Ben bu evden kaçalı kaç yıl olmuştu? Yirmi bir, yirmi üç? Hatırlamıyorum, uzun yıllar geçti üzerinden. Okuduğum tüm gençlik kitaplarını, kahramanlarını, benim evimden çok uzak dünyaları heybeme doldurup bir gece çıktım bu evden, sanıyordum ki bu ev dışında her yer huzur içindeydi. Çünkü burası koca bir cehennemdi, tüm yangınlar bu dört duvarın içindeydi, buradan bir adım ötesi de neresi olursa olsun bana iyi gelecekti. Şimdi kırk bir yaşımın sınırlarında gezinirken bu eve neden geri döndüğümü düşünüyorum.
Kendimi eski evimizin bahçesinde görüyorum. Bahçeye kocaman bir televizyon kurmuşlar. Büyük, büyük, öyle büyük ki ekranın tamamını görmeyi deniyorum; boynum tutuluyor.
Hiç cesaret edemeyeceğimi düşündüğüm o adımı atıp evin önüne geldiğimde yıllardır yapmak istediğim ancak o an geldiğinde yapamam sandığım şeyi yapıyorum. Kafamı kaldırıp uzaktan uzun uzun evime bakıyorum. Eve bakmak, hem de gözlerimi ayırmadan öylece dimdik, yani babama meydan okumak. Onunla bakışmanın halıdaki desenlerin listesini çıkarmak anlamına geldiği çocukluk günlerimden bugüne… Gözlerimi onun gözlerine dikip de hesap soramadığım her an için bakışlarımı eve sabitliyorum.
Aslında kocaman bir ev ama bana küçük geliyor. Buradan giderken küçük bedenimi içine alıp yuttuğundan, burada olmadığım her anda zihnimde koca bir ev inşa ettiğimden olsa gerek, devasa olmalıydı, diyorum kendi kendime ama değil. Sıradan bir evden büyük, çok büyük hatta ama benim çocuk aklımda kalanın yanından bile geçemez. Kapıya gidiyorum, bir an anahtarım varmış gibi yelteniyorum, çantama gitmekten son anda vazgeçen elim kapının ziline basıyor. Tekrar, tekrar, uzun uzun. Sabırsızım.
“Nermin? Nermin Hanım. Buyurun, buyurun hoş geldiniz. Aman, bir anda seni, şey, sizi görünce karşımda, şaşırdım vallahi.”
“Hoş buldum Yılmaz. Çok ani oldu arayamadım, çok kalmayacağım.”
Kalmayacaktım da. Bir bakımlık gelmiştim. Yılmaz peşimde, ben önde. Geziyorum evi hızlıca, ne aradığımı bilmiyorum, ne bulacağımdan habersizim. Bozuyorsun huzuru Yılmaz, çekil kenara, diyemiyorum. “Bir şey istersem ben seslenirim, burada senlik bir şey yok,” diyorum. Odalarda gezinmeye devam ediyorum. Aradığımı bulamamış gibi huzursuz, salona iniyorum.
Kendimi eski evimizin bahçesinde görüyorum. Bahçeye kocaman bir televizyon kurmuşlar. Büyük, büyük, öyle büyük ki ekranın tamamını görmeyi deniyorum; boynum tutuluyor. Babam mı ekranın içindeki? Ekran çok büyük seçemiyorum, boynum sızlıyor. Uzaklaşıp bakmayı deniyorum, yok. Baba? Baba? Ekrandan bana doğru uzanıyor. Babam da televizyon kadar büyük, büyüklüğü her zamankinden daha korkutucu geliyor bana.
“Yılmaz, senin tost hâlâ meşhur mu?”
“Yapayım hemen bir tane de sen karar ver.”
Yılmaz da bana bakınca o günü geçiriyor mu acaba içinden? Nasıl da inanmıştık mümkün olduğuna. Çocuk aklı mıydı, cahil cesareti mi? Gülüp geçiyor musun düşününce, yoksa benim gibi sızlıyor mu içinde bir yer, demek istiyorum. Diyemiyorum.
Babam uzandıkça ekran küçülüyor, ekranla babam da küçülüyor. Ben izliyorum, hâlâ babam mı değil mi seçemiyorum. Aslında biliyorum babam olduğunu ama emin olamıyorum. Ellerim ter içinde, kulaklarımda cızırtılar. Babam çıkıyor koca televizyondan bana doğru geliyor, babam çıkınca küçücük kalıyor televizyon. 37 ekran televizyon. Babam bana geliyor, sırıtıyor utanmadan, yaptıklarından hiç utanmıyor, rüyamda bile kızgınım ona, hep kızgınım. Bir kitap uzatıyor bana. Annemi delirten kitap; annemin deliliğinin kanıtı olan kitap. Hızlı hızlı bakınıyorum kitaba, anlamıyorum, okuyamıyorum. Türkçe değil bu diyorum, babam sırıtıyor. Tüm iğrençliklerini güzel yüzünün altına saklamış, hep sırıtıyor.
