top of page
Yazarın fotoğrafıİshakEdebiyat

Öykü- Aysim Demiröz Göral- Şezlong Müsait mi?

Bu şezlong da size mi ait? Gölge istiyor insan bu saatlerde. Kumlar henüz basılamayacak kadar sıcak değil, doğru söylüyorsunuz ama bir iki saate denize yürümek zorlaşır. Dalgalara en yakın şezlongu tercih ediyorum. Ben de sizin gibi sabah kalkıp havlumu atarım ama bu sabah uyuyakalmışım. Yine uykusuz bir gecenin sabahında ancak kavuştum uykuma. Yoksa huyum değildir öyle saat onlara kadar yatmak. Tembel işidir o. Kış uzun sürdü bu sene, değil mi? Evlerden dışarı başımızı uzatamadık. Bu sene yaz da sıcak olacak, belli oldu. Allahtan geceler kısa, gündüzü de geçiriyor insan bir şekilde… İnsanı çok buraların. Geleni gideni izlerken, çocukların kahkahaları, annelerin bağırtıları, kocaların mutsuzluklarını izlerken geçiyor vakit. Daha önce de gördüm ben sanki sizi. Doğru, biraz gölgeye alayım başımı. Haklısınız, duyamadınız dalga seslerinden dediklerimi. Geç kaldığım sabah kahvaltısından çantama kayısı atmıştım. Lütfen alın, buyurun. Biz deniz kenarında bu saatlerde soğuk meyve yemeye bayılırdık. Soğuk meyvenin damakta bıraktığı tat, sohbette yarattığı ferahlık da bambaşkadır, değil mi? Yaz meyvesi gibisi var mı? Ben şeftaliyi tercih ederim, Ferit kayısıcıydı. Şeftaliyi serin tutmak zor oluyor tabii. Etrafta dolanan şu oğlana, garson herhalde, kahve söylesek mi ya da maden suyu? Nasıl? Kahve dokunuyor bu saatte, öyle mi? Tamam maden suyu daha iyi olur, bu sıcakta ne kahvesi? Gençlik mi kaldı sanki. Kusura bakmayın sizi de kendime dahil ettim. Evet haklısınız sağlık esas mesele, yaşın ne önemi var. İnsan hissettiği yaştadır, lafları da çok safsata değil mi yahu. Sigara? Kullanmıyorsunuz, anladım. Açık havada rahatsız olur musunuz? Çakmak da yok tabii sizde. Çantamın içinde bir yerlerdeydi. Hah buldum. Evet, özel bir çakmaktır. Ferit’in kırkıncı yaş gününde almıştık bir antikacıdan. Antikacıları çok dolaşırdık. Siz de seviyorsunuz demek, ne güzel. Ay yok asla. Ferit beş yaşındayken rahmetli oldu bizimkisi. Tek seferde kalbi durdu. Yetiştiremedim bile hastaneye. Daha kırkı çıkmamıştı rahmetlinin, kardeşi annesi bir oldular, oturduğumuz evi almak istediler. Neyse, Allah yüzümüze baktı, bunlar ana oğul otobüs kazasıyla rahmetli oldular. Evet gazetelerdeki o malum kaza. Ya işte, hayat hep zincirleme felaketler çıkarmıyor karşımıza. Rahmetlinin emekli maaşı, babamdan kalan dairelerin kirası, rahat büyüttüm Ferit’i. Yalnız ve rahat. Bir an bile ayrılmadık. Sonra işte o çıktı geldi… Mideler kazındı, haklısınız. Çantamda çubuk kraker olurdu beraber geldiğimiz yazlarda. Yok yahu, sadece çocuklar yemez krakeri. Sizde çocuk var mı? Güneşin tepeden vurduğu şu saatleri sever oldum. Eskiden olsa, yani Ferit ile geldiğimiz zamanlarda, odamıza veya kamelyanın altına çekilirdik. O kitaplarına gömülürdü, ben bulmacalarıma. Seviyorsunuz bulmacaları, ne güzel. Eski tadı yok artık. Hep aynı yerde takılıyorum. Soracak kimse de kalmadı. Sizin de elinizde gördüm, lakin siz de yarım bırakıyorsunuz fark ettim. Benim gibi cevabını yalnız bulmaya çalışanlardansınız, anlıyorum. Sıcakladık sanki. Öğle yemeği saati de yakındır. Ne çıkardılar acaba? Sever misiniz sulu yemek? Ben sorun etmem. Ama Ferit burun kıvırırdı, en çok da erişteli mercimeğe. Tencere yemeklerinde et az diye beğenmiyordu. Severdi halbuki. Son zamanlarda kavga etmek için bahane arar olmuştu. Balığın hakkını veremiyoruz böyle sulu olunca, üstelik kokusu da çıkmıyor üstümden başımdan, derdi. Öğle yemeklerine eve gelmeyi bırakmasından anlamalıydım. Öğle yemeği yemiyorsunuz, anladım. Siz de yalnız yaşıyorsunuz öyle mi? Oysa yalnızlık Allah’a mahsus yalanıyla büyüyoruz. Sonra bir gün geliyor, kullanılmayan onca keten peçetenin, ikişer üçer takım kahve fincanlarının, on ikişer kişilik gündüzü ayrı gecesi ayrı yemek takımının, kenarları dantel işlemelerle dolu hurçlarda unutulmuş havluların, yatak yorganın hiç kullanılmadığını kabullenmeye başlıyorsunuz. Nasıl? Sizde yok mu bu saydıklarımdan? Kapımızı çalan mı var tutuyorsun bunca eşyayı, diye söylenirdi Ferit’im. Oysa o huyu bozuk kızla bir akşam üzeri kapıda dikildiklerinde yüzümü sallayarak çıkarmıştım anne yadigarı porselenlerimi. Nereden bileyim kenarı kırık tabağın yılan gözlünün önüne geldiğini. Sizi de esir aldım kapanmayan çenemle, kusura bakmayın. Pek de kibarsınız. Ferit de aynı sizin gibiydi. Ne olduysa, o akşam yemeğinden sonra oldu. Sessizleşti, huysuzlaştı. Siz hiç besleyip büyüttüğünüz, yemeyip yedirdiğiniz evladınızın bir gecede yılana uyup suyunun bulanacağına inanır mısınız? Geçen yıl da gördüm ben sizi sanki bu sahilde. Anladım,yan pansiyona geliyordunuz. O yüzden yemeklerde hiç karşılaşmadık demek. Neyse, ne diyordum? O akşam yemeğinden sonra bir iki açılmak istedi bana. Küstürmüş olabilirim. Ama yakıştıramamıştım o şehla gözlüyü dalyan gibi oğluma. Hem biz iyiydik, yeterdik birbirimize. Olmaz, dedim, daha öncekilere de dediğim gibi. Dengin değil. Öfkelendi. Ağzını açtı, derin bir nefes alıp sustu. Sonra sabaha karşı duydum sessizce hazırlanıp kapının önüne gelip gidilişini. Hayır efendim, engel olmadım. Ne mi yaptım? Gözlerimi kapayıp bekledim. Kahve saatiniz geldi demek. Ben de bir orta şekerli alırım. Peki madem, bu seferki sizden olsun.

