“İnsan en çok kaçtığı şeyden asla kurtulamıyor.”
Marcel Proust
Sabancı Kültür Merkezine “Kürk Mantolu Madonna” oyunu gelmiş, arkadaşlarıyla onu izlemeye gidecekler. Oyun öncesinde de Dario Moreno Sokağı’nda bir şeyler içip hasret giderecekler. Öyle konuştular dün gece. Hayat koşuşturması içinde pek vakit ayıramıyorlar birbirlerine. Heyecanlı ve sabırsız. Hazırlanıp çıktı. Sitenin köşesinde lokma döküldüğünü görünce canı çekti. Uzunca, çabuk biteceğe pek benzemeyen bir kuyruk var fakat yine de girdi sıraya. Gülesi geldi. Amerika’dan döndüğü ilk zamanlar lokmanın parasını ödemeye kalkıyordu ya, şaşkın!
Lokmacı, hamurları dikkat çekici bir el pratikliğiyle kızgın yağa atıyor; yamağı genç, makineyi parlatacağım diye kendinden geçiyor. Nedense aklına araba koleksiyoncuları geldi. Onlar da böyle hohlaya hohlaya, özene bezene siliyorlar mıydı acaba arabalarını? Tezgâhın ardındaki kadına ilişti gözü bir an. Hayır sahibi olduğu her halinden belli. Tek başına. Kirlice, plastikleri dökülmeye başlamış, beyaz bir sandalyede oturuyor. Lokma bekleyen insanlarla göz göze gelmekten korkuyormuş gibi kafasını yerden hiç kaldırmıyor. Sandalyede ayaklarının ucunda oturuyor. Ayak uçlarında yaylanıyor, dizleri sallanıyor. Kolları önünde birleşmiş, elinde anahtarlık gibi bir şey var, ne yapacağını bilemediğinden olmalı sürekli onunla oynuyor.
Tuhaf. Huzursuz edici bir hali var. Zamanın, mekânın, insanların dışında, yabancı. Acelesi varmış gibi. İstemediği bir işi yapıyormuş da bir an evvel ondan kurtulmak istiyormuş gibi bir şey. Üzgün çok üzgün, acı içinde kaybolmuş. Bakışları tedirgin, dingin. Sıradaki adam kadının dalgınlığını fark etmiş olacak yüksek sesle “Allah kabul etsin,’’ diyor. Kadın kafasını sallıyor, “Sağ olun,” diyor sanki ne önemi var ki der gibi. Anahtarlar, huzursuz parmaklarının arasında dönüp duruyor. Gözleri hep aynı noktada.
Kaçmak… Uzaklaşmak… Kabul etmemek… Acıyı yok saymak, karşı koymak… Belki bundan sonra yaşayabilmenin, tutunabilmenin tek yoludur. Koşa koşa kaçıp gitmek başka yerlere. Hem de ardına hiç bakmadan. Böyle şeyler düşünüyor belki.
Gidip kadının elinden tutsa, ona sarılsa, zamanla birlikte insanın da evrileceğini, kaçmanın insanın zihninde kocaman, karanlık bir delik açmaktan başka bir şeye yaramadığını anlatabilir mi ona? Daha derin, daha pervasız acılara sürüklediğini, o koca karanlık deliğin hiç acımadan insanı yutuverdiğini anlatsa anlar mı onu? Ayrıca kaçmanın pek de mümkün olmadığını…
Kadının karanlığı onu kendi karanlığına, o güne itti. Yine her şey aynıydı. Dünkü gibi… Ondan önceki gün gibi… Her günkü gibi. Sıradan, kaygısız akıyordu. Ta ki ikindi vaktine kadar. Üç şekerli çayın ikinci bardağındaki kaşık şıngırtısına kadar.
Okuldan yine konuşa konuşa dönüyorlardı annesiyle. Hallerinden memnun. Başlarına ne geleceğini bilmeden. Hem nereden bilsinler ki?
