Oturduğun binanın yıkıldığını haberlerde öğrenince allak bullak oldum, ölüyordun, kendi cennetine gidiyordun. Kimden almıştın biletini, kim kesmişti, kim vize vermişti, hangi iyiliği yapmıştın da bu yolculuğa çıkıyordun, doğa olayı mı sebep olmuştu. Hangi titreşim sonrası fay kırılmıştı da sen, evinin içinde göçük altında kalmıştın. Ölmene izin veremezdim. Kendi çektiğim “acı” kadar sana çektirmeliydim.
Göçük altındaki yerini tespit ettim öncelikle. Kimse ulaşamıyordu sana. Gece gündüz demeden molozları çıkardım. Bu halimle görsen tanıyamazsın beni, ellerim kan revan içinde ulaştım, yaşıyordun, öyle sevindim ki, kahkahalarla gülmeye başladım. Yerimde duramıyordum, neredeyse göbek atacaktım ki, önce, kendimi tanıttım sana:
Ben öldürdüğün kızın annesiyim.
İzinli çıkmıştın. Avcı bıçağı aldın. Ankesörlü telefondan telefon edermiş gibi yaparken, kızımın telefon konuşmasını dinlemiştin. 4 km. takip etmene neden dalgalı saçları mı, beyaz kıyafeti mi yoksa, sıcacık çorba isteyişi mi?
Gözlerin fal taşı gibi açılırken; yakınımda duran “taşla” avcı bıçağını tutmuş parmaklarının canını, uzun uzun vurmama gerek kalmadan alıverdim, cansızlaşıverdi elin, diğerine dokunmadım. Üstün başın toz içinde, çaresiz halinle, sevdiğin insanlarına gösterdim seni.
Sonra sevdiğini düşündüğüm her bir kişiyi, gözünün önünde parçalara ayırdım, avcı bıçağınla yaptığın gibi... Keşke ölseydim dedin, çığlık çığlığa… Kurtuluşun olacaktı, izin veremezdim. Canından çok sevdiğin insanı da vurdum, vurdum, vurdum... Şuurun kayboluyordu acıdan. Ara verdim. Sürekli
Yapma!
Yapma!
Yap… diyordun…
***
Çerçeve satan dükkândan alınan resim, salon duvarının üst tarafına gözün göremeyeceği yüksekliğe asılı. Köşedeki saksıdaki difenbahya dışarıdaki çam ağacına kur yaparken, çiçeğin tozunu sildin, avuç içine çiçeğin özü bulaştı, telefon çaldığında ahizeyi tutan parmaklarından gözüne- ağzına bilemeden bulaştı, boğazında yanma, gözünde yaşarma meydana geldi.
***
Arkadaşların ısrarlarına karşın eve gelmek istedim. Anneme telefon etmek için büfeden birkaç jeton aldım. Dört ankesörlü telefon da doluydu, sırtı dönük adam konuşmasının bitirir bitirmez evimin numarasını tuşladım.
Çalıyor.
Alo anne, temizlik bittiyse geliyorum. Özleyince (Yemekte ne var diye sorarım)
Sen de çorba yaptım ocağın üstünde kaynıyor, dersin.
Annem tarafından “özledim” demenin bir yolu da, “fincana kahve koydum, gel,” şarkısını söylemekti.
***
Güvercini yakaladığında dişlerinle boğazını kopardığın gibi akan kanlarım da apartmanın girişine kadar ulaştığında; sesim de, balkonda beni bekleyen anneme ulaştı.
“Fincana kahve koydum gel,” şarkısı çalıyor muydu, yoksa ben mi duymak istiyorum.
Çorba da taşmıştı da kokusu burnuma mı gelmişti.
***
“Çorba yap,” geliyorum diyorum, en son ağzımdan çıkan sözler. Şehrin göbeğine kurulu ankesörlü telefondan arıyorum seni. O gün giydiğim beyaz renkli kıyafetim, uzun siyah saçlarım -kefen bezine- dolanacağını bilemeden vedalaşıyormuşum. Senin veda etmen -bana- dokunuyor. Kalp masajı yapıyorsun durmadan. Elindeki kristaller seni öldürürken; ben de, sonsuzluk simgesi “pirsingimin” dudağımdaki burgusu gibi buruluyorum, avcı bıçağının içimdeki burgusuyla…
***
Kaç kez vurdun da öldüm.
***
İki koltuk arasındaki zigon sehpanın üzerindeki kesme camdan yapılmış kül tablası da babamın yadigarı. Gelen misafirlere sigara ikram edilip sohbet edilirdi. Difenbahya karşısında üzeri dantel örtüyle örtülü telefon çaldığında, ankesörlü telefondan arayan kızının:
Anne geliyorum çorba hazır mı?
Yavaşa aldım şimdi, ya da ocaktan indirdim, “sıcacık” diyen sesiyle yola koyulan kızının 4 km’lik yürüyüşü üzerinden devam ediyorum.
***
Tam da yokuş yukarı yürürken, evimin balkonunda görüyorum seni, elinin içinde kristaller seni öldürürken -benim- gelişimi izliyorsun.
***
Piirsingim dudağımdaki burgusuna öykünen bıçağın burgusu -bana- kur yaparmış, vücuduma gelişi güzel vururken, beni niye izledin?
Beni böyle mi seviyorsun?
***
Ahh... deyip merdivenlerden iniyorsun,
“… yığılıyorum evimin önüne”.
Elinin içinde kristallerle ölürken sen, ben de ölüyorum boğazlanan güvercin gibi,
***
Kanımın tadı damağında mı?
***
Bal köpüğü kadife koltuğu aldığında, bütün kızlar kıskançlık krizi yaşamışlardı. Onların ahı mı -yoksa senin geçmişinin ahı mı bilemedim. Boğazından çıkan çığlığı şimdi bile hatırlıyorum. Ahhh…
Ev tutulmuş eşyalar alınmış çeyiz serilmiş, düğündeydi sıra. Parmağımızda yüzüklerle kalakaldık öylece. Elimizde 80 tane düğün davetiyesi, zarfların üstleri yazılırken, -yediğimiz pasta- ekşi miydi, bilmiyorum ama çürümüş gibiydi. Selvi ağacın gölgesinde, lavanta çiçeğini keselere koyarken, isimlerimizi yazmıştık. Selviler mezarlıkta olur değil mi, lavantaları keselere selvi ağacın altında koymasaydık, bal renkli koltuklar yine -yok pahasına- satılır mıydı? Şimdi, selvinin altında üstümde lavanta çiçeğinin kokusuyla yatmazdım.
*Difenbahya, “Ağlayan Çiçek” olarak da bilinir. Kimi zaman yapraklarından ter damlacıkları gibi su çıkarması sebebi ile bu isim yakıştırılmıştır. Difenbahya çiçeği neden ağlar bilinmez ancak birtakım kaynaklar bu çiçeğin sahibi öldükten sonra bu etkiyi gösterdiğini söyler.
Aynur Türk
コメント