Öykü- Ayhan Kavcı- Rumelihisarı Blues
- İshakEdebiyat
- 29 Mar
- 11 dakikada okunur
Oraya vardığımızda taksiciye sahildeki büfenin önünde durmasını söyledim. Boğazın karşı kıyısındaki tepelerin üstünde yükselen Ay gülümsüyor, herkese merhaba diyordu. El ele tutuşup büfeye yönelmişken etrafta hemen her yaştan bir sürü insanla göz göze gelmiştik. Herkes eğleniyordu ve o enerji bizi daha bir gayrete getirmişti. Büfenin arka tarafındaki lokantada birisi bize seslenmişti. Yanına gitmemiz için işaret ediyordu. Niyeti birlikte yiyip içmekti. Fakat planımda o lokantada oturmak yoktu. “Bir bank bulup oturacağız ve geçen gemileri seyredeceğiz,” dedim sevgilime. Kafası kırık görünüyordu. Ne dediğimi anlamamış olsa gerek, itiraz etmedi. Oturduğumuz bankın az ilerisinde sarhoşlar kümelenmişti. Aralarında genç yaşlarda iki paçoz kadın da vardı. Gruptan biri ateş arıyormuş numarası yapıp yanımıza ilişmişti. Altı kişiden hiçbirisinde ateş çıkmayışını görmezden gelecektim. Başlama tuşuna basmanın keyfini yaşıyordum.
Ellili yaşlarını süren kirli sakallı adam öncesinde sırıtıp Nergis’e hitaben konuşmaya yeltenmişti. “Yanılmıyorsam,” diyordu, “üzerinizdeki bir gelinlik, öyle değil mi?”
Cevaplaması için Nergis’e bakıyordum. O an her türden laf sarf edebilirdi ve bu, her türden diyalog kontrolüm dışında gelişebilir demekti.
Bacak bacak üstüne attıktan sonra sanki zoraki konuşuyormuşçasına yüz kaslarını germiş, “Bugün giyecek başka bir şey bulamadım; kusura bakma,” diyebilmişti.
“Fakat şapka! Şapkayı unutmuşsun,” dedi zıvana. Üstü başı pejmürde görünüyordu. Uzun, kemikli yüzü, kocaman siyah gözleri, kalın kaşları, seyrekleşmiş yağlı saçları, mısır tanesi gibi görünen seyrek dişleriyle önümüzde baştan aşağı kocaman, siyah bir pelerin gibi kımıldarken sağa sola savruluyordu.
“Herhalde düşürmüşüm, telaştan olsa gerek.” Peşinden de ekliyordu sevgili karıcığım. “Hem, ona şapka değil, duvak denir!”
Sakallı herif arkadaşlarının yanına gittikten hemen sonra geri dönecekti. Arkasında bir şey saklıyordu ve Nergis’in karşısına geçtiğinde sırıtışını daha da abarttı. Sonrasında ani bir hareketle sakladığı şeyi gösterdi. Bunu yapar yapmaz Nergis’e yöneldi ve elindekini gelinin başına takma izni kollarken büyük bir abartıyla kıza reverans yaptı. Eğlence olsun diye yanında getirdiği şey eski püskü, büyükçe bir hasır şapkaydı. Üzerinde küçük küçük delikleri olan saman rengi şapka, kenarı bordo renk ince bir şeritle çevriliydi ve bir kenarından da kırmızı karanfil sarkıyordu. Geniş hasır şapka Nergis’in yüzünü küçük gösterse de hemen oracıkta onu bambaşka biri kılmaya yetmişti. Küçük bir rötuş Nergis’i o sarhoştan kıskandırdı. Ansızın bir rekabet başlamıştı.
“Şapkasız olmaz!” diyordu sersem, “yoksa kafandakiler uçuverir. Hele ki böylesine anlamlı günde kafanın içinde kotardığın o şeyler sanırım önemli?”
Nergis gülmekle yetinmişti. Sonra bir şeyler geveleyerek karşılık vermesi gerektiğini hissetti, “Kafam bomboş,” diyerek bana baktı.
