Cumhuriyetin ilk günleri gibiydi yüzün.
İlhan BERK
Kent pastanesinin karşısındaki üst geçidin köşesine teyellenmiş Âdemoğlu, önündeki renkli çuvalların birisinden bir çimdik tütün aldı. Elindeki beyaz kâğıda itinayla koydu. Başparmağıyla düzeltti. Gri sakallarının arasında kaybolmuş ağzını açtı. İtinayla kâğıdı yaladı. Kapattı. Tütün sarma ritüeli bitince, boz renkli, bol dökümlü şalvarının cebinden çakmağını çıkardı. Sigarasını tutuşturdu. İçine çekti. Üfürdü. Ağzından çıkan duman bir an şehrin üstünden geçen bulutlara karıştı. Heybetiyle oturduğu köşesinde birden irkildi. Küçük çakır gözlerini iyice kısarak karşıda parlayan mavi silüete dikkatlice baktı. Pastanenin kapısında onu gördü. Dudaklarından kesik bir mırıltı düştü.
“Bafiros!”
Yaşı neredeyse elliye dayanmış kadın, yanında iki genç kız ile birlikte gülüşerek dondurma alıyordu. Kızlardan birisinin saçları turuncuydu. Uzun örgüsü kalçalarına değiyordu. Dondurmacının külahı evirip çevirmesine, oraya buraya uzatarak el çabukluğuyla yaptığı hilelere katıla katıla gülüyorlardı. Yanağındaki gamze derin derin batıyordu kadının. Âdem oturduğu yerde istemsiz gülümsedi. “Hiç değişmemişsin Havva. Âdem’in Havva’sı!” Kafasını iki yana salladı. Gözleri doldu.
“Toparlanın, gidiyoruz! Bu ayın sonunda deniz kenarında bir memlekete gönderiyorlar bizi, Bafiros’muş adı, ortasından ırmak akıyormuş,” dedi babam. Hiç unutmuyorum. Nergis kokan bir akşamüstüydü. Hava buz gibi soğuktu. Müjdeler gibi, işten eve gelip, daha çoraplarını çıkarıp elini ayağını yıkamadan, sofra ortada beklerken söylemişti. Gece boyunca gözümün önünden kırmızı saçlı, belden aşağısı balık, uzun kuyruklu, yüzü allı pullu bir denizkızı geçti. Gördüm! Sabaha karşı içim geçmiş, rüyamda kulaç ata ata onu yakalamaya çalıştım. Tam elim kuyruğuna değdiğinde mavi suların içinde köpürüp gitti.
“Bir, iki, üç… Hadi atlaaa!” Kız kardeşimle birlikte sedirin üzerine çıkıyor, burnumuzu kapatıp halının üstüne atlıyorduk. “En hızlı kim yüzecek?” Deniz kenarında bir kente gidiyor olmak hepimizi heyecanlandırmış, gideceğimiz memleketin havasına o kadar çabuk girmiştik ki babaannem bile “Hatıralarımızı bırakıp da neden gidiyoruz,” demedi. Annemim deyimiyle, birkaç bavul pılı pırtı, üstü tozlanmış anılarla yollara düşüp geldik deniz kokan memlekete. Bizi bir mahalleye götürdüler. Üstü kiremit üç odalı bir evin kapısından girdik. “Burası sizin,” dediler. Sokağımızda bir sürü arkadaş vardı. Annemler eve eşya yerleşirken, biz kız kardeşimle beraber çocukların yanına gittik. Erkekler top oynuyordu. Beni de aldılar takıma, karşı kaleye iki gol attım. Kardeşim de diğer kızlarla beraber bizi alkışladılar. Bu mahallede doğmuş, bu sokakta büyümüş gibi hissettim.
Ailem de bu memleketin havasına çabuk alıştı. Bazen çeltik tarlalarında suya battılar, bazen karpuz çatlattılar Kızılırmak’ın kıyısında. Beşiklik ettiği tüm medeniyetlerin kültürüyle yoğrulmuş insanların bir arada yaşadığı şehir bizi de kucaklamıştı.
Bıyıklarımın tel tel terlediği ilk gençlik yıllarımda sanki bu şehirde doğmuşum, büyümüşüm gibiydim. Mahalledeki arkadaşlarla toplandığımız bir akşamüstü, birbirimize anlattığımız kız tavlama hikâyelerine gülüşürken, Köşedeki çeşmenin yanında onu gördüm. “Ah, işte O! Denizkızı Bafiros!” Gamzeleri derin bir kuyu, gözleri kömür, turuncu saçlı Bafiros! Arkadaşlara kaş göz ettim. Ben çeşmenin yanında kaldım, kızın peşi sıra birkaç arkadaşı saldım. Adı Havva’ymış. Fırında çalışıyormuş. Yufka açıyormuş, pide yapıyormuş. Günlerce fırının karşısındaki parkta oturdum, seyrettim. Onu her gördüğümde yüreğim deli gibi çarpıyordu.