Annesi ne kadar çok sevinmişti, matematik sorusunu bildi de öğretmenden “Aferin” aldı diye. Ne yapacağını şaşırdı. Öptü, kokladı, sarıldı. Ah, o gözleri nasıl da parlıyordu. Bir daha da hiç öyle göremedi zaten, fersiz gözleriyle öyle boş boş baktı hep. Bilse bir daha hiç öyle bakmayacak, kazımaz mıydı o bakışları zihnine? Cipsti, çikolataydı, parktı diye çıldırtır mıydı kadını? Hiç park görmemiş, hiç salıncakta sallanmamış gibi. Üzer miydi onu? Ah, ah! Ne olurdu sanki abisi dinleyiverseydi annesini? Gelir miydi bunlar başlarına? Kolu kanadı kırık kuşlar gibi çırpınıp dururlar mıydı yine? Kaç kere sordu böyle soruları kendisine, kaç kere? Bu cevabı olmayan sorular yedi bitirdi onu yıllarca.
Lokma yiyecekmiş! Hıh, lokma neyine onun! Hem doktor hamurlu, şekerli şeyler yasak demedi mi? Dedi. Eee, o zaman? Gitsin, gitsin, o da gitsin dikine. Pisboğaz!
“Hanımefendi ilerler misiniz?”
“Pardon!”
Hay Allah ne yapacağını bilemedi! Sıradan çıksa mı, lokmayı alsa mı? Çaresiz aldı lokmayı. Duyulur duyulmaz bir, “Allah kabul etsin,” dedi. Uzaklaşırken gözüne çarpan reklamı okudu.
Ölmüşlerin Hayrına Hayır Lokması Döktürme. İzmir Lokma.
Reklama bak! Boğazının derdine buldu belasını! Geçmiş olsun, çoktan üşüştüler bile. Pılını pırtısını toplayan geldi, kafasında davul zurna çalacak şimdi. Yolun karşısında bir çocuk parkı var, biraz orada otursa, hava alsa iyi olacak. Kafası da dağılır. Amann! Yiyecek hali mi kaldı, ne olacak bu lokmalar şimdi? Ah o haber, abisinin ölüm haberi. Gün gece oluverdi birden. Yaktı yüreklerini. Küllendiği de yok. Duyunca dayanamadı anneciği küt diye bayıldı düştü. Yüreğine indi. Ha, bu kadıncağızın da işte farkı mı var, ölen neyi oluyorsa artık! Toprağı bol olsun inşallah! Ölenle ölünmüyor diyorlar da kalanın nasıl yaşadığını bilen yok. Lokmalar öyle kaldı elinde, birini bari yiyebilse. Başına iş aldığına değer hiç değilse. Yok, yiyemeyecek, midesi kaldırmadı. Ne kavga ne kavga ama… Abisi okuldan her gelişinde… İçine mi doğuyordu ki? Susmazdı. “Dağa tırmanmak da neymiş! Ne işin var senin dağda orada burada, oku okulunu güzelce, git işine. Benim şuncacık aklım var zaten onu da sen alacaksın!” Eliyle gösterirdi bir de. “Yok ya o kadar değildir,” der dalga geçerdi abisi. Ah, o ağız dalaşları… Ne çok gülerdi! Ondan mıdır nedir, hiç çıkmıyor aklından. Arkadaşlarıyla oynayan bir çocuk, ayakkabısının açılan bağcıklarını bağlamak için yanına oturdu; oturmasıyla kalkması bir oldu, lokma yer misin demesine kalmadı.
Birdenbire… Hiç haberleri yokken… Bir ikindi vakti … Çay içip hoşbeş ederken… salıncakta sallanırken… Boom! Böyle bir şey işte hayat. Bir anda boom! Gördü, yaşadı o çocuk haliyle.