Adam çıldırmıştı. “O halde dolduralım onu!” Cebinden büyükçe bir şişe çıkaracaktı. Elindeki kaliteli bir kanyaktı. Hava kanyak için uygun sayılmazdı fakat mideye kaliteli şeylerin damlatılması, her şey bir yana, hastalıklara, evet, her şey bir yana, komplekslere iyi gelirdi.
“Önce geline, diyordu savruk serseri ama şişeyi ağzına diktikten sonra bize uzatmıştı. Bu samimiyetten rahatsız olmam gözünden kaçmadı. Ve şöyle dedi. “Hepatit’im, AİDS’im, çerezim cerezbeletim yok, tasalanmayın! Son paramla ancak bunu alabildim.”
Konuşurken sallayıp durduğu şişeyi gösteriyordu.
Sonrasında... sonrasında arkadaşlarına dönüp seslenmişti, eğlence olduğundan söz edip onların da aramıza katılmalarını istiyordu. İstekten de öte, sesindeki o tonlama tıpkı bir emir gibiydi. Etrafımızı çevreleyip sağımıza, solumuza doluşmuşlardı. Bazıları iyiden iyiye soğumuş betona oturmaktan sakınmıyordu. Kanyak halihazırda içlerini ısıtmıştı.
En sarhoşu bir ara boş bulunup, “Ne bok yemeye kalkıp evlendiniz,” diye bağırdı.
Söyleyecek söz bulamadığımız için sorusu cevapsız kalan dut, aynı nükteyle öttürmeye devam ediyordu boruyu. “Ne bok yemeye kalkıp evlendiniz?!”
Bu kez ince bir nokta, bir nüans yaratacaktı. Sonuna ‘ha’ katacaktı ve kafasını yirmi yedi derece yan yatırıp bize öyle bakacaktı.
Ona, “Benim için üzülme; ihtiyacım olan her şey elimin altında,” gibisinden bir laf etmiştim. Bu sözlerin ateşe olağanca güçle üflemek gibi etki yaratacağını bilemezdim. Hangimizin daha büyük espri gücüne sahip olduğunu ortaya çıkaracak bu sözüm düğün yerindeki herkesi güldürmüştü. Demek ki diyordum içimden, bu puştlarla aynı frekanstayız. Onlara karşı haksızlık etmemelisin. Hem, sen değil miydin birkaç sarhoşla taşa oturup karnını ağrıtmaya niyetlenen.
“Evlilik nasıl bir his?” demişti kadınlardan biri. Bunu Nergis’e sormuştu.
“Zaten uzun süredir evliydik, farklı bir şey hissetmiyorum,” diyordu sevgili karıcığım. Neler de söylüyordu, hani.
“Anladım,” dedi kadın. Sonra, “Biliyor musun; buna bakılırsa aslında ben de evli sayılırım,” diye devam etti.
“Ben öyle düşünmüyorum ama,” diye çıkışan sarhoşlardan biri böyle söylerken sanki karakola götürülmek istenen, fakat bin bir gayretle direnen kişi gibi savuracaktı bedenini.
Aralarındaki tartışma ilerleyince o adamın sevgilisi olduğunu fark ettiğim dermansız kadın, “Elbette düşünmezsin! Bir sevgilin varmış gibi davrandığın gün oldu mu senin, ha?” diyerek saldırdı. Sanki bin yıllık sırrı açığa çıkarırcasına titremeye başlamıştı. Sonra… Sonra, sarhoş erkeklerden bir başkası zavallıya diklendi.
“Hey hey, dur bakalım! Onun neler yaşadığını biliyor musun?”
“Ulan bu herifle her saat yaşayan benim! Ben bilmeyeceğim de kim bilecek,” gibisinden bir haykırış koptu.
“Hoop!... Ağır olun biraz! Bugün bizim düğün günümüz. Tartışma istemiyoruz,” diyerek gürültü çıkarmaya meyledenleri bastırmaya yeltendim.
“Söylesene birader,” diyordu az öncesinde kadına çıkışan serseri. Soruyu bana yöneltmişti. “Hiç karını aldattığın olmadı mı senin?”
Balyozu kafama yemiştim işte. Gluk bluk gluluk ...
“Bu gibi durumlarda Ryly ne der, biliyor musun?” diyerek kıvırmayı deneyecektim.
