Yan masadaki adam, “Mars ol! Mars ol diyorum sana, mars ol!” diye bağırıyordu. Karşısındaki ise, “Ama mars olmak için çok geç. Taşları toplamaya başladım artık.” diyerek adamın bu saçma yakarışına anlamlı bir açıklama getirmeye çalışıyordu. Zavallının haline üzülmüştüm. Bir kol mesafesindeki tavlaya şöyle bir göz ucuyla baktım. Hakikatten de adamın mars olmasına imkan yoktu. Taşların yarısını toplamaya başlamış, kalanını da ritmik hareketlerle toplamaya devam ediyordu. Bakışlarım istemsizce ahşap zeminden az önceki hezeyanın sahibine doğru kaydı. Hâlâ daha rakibini yenme derdindeydi ve inanılır gibi değildi. Adamı baştan aşağı iyice bir süzdüm. O bunun farkında olmadı. Beni görüp görmediğinden dahi emin değildim. Söz konusu şüpheden kurtulmak için hafifçe öksürdüm. Yansıması tepkisizlik olmuştu. Ben de şiddeti artırdım. Adam ısrarla gözlerini tavla tahtasından ayırmıyordu. Böyle olmayacaktı: “Eee, ne var ne yok? Bırakın şunu da iki kelime laf edelim yahu” dedim. Etraftaki ağaçlara, diğer üşütüklere ya da başka herhangi birisine bakarak söylememiştim bunu. Adamın kulağının dibindeydim ve beni duymamıştı. Israrla mars edilmeye çalışılan arkadaşım ise alaycı bir gülümsemeyle bana bakıyordu. Mars olması değil ama mars etmesi an meselesiydi. Buradaki en yakın dostum olmasına rağmen taraf değiştirmek zorundaydım çünkü saniyeler içinde kazanacağı oyunun sonunda kopacak fırtınada yara almak istemiyordum. Sonuçta sabahın ilk saatleriydi. Kahvaltımızı yeni yapmış, ikinci bardak çaylarımızı yeni bitirmiştik. Güne iyi başlamıştık yani. Gökyüzü bulutsuzdu. Güneş ısıtıyordu. Hafif hafif esen rüzgâr çok iyi hissettiriyordu. Artık daha fazla dayanamayacaktım. Oyunun fişini çekiverdim:
“Zabıta!”
Bunu dememle birlikte Rüştü tavlayı kapıp kolunun arasına sıkıştırdığı gibi bir anda toz oluverdi. Saniyeler içinde yok olmuştu. Nereye gittiğini dahi görememiştim. Ama önemli olan bu değildi; önemli olan, oyunu bitiren düdüğü benim çalmış olmamdı. Felaketi önlemiş; yağmur yüklü kara bulutları tek bir el hareketimle dağıtıvermiştim. Şimdi yüzümde zafer dolu bir ifadeyle oturuyor olmalıydım. Ancak birkaç dakika önceki düşüncelerimden zerre eser yoktu. Mahcuptum. Nevzat’a bakamıyordum çünkü ne diyeceği dünden belliydi:
“Yazık değil mi adama? Ne diye korkutuyorsun zavallıyı?”
“Zavallı mı?”
“Öyle tabi. Adam nasıl da korkup kaçtı. Sen de gördün.”
“Gördüm. Ben de buradaydım evet. Ama siz de ikazlarıma aldırmadınız ne yapayım. Görmemezlikten geldiniz beni. Sanki çok heyecanlı bir oyunmuş gibi…”
“….”
“Adamı mars etmene son otuz saniyeydi. O andan sonra havalanacak roket Mars’a inmez; bizim kafamıza düşerdi. Bunu sen de biliyorsun.”
“…”
“Ne bakıyorsun öyle? Haksız mıyım? Ortalığı birbirine katacak ve biz onun yüzünden bütün bir günü içeride geçirecektik.”