Bir zaman sonra babam beni tütüncüde çıraklığa verdi. “Okulu dışarıdan bitirirsin, avare gezmek yok artık,” dedi.
Dükkânı açma, temizleme, bakkal çakkal işleri, gelenleri buyur etme, ikram hep benim vazifemdi. Havva’nın çalıştığı fırının yamacındaydı iş yerim. Arada göz ucuyla süzerdim Havva’yı. Yazmasını çelerek örtünürdü. Kulağının kenarlarından kaçan kızıl teller tülerir, terleyen boynuna yapışırdı. Bir oklava tutuşu vardı ki! Uzun, beyaz parmaklarıyla oklavayı kavrar, tül gibi gererdi. Yufkanın ardına karınca duasını tutsan okunurdu. Çoğu zaman benim hayran bakışlarımı görmeze vururdu. Kim olduğumu mühimsemez, merak da etmezdi. Oysa siyah, uzun kirpikleri batardı yüreğime. Bana inat eder gibi yanı başındaki İbo’ya cilve yapardı. İbo anlamazdı. Seviyor mu, yeriyor mu bilemezdi. İş çıkışı dükkânı kapatıp fırına koşardım. Sırf Havva’nın eli değdi diye açma, pide alırdım. Annem, “Kim yiyecek de her gün her gün alıyorsun bunca hamuru,” diye söylenirdi akşamları. Ah Havva bir kerecik baksa yüzüme! Yok, bakmazdı. Hep mahcup durur, gözlerini indirir, kaşlarını çatar, yönünü öte dönerdi. Sebebi İbo. Suç hep onda. Az uzak dursa, yanaşmasa.
Bir gün dayanamadım çattım İbo’ya. İki dükkânın arasında kavga ettik de oralı bile olmadı Havva. Bilmeze vurdu. İçin için sevindi belki de. Kim bilir? Mahalleli kız kavgası diye dedikodu etmiş. Çokta umurumdaydı sanki! O değil de kavga esnasında, “Hasta mısın oğlum sen?” diye bağırıp, itelemiştim İbo’yu. Hastaymış gerçekten! Zaten üflesen uçacak, zayıf, çiroz gibi sapsarı bir oğlandı. Göz kapakları düşük, alnı açık, ince burnu hep ıslak. Bense sarı saçlı, mavi gözlü yakışıklı bir mübadil oğluydum. Havva burnu sümüklü İbo’ya kalacak değildi ya!
Bir sabah dükkânın önünü süpürürken fırından sesler yükseldi. Havva oklavaya sardığı tatlı hamurunu İbo’nun yüzüne doğru uzatarak, “Al bu kocakarı gerdanını öp,” diye dalga geçerken ustasına yakalanmış. Ustanın sesi sokağa taşmıştı.
“Nimetle dalga geçmek de neyin nesi? Oğlanlarla oynaşmanın neresi şaka? Kız dediğin azıcık ağır olur, ne bu müşterinin karşısında cıvık cıvık hareketler?”
Etraftakiler neler olduğunu anlamaya çalışırken Havva kapıda göründü. Sinirliydi. Hışımla çıktı gitti. Akşama doğru Havva’nın babası geldi fırına. Ustaya çattı. Biraz fazlaca itiş kakış oldu, tabureler atıldı. Etrafa toplananlar olaya müdahil olmak istemedi. Ben de öyle uzaktan izledim. Sonradan mahallede duyduk. Babası eve gidince Havva’yı bir temiz dövmüş. Ağzı burnu kan içinde kalmış.
İbo’nun ailesine haber yollamış.
“Gelip istesinler.”
İbo’nun annesi, “Oğlum hasta, zaten yaşları küçük daha, bir iki oynaştıysa evlenecek değiller ya,” diye haber salınca dellenmiş adam. Tüfekle kapılarına dayanmış. Anlayacağınız; konu komşu, hısım akraba araya girip ortamı yatıştırınca, Havva, birkaç ay içinde yufkacı İbo’nun karısı oluvermişti. İşte tütüne o zaman başladım ben. Tütün mü yandı, gönlüm mü bilmeden yaşadım yıllarca. Annem kaç yere dua okuttu, muska yaptırdı. Babam kızdı ona. “Biraz ağlar, sızlar toparlanır, kendine gelir, divane olacak değil ya.”
Bir daha görmedim Havva’yı.