“Siktir et şimdi Ryly’yi de söyle! Karını hiç aldatmadın mı?”
Bu lafı yeniden duyunca bir güzel yutkunmuştum. Fakat hiç hesapsız, cevabı bastım, “Evet, aldattım. Hem de birkaç kere.”
Nergis’in kulağına eğilip anlatmaya çalıştım, “Herifi savsaklamak için böyle dedim canım aslında bu doğru değil.”
Bu sırada adam diğerlerine dönerek şöyle diyordu, “Gördünüz mü, bunu yapan sadece ben değilmişim işte.”
Sonra sevgilisine baktı. “Biz erkekler böyle yaratılmışız güzelim, o kalın kafan neden bunu almıyor?”
Kahrolası serseri, önümüz sıra dikilmekteyken kadına bakarak öfke içinde tepinip durmayı kesmedi. Yerde kımıldamadan oturan zavallı, harikulade bir refleksle elindeki bira şişesini adama doğru salladı. Herifin üstü başı bira olmuştu.
“Siz erkekler yalancı birer pisliksiniz,” deyip büyük bir gürültü koparmıştı. Oradaki herhangi birimizi boğmaya kalkışacak kadar gergindi.
***
Sarhoşluktan kurtulamayan arkadaşların olmuştur; oturdukları evleri bilirsin. Gençken yaşanır bunlar. Apartmanın ya bodrum ya da çatı katında kalırlar. Bu zor şartlara genç olduğun için katlanırsın. Belki de bir şeyler yaşayacağını sanarak ya merdiven çıkarken nefesin kesilir ve bacak kasların fırlayıp kopacak sanırsın ya da evde oturdukça içine sanki su pompalandığını, bodrum katın bütün neminin bedenin tarafından emildiğini ve içlerinin suyla dolduğunu hissettiğin kemiklerinin sızısıyla kıvranır durursun oralarda.
Belki de o dairenin sakinleri bu yüzden hep sarhoş. Eğer bir sünger olmayı başarabilmişsen ne fırlayıp kopacak bir bacak kasın ne de sızlayıp duran kemiklerin olur, ha.
Buraların en eğlenceli yeri mutfaktır. Mutfakta bir masa varsa bu minicik bir tahta masadır ve başına geçip oturduğunda, hele yanına bir başkası da gelip oturmuşsa, patlayacakmış gibi hissetmeye başlarsın. Yanındakinin eli ayağı sana temas ettikçe huylanır durursun. Masadakinin hangi şişeden çıktığını anlaman da kolay, orada yapışık durmanız gerektiğinden turşuyu koklamak kolaydır hakikaten. O dar alanda garip kokular duymak kaçınılmazdır.
Bazen masaya tanımadığın bir kız gelip oturur. Erkekleri henüz uyanmamışlardır. Midesi kazındığı için mutfağa teşrif ettiğini öğrenirsin. Bu kızlardan bazıları bir plağın üstüne dökülmüş baklava kırıntısı gibi kokar. Hayır hayır, bu tabir o kokuyu tam betimlemiyor daha ziyade kan pıhtısı gibi... Tabii ona bir garip koktuğunu söylemeye cesaret edemezsin. Bunu söylemektense önündeki masa örtüsü niyetine serilmiş gazete kâğıdını incelersin. Orada mutlaka ama mutlaka bikinili bir kadının fotoğrafı vardır. Bisiklete binmeye çalışıyordur hani. Bazı fotoğraflarda bisiklete binmeye çalışan bu kız kırmızı-beyaz, fırfırlı bir mini etek giyer ve bir bacağını hafifçe yukarı kırdığı için aradan bir yerden beyaz külotu görünür. Biri masada kahvaltısını yaparken bu frikiğin üstüne mutlaka yumurtasını damlatmıştır. Bazen o fotoğraf bir yumurtayla gölgelenmeyip bir bunalım, bir daralma anında, içsel cinsel ulumaların frenlenemediği o dakika evin delikanlılarından biri tarafından parmaklanır; yırtıktır ora.
