top of page
Yazarın fotoğrafıİshakEdebiyat

Öykü- Ayşe Nilay Özkan- Abaşo

Seni vapurda gördüğümde fotoğraf çekiyordun. Ancak büyük ellerinin taşıyabileceği bir objektifin ardındaydın. Makinenin arkasındaki yüzünü önce tam seçemedim. Seni seyretmeye başladım. Aynı şeylerin dikkatimizi çektiğini fark ettim. Yan sırada market poşetinden gizli gizli çıkardığı votkayı meyve suyuna katan adam mesela. Onu görüp sana başımı çevirdiğimde, sen onun fotoğrafını çekiyordun. Genç kızları seyreden sakallıyı da atlamadın. Sigarası elinde etrafa bakınan delikanlının yardım isteğini duydun, elindekini özenle diğerine alıp sağ cebinden çakmağını çıkardın. Ve martılar… Korkuluğa konduklarında sen de gördün gözlerindeki kırmızı sürmeyi eminim. Söyle bakalım, sana da güldüler mi bana güldükleri gibi?

İşte Kınalıada. Yerinde oturuyorsun, yerimde oturuyorum. Sait Faik gibi inemiyoruz bir türlü Kınalı’ya, ama orada hiç konuşmadığımız bir arkadaşımız varmış gibi seviyoruz. Sen ve ben gibi. Hiç konuşmamamız gibi…

Denizi seyrediyoruz. Saçlarımızı rüzgâr dağıtıyor. Elimi uzatsam sana dokunabilirmişim gibi hissediyorum. Burgaz’a yaklaşırken, Sait Faik yine bizimle.

“Ve denize bir dakika durup bakmaya vakitleri olmadığını söyleyen bu insanlar ne zevksiz mahluklardı.”

Biz onlardan değildik. İzlemeyi ve düşünmeyi bilenlerdendik. Gülümsüyorum, beni anladığını farz ediyorum. Göz ucuyla sana bakıyorum. İnenleri seyrediyoruz birlikte. Karadan iskeleye koşturanlar için heyecanlanıyoruz. Bir saniye ile çekilen kapının ardında kalanlara üzülüyoruz. Ağır ağır hareketleniyoruz. Anın tadını çıkarıyorum gözlerimi kapatıp. Açtığımda neden yerinde yoksun? Telaşlanıyorum. Ter basıyor, güneşin ayırdına varıyorum ansızın, gözlerim kamaşıyor ışıktan. Göremiyorum seni, neredesin? Yoksa terk mi ettin beni?

Şükür, başını kaldırıyorsun. Yerden ne aldın? Mendil gibi bir şey…Gözlüğünü silecekken rüzgâr mı uçurdu elinden? Daha sıkı tutmalıydın, düşmesin diye. Toparlanıyorsun. Son durağa yaklaşıyoruz demek ki. İçimde bir sızı.

Kalkıp birkaç adım attıktan sonra geri dönüp bana bakıyorsun. İstemsizce dikleşiyor sırtım. Gözlüğünün ardından parlayan gözlerini fark edebiliyorum. Yüzüm kızarıyor. Anlamadığını umuyorum. İlerliyorsun. Kısa bir süre sonra oturduğum yerden aşağıdaki seni izliyorum. İskeleye palamar atan çımacıya bakışını. Halatı sonsuzluk işareti gibi bağlamaları ne garip değil mi? Sanki hiç bitmeyecekmiş gibi. Kısa bir süre durulacak iskeleye sonsuzluk işaretiyle bağlanmak… Sonra halatın tekrar açılması ve vapurun iskeleden ayrılması… Tüm bunlar senin de kalbini kırmıyor mu?

