“Bugün de ölmedik,” diyor Rauf Bey masaya otururken. “Bugün de kavuşamadık.”
Sobada çay kaynarken bir yandan, fonda yine Farid Farjad çalarken, dışarda mevsim baharken, torunları ellerinde şekerlerle okuldan yeni gelmişken, Rauf Bey yine ölmeyi bekliyor. Kırk yıldır her gün olduğu gibi bugün de ölmeyi bekliyor.
Kırk yıl oluyor Şeker Hanım öleli. Bugün kırk yılının kırkı da doluyor üstelik. İnsan elleri ellerine değmeden, diz dize oturup iki çift laf edemeden, şöyle köpüklü kahvesini içmeden -Rauf Bey pek sever- patatesli, kuzu etli yeşil fasulyesini yemeden de kırk yıl yaşıyormuş meğer.
İnsan bu, mecbur kalınca her şeye alışır, her şekilde yaşar ya, Rauf Bey yaşayamıyor. Bu ayrılık acısına, bu değişen düzene, bu mevsimlere, bu bahara, bu kışa alışamıyor.
“Biz,” diyor, “söz vermiştik Şeker’le.” İnsan bir sözü nasıl taşır, nasıl gönlünde tutarsa öyle tutuyor Rauf Bey. Sırf yokluğuna alışmamak için yeşil fasulye yemiyor. Büyük torununun kız istemesine kadar kahve de içmiyordu ya, “Dede,” diyor, “hatırım için.”
Onun hatırından da değil ya onun da adı Şeker oluşundan kırmıyor, gözünde kendi Şeker’i boncuk boncuk bakıyor da öylece içiyor kahveyi.
O gün akşamı edememişti boncuk bakışlı torun. “Acaba,” diyor Rauf Bey, “bizim Şeker de o gün böyle boncuk boncuk mu bakmıştı bana?” Hoş daha dün gibi hatırlıyor ama insan bu, gözüyle gördüğünü bile tekrarlamak istiyor. İkrar diyor neredeyse fısıltıyla.
Herkes akşamın telaşı ile koşuştururken, o bir köşeye geçip -Şeker’iyle göz göze saatlerce susabildikleri köşeye- gün boyu oturmuştu. Plağını çalıştırmıştı uzun yıllar sonra. Geçip köşeye “Kimseye etmem şikâyet, ağlarım ben halime” dinleyip durdu. İlk yıllarında, daha hayatın karanlığını görmemişken, daha elleri nasırlaşmamışken Rauf Bey’in, hâlâ gözleri iyi görüyorken, istikballerine bakıp da titremedikleri o günlerde bu köşede oturup her akşam muhabbet ederlerdi. Muhabbet diyorum, konuşmaktan çok başka bir şeydir çünkü. Kişiye dert verip dert alır muhabbet. Kimi zaman tavşan kanı, kimi zaman bol köpüklü, kimi zaman da oralet eşlik ederdi onlara her akşam. Bazı akşamlar misafirleri olurdu, bu kez kalabalık bir güruh ile, sonraki akşamlar yine kendi kalabalıklarında devam ederlerdi.
“Hey gidi Rauf Bey, boş bırakmadın o köşeyi yıllardır” diyor kızı.
Havanın artık karardığını, hazırlıkların bittiğini o an fark ediyor. Sonra zil çalıyor, geliyorlar yeni yetme damat ve ailesi.
Akşamlar o eski akşamlardan çok farklı, artık konuşulmuyor insan insana. Muhabbetler saklanmış raflara. Hafiften mırıldanmaya başlıyor istemsiz. “Bir şey mi dedin baba?” deyince kızı kaldırıp da başını, “Hayatı nasıl yaşadın diye sorsalar, bekledim derim,” diyor Rauf Bey öylece pat diye, bir anda, gökten zembille inmişçesine, tam sözü kesecekken, tam yüzükler takılacakken, tam verdim gitti denecekken. “Ben,” diyor, “kırk yılımı verdim bir ölüyü beklemeye, gelir diye. Ben kırk yılımı verdim bir ölüyü sevmeye. Ben kırk yıldır onunla yaptığımız hiçbir şeyi yapmamaya yemin ettim sırf O incinir diye. Ben kırk yıldır Şeker’imin gölgesi ile yaşıyorum da sen söyle bakalım delikanlı sen bir gölge ile, bir ölü ile, bir umut ile kaç yıl yaşarsın?”
Taze damat aşkın bu yoğun hallerinden bihaber bir süre öylece susuyor, sonra bir şey demesi gerektiğini fark edip, “Şey… Tabii ben de çok seviyorum,” diyebiliyor.
Şimdilerde sevginin cümlelerde yer edişi de değişti. “Ben,” diyor Rauf Bey, “kırk yılımı bir umuda verdim, sen sevmek diyorsun. Bu, sevmek değil delikanlı, bu bambaşka bir şey adını benim bilmediğim. Adını bilsem de içime bir türlü sindiremediğim.”
“Bu sevmek değil,” diye tekrarlıyor Rauf Bey incinerek. Gerçek olmayan sevgilerin, yoğun yaşanmamış aşkların incittiği adamlardan o da.
“Sevmek, bir ölüyü kırk yıl beklemektir,” diyor koltuğa yığılıp kalırken.
“Sevmek, o severdi diye kışı sevmektir.”
“Sevmek, o severdi diye harabelikleri, viran evleri, sokak kedilerini, çöp toplayıcılarını, elleri çöp toplamaktan kapkara olmuş çocukları, sırf rengi güzel diye çöp arabalarını sevmektir,” diyor.
“Sevmek, aşkı beslemek, aşkı büyütmektir,” diyor Rauf Bey koltukta öylece kravatını gevşetmeye uğraşırken.
“Sevmek, nefesin bitene kadar adını anmaktır,” diyor son nefesini verirken.
“Sevmek, bir ölüyü kırk yıl beklemektir.”
“Sevmek, bir ölünün ardından kırk kez ölmektir.”
Ayşe Şahin
“....Plağını çalıştırmıştı uzun yıllar sonra. ...”
Bu tümcede bir yanlışlık yok mu?