Ve belli belirsiz bir hormon kokusu yayan yaklaşık elli, elli beş kiloluk östrojen cevheri henüz peynire uzanmamışken sigarasını çıkarıp yakar. Sen yumurtanı yemekle meşgulken östrojen kokusu dumanı üstüne üflemeyi marifet sayar. Hayır, burnundan solumazsın o sıra kızın külot giyip giymediğini düşünürsün. Kıçından düşen gri renk eşofmanın altında kendisi mi var, yoksa araya beyaz ya da başka bir renk ısıtıcı mı sıkıştırılmış merak edersin.
Gece kiminle yattığını, oral mı, banal mı takıldığını düşünür durursun. Bu sırada kız kibrit çöpü gibi görünen o parmaklarıyla çatalı tutarak masadaki zeytine, peynire bulaşacaktır. Çatalıyla ne kapmışsa -tabii bunu becerebilmişse- ağzına götürecek, sonrasında da sigarasından bir fırt çekecektir. Hihirtili bir sesle sana dönecek, gece iyi uyuyup uyumadığını soracaktır elbet. Cevaplamazsın. Öyle davrandığın için hemen oracıkta sana sinir olur. Sana veya bir başkasına sinir olması kolaydır. Onu iplemediğini düşünür. Oysa o savruk haliyle bile seni kendisine kilitlemesini bilmiştir. İçeride yatan erkekleri hatırlar, gece onu kimin siktiğini düşündükçe ufalırsın masada, onun yanında.
Mutfakta ufalır, bir ekmek kırıntısı olursun anlıyor musun? Ve hasımlarından biri az sonra yanına gelecektir, sakin kal ve korkma. Kendi içsel gerilimine kapılır, oracıkta koyverirsen kaybedeceğin yazılıdır. Kafasını kaşıyordur mutlaka, sana fazla yaklaşmışsa kaşınmaya başlar. Yüzünde pis bir sırıtış vardır ve o pis sırıtışı suratından hiç silinmeden kızın saçlarından tutup çekmeye yeltenir. Sadece şaka yapmak, bir parça takılmaktır niyeti, gel gör ki şeytanın canını yakmıştır. Kız bundan fevkalade rahatsız olduğunu bedensel bir şiirle gösterir. Saç köklerinden aldığı uyarı sonucu vücudunun her yeri bir parça kendine gelmiştir şimdi ama sabahları huzursuzluk çıkardığında kız kendisine daha fazla değer verileceğini bilir. Bunu öğrenmiştir ve kuralı hiçe saymak istemez, kükrer ve gerekirse eline bir bardak ya da bir tabak geçirip kırar. Diğer elinde belki bulabilmişse bir maşa vardır.
Akşamdan kalma sevgilisini uyardığı halde saçını çekiştirmeyi sürdürdüğünü görünce bu kez sersemin torbalarına dirsek geçirmeyi dener. İki büklüm olan sevgiliyle birlikte kız da az buçuk sarsılmıştır mutlaka ve bu sarsılma sigarasındaki külün zavallının çay dolu fincanına düşmesine yol açınca, artık çıldırır. Her şeyin ters gitmesi karşısında önüne geleni tekmelemeye başlamıştır.
“Siktiğimin Emre’si! Senin yüzünden kahvaltı bile edemiyorum!”
Erkek o tepkiye burun kıvırmışken gidip buzdolabını açar. Daha ilk dakikada bir bira devirip güne merhaba demektir niyeti. Buzdolabında bira kalmadığını görünce kavgaya tutuşacağı kişiyi düşünür. Aşağıya kimin inip bira ve diğer öteberileri alacağı şimdi gerçek bir sorundur. Kimse dükkâna gitmek istemez. Sen pekâlâ da gidebilirsin fakat o ‘gablaklara’ bu kıyağı yapmak içinden gelmiyordur. Bunu onlara söylemezsin.
Mutfağa ilk gelen erkek hâlâ arka odada uyuyan diğer hemcinslerinin yanına dönüp onları tekmeleyerek uyandırmaya çalışacaktır. Onlar genelde yer yatağında yatmaya meraklıdır. Bu yüzden insanda tekme atma güdüsü uyandırdıkları doğru. Orada öyle malak bir halde yatarlarken insanın içlerinden birine tekme sallamaması için gerçek bir deli olması gerekir.