Kimselere dönüp bakmadım. Dükkâna gelen müşterilere bile! Patron kaç kere uyardı beni. Kendi içimde yaşadığım fırtınanın sessizliği dışıma vurmuş, dünyadan bihaber yaşarken babaannem vefat etmiş, kız kardeşim evlenmiş, ikiz çocukları olmuş! Yüzüme bakanların anlamsız ifadeleri, bıyık altından gülmeleri, “adam sen de” lakırdıları vız gelip tırıs giderken Havva’nın bir kızı olduğunu duyduğumda silkelendim. Turuncu kafası, çilli, çukur yanakları Havva’dan; akça pakça teni, düşük göz kapakları, ıslak sivri burnu İbo’danmış! Emekliyormuş, yerden bulduğu her şeyi ağzına götürüyormuş. İbo hastaymış. İnşallah ölür dediğim çok oldu. Sonra sonra inşallah ölmez dediğim de çok oldu. Ama İbo öldü. Çok hastane gezmiş, en iyi doktorlara gitmiş ama hastalığı agresifmiş, zayıf bünyesini zehirli sarmaşık gibi sarmış!
Yıllarca Kızılırmak gibi kızgınlık biriktirdiğim Havva’ya yüreğim yumuşadı. Turuncu kafalı, daha yaşına girmemiş kızıyla bir başına dul kalması yüreğimi sızlattı. Ben böyle kendi kendime umutlarımı yeşertirken bazı sütü bozuk kahpe dölleri, daha İbo’nun kırkı çıkmadan Havva’nın babasına haber salmışlar. “Talibiz. Kızı kızım olur, geçinir gideriz. Sahip çıkarız.” Ama Allah var, Havva hepsine s….. Neyse küfür etmek istemiyorum. Ben ise ne haber saldım ne etrafında dolandım.
Mevsimlerden kıştı. Çok kar yağmıştı. Biraz temiz hava alayım bahanesiyle öğlen vakti yemek yemeye çıkmıştım. İlkokulun oradan geçerken zil çaldı. Çocuklar fırtına gibi çıkmışlardı bahçeye. Koşuşturarak, heyecanla kartopu oynamaya başlamışlardı. Cıvıl cıvıl oynaşan çocuklara bakarken Havva’yı gördüm. O da kızıyla beraber küçüklerin arasına karışmış diğer velilere, çocuklara kar atıyordu. O an, mahcup duruşunun altında gizlenen şımarık kızı gördüm yüzünde. Yerden bir tomar kar avuçladım, havaya attım. İkinciyi çocuklara, üçüncüyü Havva’ya! Havva çakıldak hareketlerle gülümsedi bana. Mahalle yansa mühimsemeyen, ölüyorum uğruna diyenlere dudak büken Havva ilk defa bana gülümsemişti. O ünlü şairin şiirindeki “Cumhuriyet’in ilk günleri gibiydi yüzü.” Aydınlık, parlak, umutlu.
Yeniden bir kor düştü yüreğime! Babamın, toparlanın gidiyoruz, dediği gün, onun silüetini kafamda çizip gelmiştim. İlk gençlik heyecanımdı. Ben Âdem idim O Havva. Bu defa? Bu defa olur muydu? Bu defa Âdem’in Havva’sı! Bu defa Âdem’in Havva’sı olur muydu?
Yaşı on beş olsa da otuz beş olsa da Havva aynı Havva! “İlahi, bu yaştan sonra mübadile mi varacağım? Yıllardır samurlayıp durur, moduranmasın galan,” diye haber salmış bana!
O haberden sonra gönül sayfamın içine taze bir gül koydum, bir daha çevirmemek üzere kapattım.
***
Üst geçidin köşesine teyellenmiş Âdemoğlu, tütüncü dükkânında kendi halinde meczup bir hayat yaşarken bazen yaşlı annesi yokladı onu, bazen kız kardeşi uğradı bir kap yemekle. Bazı bazı okul çıkışında yeğenleri gelip, dükkânı derleyip topladılar. Babası, “Bir zilli yüzünden deli divane oldu,” diyerek yıllarca küs kaldı.
İşte şimdi tam karşısındaydı Âdem’in Havva’sı. Pastanenin önünde. Kızılırmak’ın kızıllığı yaşmağından yüzüne vurmuştu. Elindeki dondurmayı yalarken elli yaşında değil de on beş yaşında çilli bir kız çocuğuydu. Gamzeleri daha da derinleşmişti. Pullu yazmasını hâlâ çelerek örtünüyordu. Kulak kenarlarından kaçışan kızıl saçları rüzgârda uçuyordu. Uzun etekli, mavi elbisesi dalgalanıyordu üzerinde. Gerdanı beyaz, gerdanı kırışıktı. Âdem gönül sayfasını çevirdi, arasında kuruttuğu gül yaprağını çıkardı, nefesini tuttu, yutkundu. Cırk cırk eden bir çekirge gibi kırık bir ses döküldü dilinden.
“Hoş geldin. Gel öpeyim gerdanından Bafiros!”
Sokaklar iyot ve tütün kokuyordu.
Ayşe Gümüş Çoban
keyifle okudum. hem zengin bir lugat sunan, hem de kurgusu iyi bir öyküydü. sadece arada İlhan Berk'ten alıntıyla sanki anlatıcı karakterlerin olağan hayatına müdahale etmiş gibi oldu. tek kulak tırmalayan o kısımdı ama o da nazarlık olsun. kaleminize sağlık