Konuşmamız, voleybol oynamaya çalışan ancak bir türlü başaramayan bir tayfanın çeşitli el kol hareketleriyle bizi oyunlarına davet etmeleriyle bölündü. Biz de sonra katılacağımızı ima eden bir hareketle karşılık verdik. Çok komik görünüyorlardı. Bir süre onları seyrettik. Küçücük bir şeyden devasa alev topları yaratmakta ve bunları acımasızca birbirlerine savurmakta üstlerine yoktu. Onca zamandır burada olmamıza rağmen hâlâ daha zavallıların haline üzülüyordum. Gerçeklikten sıyrılmış bambaşka bir dünyanın sakiniydiler. O dünyanın denizleri hep dalgalıydı. Yolları her zaman, normal bir insanın bakmaya dayanamayacağı uçurumların sınırında uzayıp gidiyordu. Sendeledikçe düşüyor ama her zaman yukarı tırmanmasını biliyorlardı. Tuhaf insanlardı yani. Yanımdaki boş sandalyeye takıldı gözüm. Arkadaşımı bulup gönlünü almam gerektiğini hissediyordum. Hem belki Nevzat’la ikisine yeni bir maç ayarlar, hatamı telafi ederdim. Hatalı olduğumu da böylelikle kabul etmiştim işte. Sonuçta giriş kapısında “Melankoli Tımarhanesi” yazan bir yerde yaşıyorduk; saçmalıkları akılla bağdaştırmanın yasak olduğu bir yerde.
“Size yeni bir maç ayarlarım.”
Yüzüme bakmıyordu. Demek hala kızgındı. Israr ettim.
“Sana diyorum. Yeni bir maç ayarlayacağım Rüştü’yle.”
Bir şeyler söylemek istiyor da söyleyemiyor gibi bir hali vardı. Gözlüğünü çıkardı. Gözlerini kaşıdı. Sonra yine taktı.
“Ne söyleyeceksen söyle.”
“Buradaki insanların hayatına karışamazsın böyle…”
“…”
“Kafana estiği gibi hareket edemezsin…”
“…”
“Herhangi bir rahatsızlığımız olmadığı halde buradayız. Burada yaşayabiliyoruz. Ama unutma ki burası bizden önce onların. … Dışarıda yapamadığını burada yapmak istiyor; kuralları değiştirmeye çalışıyorsun. Ama olmaz. Her istediğinde masayı öyle gönlünce deviremezsin. … Adamla dalga geçtin. Hikayesini dinlemiştin. Bölük pörçük de olsa anlatmıştı bize hayatına dair bir şeyler. Dışarıdayken işportacılık yaptığını biliyordun ve bunu, günün kötü geçmesin diye kullandın. Adamı korkuttun…”
“Hayır öyle değil. Dedim ya, oyunu sen kazansaydın; hem de tek bir taş dahi toplamasına izin vermeden, dünyayı başımıza yıkacaktı. Doktorlarla hemşireler yanımızda bitecek, iki saat adamı sakinleştirmeye çalışacaklardı. Sonra hepimiz hoop içeri. Onlar öyle diye biz de hasta taklidi yapmak zorunda kalıyoruz. Bazen onlardan biriymişim gibi hissediyorum.”
Uzun uzun yüzüme baktı. O kadar uzun baktı ki, bir süre sonra kafamı başka yere çevirme ihtiyacı duydum.
“Sendeki bu değişimi aklım almıyor artık. Buraya geldik geleli bambaşka bir insan oldun. Bu insanlar bu şekilde yaşıyor, çünkü hastalar. Senin asıl unuttuğun şey bu işte. … Burada bir hakimiyet kurmak istiyorsun. Yüzündeki alaycı ifadeyi görmedim mi sanıyorsun. Seni burada tutan şey ne peki? Pekâlâ da gidebilirsin. Hadi hemen şimdi topla eşyalarını ve git. Bana bak Aziz, beni iyi dinle; sen gidebilirsin ama onlar gidemez. Burada sürgündeler. Onların başka seçenekleri yok ama senin var; sen kendi kendini tecrit ediyorsun ve bunu yapmayabilirsin. … Oynanan tavlaya dahi müdahale edecek noktaya geldiysen çık git bir an evvel. Buranın kurallarını sen koymadın, değiştiren de sen olmayacaksın. Anlamıyor musun bunu? Neden burada olduğumuzu unutma; işimiz gereği buradayız biz. Yapmamız gereken tek şey gözlemlemek ve not tutmak. Bu kadar. Buradaki hiç kimse tek bir dünyanın içinde yaşamıyor ve sen bu evrende tuhaf bir şekilde hakimiyet kurmaya çalışıyor gibisin artık.”
“Burada olma amacımızı senin kadar ben de biliyorum herhalde. Ne demeye hatırlatıyorsun…”
“Hatırlatıyorum çünkü …” Anlam veremediğim bir şekilde başını masaya doğru eğerek etrafına bakındı ve bu defa sesini alçaltarak devam etti, “çünkü bazen onlar gibi davranıyorsun.”
“Nasıl yani?”
“Onlar gibi işte.”