Tekmeden sonra yerdeki bir yaratık gözünü zar zor açarak bakacaktır. O sırada önünden bir hamamböceği geçmektedir. Ağır ağır evinin yolunu tutmuşken rastladığı boş Efes şişesini şöyle bir koklamaya yeltenir böcek ve ıhh, der, bu benim tadabileceğim bir nimet değil!
“Kalk!” diye bağırır ayakta dikilen soluk yüz. “Aşağıya inip birkaç şişe bira al!”
“Imm... ben alamam.”
Sıra daha ötede yatan bir diğerindedir. O çoktan uyanmıştır ve ayağa kalkıp kalkamayacağını düşünüyordur. Odada dikilip sağa sola komut verene bakarak defolup gitmesini söyler.
Sonra, mutfakta bıraktığımız kız odaya girer. Yer yatağında yüzüstü yatan erkeğin üzerine kapaklanır ve elini herifin eşofmanının içinden orasına burasına değdirerek salatalık turşusunu arar. Bu sırada başucunda dikilen diğerine yatağın arkasında henüz açılmamış şarap şişesi olduğunu söyler. Bu lafın üstüne neşesi yerine gelen ayaktaki delişmen onları rahat bırakıp gidince diğer ikisi kızı aralarına alıp anatomi çalışmaya başlar.
Şişelerin arasında östrojen kokusu koklayarak can bulan bu ‘tensel mutluluk cenneti’ dışardan bakan birisine ucuz ve sahte bir cennetmiş gibi görünür.
Pahalıya patlayacak olan şey, bu insanların bir gün büyümek zorunda kalışlarıdır. Büyümek, sabah erken uyanmak ve işe gitmek… Bu hayat onlara pahalıya patlayacak ve Rumelihisarı’ndaki şu uzak dost sarhoşların yaşlarına ulaşabildiklerinde Boğaz’dan geçen gemilere bakmaktan başka bir şey gelmeyecektir ellerinden. Ve Boğaz’dan geçen gemileri görmekten başka bir şey geçmeyecektir gözlerinin önlerinden. Ve sadece düdüğü duyacaklardır, geçmişte kayda değer herhangi bir şey duymamış bu kulaklar düdüklerin eğlendirmesiyle vakit geçirir ve şarkı söylerler.
Kimisi, kaptanı olsaydım bu geminin demiştir. Kimisi içinde bir yolcu kaçıp kurtulmaktan falan söz etmiştir. Kimisi kaderinin duvara tosladığı konusunda dürüst davranacaktır o kaldırımda tıpkı erkeğini birasıyla yıkayan o sevimli kadın gibi.
Birasına gözyaşı damlatmaya ne yapsa engel olamayan o kadın aslında umutsuz değildi. İlkin serseri ruhlu bir sarhoş sevgili tarafından düzüldüğünde bile umutluydu o. Umutsuz olan onların yaşamlarıydı. Umutsuz yaşamlarına umutla söz dinletmeye çalışan bu masum insanların diyebilirim ki dikkate değer tek yetenekleri umut etmekteki alabildiğine renkli çırpınışlarıydı. Onlarda yanlış bir şey yoktu. Yanlış olan diğer vida somunuydu. Dübel mi diyorlardı? Dübel gittikçe daraldı. Daraldı, daraldı, daraltıldı. Daraltılmışlardı ve onlar bu dübele sığamadı. Hayatta aslolan şey sarhoş olup kardeş olabilmekti ve bütün bu zamanın bu akışın tadını çıkarmaktı. Hayatın tadını çıkarmaktı aslolan. Dübel küçüldü, küçüldü, küçüldü; hayatın kendisi oluverdi. Bir ambush oluvermişti. Hepimizi yutuverdi.
Orada, içkinin yaktığı ateşli suratlarımızı yalayan serin rüzgâra tutunup bu doğal yatıştırıcıyla bir parça şifa bulurken, arkamızda vızıldayan canlı ve meşgul, meşgul ve umutsuz, umutsuz ve hiç durmayan, hiç susmayan dünyaya bu denli yakın-uzakken nasıl umutsuz olabilirdik. Doğanın ilaçlarına el açtığımızda -bu, bende martılara bakınca çok güçlü oluyor- tekrar yaşama umut bağlıyoruz ve yeniden içmemiz ve yeniden hastalanmamız ve yeniden martılar ve yeniden umut ve yeniden yağmurlar ve yeniden terk edilmişlik ve yeniden.