İniyorsun artık vapurdan. Ben geride, olduğum yerde kalıyorum. Senin yolculuğun bitti mi şimdi? İskeleden çıkınca sağa dönüp yürüyorsun. Tam karşımda, karadasın. Sırt çantanı banka koyup fotoğraf makinanı çıkarıyorsun. Vapura doğru, bana doğru tutuyorsun objektifini. Elimi kulağıma götürüp küpemle oynuyorum önce utanarak. Sonra tüm cesaretimde bakıyorum objektifine… Dik dik ve tam gözünün içine. Gülümsüyorum. Biliyorum, görüyorsun beni aramızdaki mesafeye rağmen.

Seni görüyordum. Vapurda, beni izlerken. Gittiğim her yerde beni izlerken aslında. Kahvecide ilk karşılaşmamızdan beri. İkimizin adı da Deniz olduğundan benim kahveme davranmıştın. Ben de centilmenlik yapıp kahvemi sana vermiştim. Tek şanssızlığım ikimizin de sütsüz soğuk kahve seviyor olmasıydı. Yaptığım kibarlığın şu anda dönüştüğü şeye inanamıyorum.

İşe gitmiştim elimde kahvemle. Akşam çıktığımda yolun karşısındaydın. Tesadüfe bak, dedim. Tüm gün orada beni bekleyebileceğin aklımın ucundan geçmemişti hiç. Evimin yerini de öğrendin. Sabahları evimin önünde, öğlen yemek yediğimiz lokantada ya da akşam otobüste seni görmeye alışmıştım. Sadece bakıyordun. Hiç konuşmadın, yaklaşmadın bile. Ta ki eve gelen mektubuna kadar. Bana olan aşkını anlatıyordun, adını öğrendiğin sevgilime. Birlikteymişiz gibi olanca hayal gücünle. Benimle ilgili bildiğin tüm detayları hikâyelerinde birleştirmene de inanamadım. Sayfalarca yazdığın mektuptaki uydurma anılarımıza kandı sevgilim. Hayatımda en çok sevdiğim kadını kaybettim senin yüzünden. O evde kalamadım, taşındım. İşimi, rotamı, telefon numaramı her şeyi değiştirdim. Sana izimi kaybettirdim sonunda. İşte o zaman ben de senin peşine düştüm Deniz.

20.05 vapuruna son anda yetiştin, yetiştik. Çımacı emeklisi babanın Büyükada’daki evine az kalsın gecikiyordun. Önce beni görmedin. Gördüğündeyse her zamanki gibi hayran hayran izlemeye başladın. Şaşkındın, heyecanlanmıştın. Benim fotoğrafımı Instagram hesabından yayınlayacağını adımız gibi biliyordum. Senin baktığın her şeyin fotoğrafını çektim. Alkolik adamın ve kızları rahatsız eden diğerinin. Çakmağımı çıkardığımda sigaraya başladığıma şaşırdın. Evet, hakkımda bilmediğin bir şey vardı işte. Martının fotoğrafını çekmedim; gözlerine, gözlerinin kırmızı sürmesine ise hiç dikkat etmedim. Sana inadımdan.

Seni denemek istedim. Heybeli’ye yaklaşırken ayağa kalktım. Ardımdan gelmeni bekledim. Hissedemeyince dönüp sana baktım. Tüm kızgınlığımla. Merdivenden inerken de ardımda değildin. Halatları seyrederken ve karaya adım attığımda da. Söyle Deniz, sen benden ne zaman vazgeçtin?

İskeleden çıktığımda beni takip etmediğine inanamıyordum. Bitmiş miydi? Elimde senden bir şey kalsın istedim. Makinemi çıkarıp senin fotoğrafını çekecektim. Çantamı açtım, en güçlü objektifimi taktım. Sana odakladım. Önce küpenle oynadın. Birden gülümsedin. Gözlerinde bir şey çaktı. Anlayamadım. O uzaklıktan, oradan gözbebeklerime baktın, yemin edebilirim. Deklanşöre basarken senin korkuluğa tırmanışını gördüm. Fotoğraf makinem titreyen ellerimden düştüğünde, kulaklarımda üç uzun vapur düdüğü gürlüyordu.


Ayşe Nilay Özkan

0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

Comments


bottom of page