Çakılıp kaldı buraya da. Füsun’a bir mesaj mı yazsa geç kalırsa beklemesinler. Etrafına bakındı, birini görse verecek lokmayı. Öyle herkese de verilmez ki…
Kışın kıyametin ortası… İçinde ne fırtınalar koptuysa… Bir patırtı gürültü, şangur şungur sesler... Baktılar ki annesi… Odada ne var ne yok indiriyor aşağıya. O nasıl bir güç nasıl bir kuvvet Allah’ım!.. Hiçbir şeyciği kalmadı abisinin. Her şeyi aşağıda karların üzerinde. Kimsecikler durduramadı, yok! Şuncacık zaten deyip durduğu aklı iyice uçuverdi. İyi ki gitmiş de almış o plağı eşyaların arasından, saklamış. Çocuk aklı işte. Saklasa ne olacak saklamasa ne? Odasına gelen, onu gören mi var? Abisi ona da dinletir, bakmasına izin verirdi plaklara. Anlamıyordu pek bir şey gerçi. İngilizcesi mi vardı o zaman? Hava atıyordu arkadaşlarına.
Ah Ağrı ah, yerle bir olasın inşallah! Gün yüzü görmeyesin! Onca börtü böcek, çiçek, taş, toprak yetmedi sana. Yetmedi, doymadın da gözünü insana mı diktin? İnsana mı susadın sen?
Hava çok soğuk değil ama çok üşüdü. Ellerini, önce birbirine sürttü, ardından cebine soktu ısınsın diye fakat ısınmayacak, biliyor, bu üşüme başka çünkü. Kendi kendine büyümenin üşümesi. “Bilgisayar mühendisi olunca Amerika’ya gideceğim,” dedi. Yazık babacığı da ne yapsın, zavallı. Kiminle uğraşacağını şaşırmış. Mahcup, üzgün… “Git, kızım git. Sana da anne baba olamadık, hakkını helal et.” Elini avucunun içine aldı, okşadı, gözleri doldu. “Bizden sana fayda yok. Git, kur hayatını.” Kalktı, gitti. Gitti de ne oldu? Ne olacak, döndü geldi kürkçü dükkanına. Dünyanın öte ucuna gidince insanın ızdırabı azalmıyor mu sanki? Nerdeee? Artıyor daha çok, geride bıraktıkları da yük olup biniyor insanın omuzlarına. Taşı taşıyabilirsen bakalım!
Lokmaları kenara koydu. Bari kurtlar, kuşlar yesin. Karşıya geçti tekrar, lokmacının kartını aldı.
Düşle gerçek yer değiştiriyor. Gerçeği düş oluyor insanın. Kaldırabileceğinden çok olunca yük, insan o halüsinasyona sığınıyor. Izdırap ancak öyle son buluyor. Başka türlüsü mümkün mü? Mümkünse de… En azından annesi bilemedi, beceremedi başka türlüsünü. Mutfak penceresinden sofra bezi silkeler gibi silkeleyiverdi zihnini, kurtuldu. Hiçbir şey bırakmadı orada, Gül’ü bile… Oh, tertemiz mis!
Telefonunu buldu çantasından, babasını aradı. “Alo, babacığım nasılsın? İyiyim, iyiyim ben de. Bak ne diyeceğim, hiç düşünemedik, aklımıza geldiği yok! Abim için hafta sonu lokma döktürelim mi? Yok, yok rüyama gelmedi de öyle içimden geldi. Annem ne yapıyor? Oturuyor mu camın önünde, bekliyor mu yine? Yaa, son ilaçlar da fayda etmedi desene… Tamam, tamam ben ayarlıyorum, lokmacıyı. Öpüyorum ikinizi de.”
Arabasına yürürken kulaklığını taktı, şarkısını açtı, dinledi.
**Here comes the sun, here comes the sun. And I say it’s all riğht. Little darling,it’s been a long cold lonely winter.
Ayşe Saban Topuz
* (The Beatles şarkısı)
**İşte güneş açıyor, işte güneş açıyor. Ve ben, her şey yolunda diyorum. Miniğim benim, uzun soğuk yapayalnız bir kış oldu.
Kommentare