O girdabın akıntısına nasıl da sevdalısın, başka bir sevgiliye şöyle göz ucuyla bile bakmazsın …
***
Az ötemizde başka bir sarhoş savrula savrula bize doğru yaklaşmıştı. Yanımıza vardığında adamın beyazlar içindeki Nergis’i fark etmesi zor olmadı. Pantolon paçaları alabildiğine çamurlu, pantolonun bir köşesinden fırlamış gömlek, elinde bir köpeköldüren, arkamızdan dolanıp Nergis’in tarafına geçecekti. Ellerini kızın omuzlarına koymuş, bununla yetinmeyip zavallının dudaklarıyla burnuna da bulaşmıştı. Bir yandan da Ayı Yogi’nin şarkısını söylüyordu. O anlaşılmaz sarhoş aksanıyla aguk guguk birtakım sesler çıkararak bizimle konuşmak, belki eğlenmek istiyordu.
“Banna carşamma günnü evlenejeğini söölemijdin güjelim. Değmeg beği aaldattun!”
Bizi başkalarıyla karıştırdığı ortadaydı. Sorun şuydu ki, adam ne söylense duymuyor, dediklerimizi anlamıyordu. Sonrasında herkesi iyiden iyiye sıkınca artık kimse onunla ilgilenmedi. İlgisizlik karşısında daha bir kötü olunca midesindekileri gidip denize kustu.
Yanımıza döndüğünde bir parça düzelmişti. Sağdan soldan bir sigara bulup yaktıktan sonra tam önüme gelip oturdu. Uzun uzun Nergis’i süzdü. Leş gibi kokuyordu. Diğerleriyle aramızdaki muhabbet belden aşağıya odaklanmışken adam mırıltılarının ardında kendisiyle konuşur gibiydi, sonrasında garip bir üsluba meyledecekti. Kustuktan sonraki lafları daha akıcı ve anlaşılırdı.
“Ben...” diyordu, “tam üç kere evlendim. Şimdi bekârım. Dördüncüyü arıyorum. Dördüncüyü buralarda bulmak istiyorum. Belki de bu akıntıda...”
Akıntı dediği şeyle hemen önümüzde şıpırdayan Boğaz sularını kastediyordu. Gözü kapalıyken suyu işaret etmişti
“Goduğumun dünyası beni hiç anlamadı. Ben... insanları sevdim... kadınları sevdim ben. Birlikte yaşamak uğruna her şeyi, ama her şeyi yaptım. Hiç yapamayacağım şeyleri de yaptım; para kazandım. Tabii yaa... kumarda. Bir gün kaybettim. Ertesi gün her şeyi kaybettim. Hayat da kumardır haaa... Bakma onun şirin yanına; kumardır başlı başına. Ben insanları sevdim; sizleri sevdim. Ya siz n’aağptınız?”
Onu susturmaya yeltenmeyecektik. Öyle ki vicdanımız elimizi bağlıyordu.
“N’ağptınız siz? Seyrettiniz. Beni seyrettiniz. Sefilliğimi görünce halinize şükrettiniz. Sırası geldi, alay ettiniz. Bir sigara vermeyi bile çok gördüğünüz oldu. Aha söyleyeyim, ben yirmi yaşlarındayken cön gibiydim. Bir kadını sevdim, çöpe döndüm. Şimdi o Sıraserviler’de bir motelde.” Nergis’e bakarak, “Şimdi sen neredesin? Hah, kocanın yanında. Peki, kocan nerede? -ellerini birbirine çırpmaktayken- Kim bilir nerede? Cehennemin dibinde!” Sonra etrafına bakınmıştı. “Kim senin kocan? Hanginizsiniz? Çıksın ortaya!”
Beni işaret etmişlerdi. O hiç hesapsız manevrada bir hayli ürkmüştüm.