Ben evin içinde oradan oraya gezerken sırtımı kamburlaştıran anılarım önümde ardımda sıralanıyor. Annem geziniyor oradan oraya, elinde kitabı. Kalınca, ciltli, yeşil. Geceliğinin dantelleri sararmaya yüz tutmuş ama yenisini almaz, bunu üstünden çıkarmaz. Kolay kolay vazgeçmez sevdiği şeyden. Küçük çıplak ayaklarıyla parkede çıkardığı iniltiler kulağımda. Hep aynı sahne, belleğimde, ezberimde. Bilmediğim o dilde sayıklıyor yine. Bu kitabı çeviremeden öleceğini bilmiyor, babamın annemin tüm kitaplarını o kadına bağışladığını da mezarında yattığı için öğrenemeyecek.
Elimde tostum kütüphaneyi geziyorum. Bizim evin cakası koca kitaplık, içinden tek bir kitabın okunmadığı ama babamın tüm bürokrasiye bununla hava attığı, beklemekten yorulmuş, benzi atmış kitaplar. Tek tek bakıyorum hepsine, o kitabı arıyorum. Yok. Bulamıyorum. Ama bir anlamı olmalı, buraya boşuna dönmedim. Boşuna dönmüş olamam.
Odanın altını üstüne getirirken bulamadığımı çalışma masasının ikinci çekmecesinde buluyorum. Rüyayı görüp görüp kitapçılara koştuğum, adını sanını kimsenin bilmediği kitap, babamın hiç kullanmadığı kütüphanesinin bir yerlerine saklanmış. Kalınca, ciltli, yeşil.
Oku, diyor babam. Oku. Bir yer arıyorum kendime, korkuyorum babamdan. Eve doğru koşmaya başlıyorum. Koşuyorum, ellerim terli. Koşuyorum, güzelim ayakkabılarım kir içinde. Kirine vahlanmaya fırsat bulamadığım ayakkabılarımla eve giriyorum. Koşuyorum, korkuyorum, korktukça küçülüyorum, küçülüyorum. Ufacık kalıyorum. Koşup babamın masasına tırmanıyorum. Küçücüğüm, masa lambasının altına sığınıyorum. Aydınlık, ferah. Ohhh diyorum, bulamaz beni burada. Sırtımı masa lambasının ayaklarına yaslıyorum. Güvendeyim. Kitabı okumam lazım, oku dedi babam.
“Niye kaldın bu evde Yılmaz açsaydın ya bir tostçu. Çok lezzetliydi.”
“Kaçamadım bu evden.”
“Pişman mısın?”
“Sen değil misin?”
Elimde kitabım, koltuğa uzanıyorum. Elimde bir elma. Kocaman ısırıyorum. Elmada ağzımdan bir leke. Kocaman bir boşluk kalıyor orada. Bilmediğim dilde kitabı okumaya başlıyorum.
Sanki okuyabilecek, okuduğumu da anlayacak gibi kitabı açıyorum, evirip çeviriyorum. Sayfalarında geziniyorum. Babamın ellerinin kokusu genzimi yakıyor. İçinden bir kâğıt düşüyor. Sararmış. “Yapmak zorundaydım. Affet.” Bana mı bu not, anneme mi? Annem okusa affederdi belki, babamın kaleminden çıkan iki kelime yeterdi onun yelkenlerinin suyla buluşması için ama ben…
Okuyamıyorum diyorum, oku-ya-mı-yorum. Terliyorum. Terim kinimden, nefretimden. Sinirimle akıyor şakaklarımdan damlalar. Yoksa gözümden mi akıyor anlamıyorum. Bahçeye geri dönüyorum. Okuyamıyorum ulan, okuyamıyorum. Elimde elmalar, babamı bulamıyorum. Yılmaz bahçede. Elinde kaleci eldivenleri. Okuyamıyorum diye ağlıyorum, bu sefer ter değil anlıyorum. Elmaları fırlatıyorum Yılmaz’a. Onlarca yüzlerce elma, nereden geldiğini anlamadığım bir elma bahçesindeyim sanki. Hepsini fırlatıyorum Yılmaz’a. Yılmaz kayboluyor elma dağının altında.
“Anneee, pankek yapar mısın kahvaltıda? Anneee uyansana yaa.”
“Dur babacığım uyusun biraz annen. Ben kahvaltı hazırlarım sana, ister misin?”
Mutfaktan gelen sesler uykumu, rüyamı bölüyor. Gözüm kapalı ama uyanığım. Elma tadı var ağzımda, ağladım mı ben? Yataktan doğrulup mutfağa koşuyorum.
“Benim gitmem lazım. Eski eve dönmem lazım. En fazla bir gün, sonra döneceğim.”
Pankek hamuru, mutfağın tezgâhından soğuk beyaz zemine akarken eşim ve kızım bana bakakalıyorlar, öylesine şaşkın.
Ayşe Gizem Güngör
Comments