bazı konuşmalar ise gerçekten yaşanmasına rağmen uzun süre hatırlanmıyor.
Farklı şehirlerin üniversite kampüslerinde final stresleriyle boğuşurken ben sigaraya başlıyorum, o ise bazen izini kaybettirip sonra olmadık yerlerde meydana çıkıyor. Ben iş yerimde terfi aldığım sene Aylin üniversiteden yeni mezun olabiliyor. Ayda yılda bir yaptığımız kısacık görüşmelerde sadece havadan sudan muhabbet ediyoruz. Benimle aynı üniversiteyi kazanmış olmasına rağmen geldiği sessizlikle hayatımızdan çekilen adaşıma konuyu hiç getirmiyoruz. Ellerimizi başka eller tutuyor, birbirimize anlatmasak da biliyoruz. Bütün bu yıllar boyunca onun kalbi her daim ela bir denize dökülürken benim ise içimde kıvırcık siyah kirpikler açılıp kapanıyor. Köşem Büfe’nin kepenkleri açılmış artık. Kaldırıma çıkarılıyor içecek dolapları. Tam onun önünde soruyorum Aylin’e. Damdan düşer gibi.
“Bak kaç yaşımıza geldik. Artık birbirimizle evlenelim mi?”
Aylar sonra ilk kez gülüyor. Aklı bölüm başkanının yeğenini alıp götüren trafik kazasında. Gözlerinin yaşı hâlâ kurumamış. Hadi evlenelim be o zaman, en kötü ne olacak ki diyor. Bir şey olmayacak biliyoruz. O benim elaya çalan gözümün olduğu hizada takılacak. Ben bunu bile bile ona kolunu uzatacağım. Dondurma ısmarlayacağız birbirimize. Bazen bir kafede kahve içip karşılıklı oturacağız. Ailelerimiz de çok sevinecek.
“Hatırlıyor musun bizi daha küçükken bile birbirimize yakıştırıyorlardı.” Karşılıklı gülüyoruz yine, payıma düşen erikleri ben salıncakta sallanırken aşağı fırlattığı zamanlardaki gibi.
Nikah memuru cüzdanı uzattığında ailelerimizden geriye kalanlar usulca gözlerini siliyor şükrederek. Fotoğrafçıya gülümseyerek poz veriyoruz. Tebrikleri kabul ediyoruz, dualara âmin diyoruz. Sitem edenlere düğün filan geçti artık bizden, kaç yaşımıza gelmişiz diye açıklamalar yapıyoruz. Hiç olmazsa bir tanecik şarkı çalsın diye ısrar ediyorlar. Hatırla sevgili, o mesut geceyi. İlk-ve son-dans. Yola çıkmadan önce el sallıyoruz herkese. Aylin başındaki beyaz çiçekli şapkayı arka koltuğa fırlatıveriyor.
“Giderken bir benzinlikte duralım mı? Patlamak üzereyim.”
“Tabii ki sevgili karıcığım, emirleriniz başım üstüne.”
“Bak ben olmasam evlilik ne bilemeyecektin Deniz, yat kalk bana dua et.”
Camı açıyor, temiz hava giriyor ciğerlerimize.
Bahçedeki salıncağın orada bekliyorum seni bu akşam.
Bunu yazarken on altı yaşının havailiğindeki Aylin’i alt dudağına dişlerini geçirmiş, heyecandan kıpır kıpır sallanan at kuyruğu saçlarıyla gözümde canlandırabiliyorum. Liseden sonra hep kısacık kullandığı saçlarını bir kerecik olsun uzatmayı denemiyor. Ben de soramıyorum, söylemek istediğim başka bir sürü şeyle birlikte dilimin ucundan hep geri dönüyor. Dalgaların sesiyle uzaklara her gittiğinde ve sokak kedilerinin sırnaşıklığında içindeki dinmeyen ağrıyı her ovduğunda ona sadece suskunluğumu verebiliyorum.
Bir gün hastaneden arıyorlar. Eşiniz işyerinde bir kazaya uğramış, hemen gelmeniz lazım diyorlar. Kaza dedikleri şeyin aslında bir kalp krizi olduğunu doktorların mahcup ve üzgün konuşmalarını dinlerken anlıyorum. Devamı bir sürü telaş, hazırlık, eve girip çıkan onlarca insan, üzerimde gezinen acımayla ve kederle dolu bakışlar, sarılmalar, öpmeler, omzumda ağlamalar… Susuyorum. Cenazede onlarca farklı sesten duyduğum başsağlığı dileklerini kabul ederken, adet olsun diye gönderilen çelenkleri ne yapacağımı düşünürken, aylar sonra misafirlerinden kurtulan eve ilk adımımı atarken bile hâlâ konuşamıyorum.
Yıllar geçiyor.
Poyraz şiddetlenince kedi uyanıyor, kuyruğunu dikip tüylerini kabartarak uzaklaşıyor yanımdan. Ben de kapalı bir yere sığınma ihtiyacıyla kalkıyorum. Sağ tarafta, biraz ileride Köşem Büfe. Yanındaki sokaktan girdin mi pansiyon bahçesiyle orada. Arkada erik ağacı var. Aylin? Bunu bana yazmadığını biliyorum; gizli gizli alıp cebime attığım için özür dilerim. Ama salıncağın oraya gelirim eğer istersen. Hem sana söylemek istediğim bir şey var. Çok önemli. Hahaha, hangi salıncak Deniz? O ağacı çoktan kestiler. Zaten artık erik vermiyordu, iyice yaşlanmıştı. Sen giderken bir manava uğra, olur mu? Notu sol üst cebime atıyorum. Kalp atışlarım tamam diyor. Sen nasıl istersen, ne istersen.
Sola dönüp yoluma devam ediyorum.
Ayça Özçelik
Ayça Özçelik- Düşsalıncak, öyküsünü çok sevdim. Zevkle okudum. kullandığı dil, kurgu çok farklı ve dengeliydi. Umarım tekrar okuma imkanım olur yeni öykülerini. Başarılar. Sevgiler.