“Bak aslanım,” diyordu dizime bir şaplak vururken, “ben bütün paramı yedim. Sevdiğim kadın uğruna ha. Yanımda kalsın diye. Bir gün şansım yaver gitmedi. Çok büyük para kaybettim kumarda. Sakın kumar oynama! Sevmek başlı başına bir kumar -ayrı dava- Bak, belki de benden büyüksündür. Ağabeyim sayılırsın, kim bilir, çöktüm, yaşlandım ben. Biliyorum. Kırk bir yaşındayım ama doğru söyle altmış bir gösteriyorum, değil mi! Çekinme, he de. Biliyorum nasıl bir maymuna benzediğimi. Ben insanları sevdim, sizleri sevdim. Kuşları sevdim, her şeyi sevdim. Ama onlar sevmediler beni çünkü ben sarhoşum. Sarhoşum ben sarhoşlar sevmesini bilmezmiş. Sarhoşlar hep sarhoşmuşlar, kötülük düşünürlermiş hep. Sarhoş musun, hırsızsın, ha. Yapışır kalır o sana. Çiğneyip tüküremezsin belanı. Ama önceleri öyle değildim. Tamam, ben bir hırsızım ama önceleri değildim. Kimse ilk önce hırsız olmadı. Önce insan oldu ve arada da ben doğdum. Benim kafam basmaz pek ama biliyorum. Hırsız değildim. Sonraları da öyle olmayabilirim. Sigara verirsen hırsız olmam… Bana biraz şans lazım. Arada da bir parmak ğğam lazım. Belki bugün şanslıyım, şu elimde tuttuğum bir sigara. Yaygara da olabilirdi bunun yerine pekâlâ! Bana henüz lanet kusmadın ve ben bu mübarek temiz dakikalarım için tanrıya milyonlarca kere şükrediyorum. Yo, bu birkaç dakikaya sığmaz tamam, şimdi tanrıyı anacağım. Sana şükürler olsun Ya Rabbi, henüz burada tekmelenmedim. Ve hüüyytt buna şaşarım!”
O bankta dizlerimin tutmadığı hissine kapılıncaya kadar içmiştim. Nergis kollarımda sızmış, erkeğiyle arası iyi gitmeyen o kadın sonraki dakikalarda sırtını bize dönmüş, karşı kıyılara bakarken sessiz sessiz ağlamıştı. Bir 69 model Mustang gözümün önüne geldi, arabanın kapı kulplarına kafayı takmıştım. Oradan daha aşağılara inip lastikleri seyrettim. Zihnim o sıra bir eğlence yaratmanın peşindeydi. Lassa ile Goodyear’ın rekabetini hatırladım. İkisinin ilişkisi kulağımda kadınlarla erkeklerin rekabeti gibi tınlıyordu. Birkaç metre arkamdaki yoldan geçen arabaların tekerlekleri cızırdıyor, sesler ara sıra zihnimi bozuyordu. Gerçeküstücüleri düşünmeye çalıştım. Daha doğrusu onlar Hisar’a hücum etmişlerdi.
Breton’un Paris’te bir köprü üstünde karşısına çıkan kızlara çiçek uzatışını hatırladım. Ona sordum; o köprüde bunu yaparken evrene anlatmak istediğin şey ne? Onu tam anlatamadığının farkında mısın acaba? Kuşku yok ki ona soracaktım; başka kime sorabilirdim?
Sevgili Proust, diyordum, benim cilt sorunum ya da astımım, bağsurum yok; ama hayaletlerim var, peşimde birileri var benim.
Biliyorum, bunu Alan Poe’ya ya da Stephen King’e sormalıydım. Hey beyler! Evinizin yolunu tutmuşken ha bire karşınıza çıkan o hortlaktan siz nasıl kurtulmuştunuz? Matilda’yı, o kadını niçin bir şeytan kılmıştın? Söylediklerin doğru muydu gerçekten? Ve o adamın yaptıkları, onlar gerçek miydi Stephen?
Ve en yakınımdaki en uzak sarhoşa sormak zorundaydım.
“Arkamdan taksi falan geçiyor mu, moruk?”
Evimize gitmeliydik, anlıyor musun… Hangi ev diye sorma artık, bir ev olsun, ayaklarımızı uzatalım.
Comments