Kafam karışmıştı. Ne dediğini anlamıyordum.
“Anlamıyorum Nevzat. Ne demek istiyorsun?”
“Yahu diğerleri gibi delirdiğini düşünüyorum işte.”
“Delirdiğimi mi? O kadar tuhaf mı davranıyorum yani?”
“Evet. Bazen.”
Nevzat durgun suya taşı fırlatmış ve bütün suyu bulandırmıştı. En baştan alıp düşünmeye başladım. Buraya ne zaman ve neden geldiğimizi; o günü en küçük detayına kadar hatırlamaya çalıştım. İki yıl önceydi. Kasım’ın ortaları. Çok soğuk bir gün değildi çünkü dışarıda voleybol oynuyorlardı. Elimizde iki büyük bavulla, gıcırdayan paslı kapının eşliğinde içeri girdik. Hepsi bir anlığına dönüp bize bakmış, sonra umursamaz bir tavırla kaldıkları yerden devam etmişlerdi. Biz daha bir adım atamadan Doktor Harun yanımızda bitiverdi. Harun bizim arkadaşımızdır. Buraya onun izniyle geldik. O olmasaydı mümkünü yok, bu araştırmayı burada yapamazdık. Binanın kapısına gidene kadar bir şeyler konuştuk. Havadan sudan şeylerdi herhalde. Hatırlamıyorum. Harun bizi kalacağımız yere götürdü. Dört kişilik geniş, ferah bir odaydı. Pırıl pırıl görünüyordu. Açık renklere boyanmıştı. Eşikte durup odaya baktığımız bu anı düşünüyorum da, tuhaf bir şekilde o âna kadar omuzlarımda taşıdığım tüm o ağır yüklerden kurtulduğumu hissetmiştim. O zamana kadarki hayatım türlü zorluklarla, hep ama hep tökezleyerek geçmişti. İpleri ne zaman elime aldığımı düşünsem her şey tepe taklak oluveriyordu. Ne zaman mutlulukla gözlerimi kapayıp yüzümü güneşe dönsem, açtığımda bambaşka bir dünyayla karşılaşıyordum. Üzüntüyle, mutsuzlukla yoğrulmuş bir hayattı benimkisi. Türlü bıkkınlıklarla doluydu. Ne kadar çabalasam da sonunda ayağıma dolanan ve yere kapaklanmama sebep olan durumlardan kurtulamıyordum bir türlü. Sonu gelmeyen düş kırıklıklarıyla dolu bir perişanlığın peşine takılmıştı benim hayatım.
Sonra iki hemşire geldi yanımıza. Harun bizleri tanıştırdıktan sonra yanımızdan ayrıldı. Her ne kadar gerek olmadığını söylesek de hemşireler eşyalarımızı dolaplara yerleştirmemize yardımcı oldular. Bu da bitince onlar da gitti. Yalnız kalmıştık. Buraya dair her şeyi en ince ayrıntısına kadar merak ediyor olsak da, bir parça da olsa kaygı duymuyor değildik. Çok uzun sürmemişti ki, içeri biri girdi. Gelen Rüştü’ydü. Kendi kendine bir şeyler mırıldanıyordu. Bizleri görmüş ama hiçbir şey söylememişti. Nevzat’la birbirimize baktığımız o kısacık ânı çok iyi hatırlıyorum. Tereddüt, tedirginlik, kaçıp uzaklaşma isteği, paçamızdan tutup geri çeken merak; hepsi o iki saniyelik küçücük anda belirip kayboluvermişti. … Şimdiyse, kaç yıldır burada olduğumuzu hatırlayamıyorum artık. Dışarıdaki hayatımız, yoğunluğu her geçen gün artan kalın bir sis perdesinin ardında kaldı sanki. Öte tarafı görmek artık çok zor. Ve bu dünyada kimin kime benzediğini ya da benzemediğini anlamak çok güç. Hafızam yorgun bir kuş, bir at, uzunca ve de sabırlı bir ağaç dalı. Buraya neden geldiğimizi hatırlamıyorum artık.
“Yahu Nevzat…”
Nevzat gitmişti. Yoktu. İrkildi. Etrafına baktı. Elleriyle kulaklarını yokladı. Ses… Sesler… Aralarında Rüştü’nün de olduğu voleybol oynayan grup kendisine sesleniyordu:
“Azizzz. Heey Azizzz! Gelsene ya. Hadi gel seni bekliyoruz.”
“Geliyoruuum.”
Ayşem Dur
Comments