Her şeyin başında o şehla gözlü, huysuz var. Bembeyaz gerdanını yaya yaya giydiği o elbiseler, manolya kokulu parfümler baştan çıkardı oğlumu. Neden öyle baktınız? Hiç suçu yok benim oğlumun. Neden olsun? Dinletemedim. İlk zamanlar bir iki çaldı telefonum. Kısa konuşup uzun susuyordu telefonda. Geçici bir heves işte. Hepinizin olmuştur canım böyle hevesleri. Bunalıyor gençler bazen kendi konfor alanlarından. Sanıyorlar ki gerçek hayat kapının ardında. Ben anladım siz kapının ardını merak etmeyenlerdensiniz.

Bana geldi sanıyorsunuz değil mi? Ben de öyle sandım. Kapı ha çaldı ha çalacak, bekledim. Her gün oturduğu koltuğun bozulmayan minderini düzelterek, konuya komşuya bin bir türlü hikâye anlatarak, kopardığım takvim yapraklarına küçük notlar yazarak, en sevdiği yemekleri yapıp sofrayı hazır ederek bekledim. Aylar sonra telefonum bir kez daha çaldı. Anne, dedi ve bekledi. Sesini duyduğuma sevindim, tabii sevinmem mi? Ama bu kez de ben sustum bir iki dakika. Biliyorum meraklandınız, saçlarınızla oynamayı bıraktınız. Anlattı. Tek başına kurduğu hayatını, her şeyin böyle daha anlaşılabilir olduğunu, nefes almaya başladığını falan bir sürü laf… Dinledim elbette. Anlattıklarını değil lakin sesinin kuruluğunu. Bir sesten sevginin eskidiğini kim anlamaz. Toparlanmaya başladınız. Esas güzelliği şimdi başlıyor oysa ki güneşin.

Meşgul ettim sizi de, kusura bakmayın. Denizin üzeri ipil ipil olmuş bile. Size de doyum olmaz. Ama artık odama çekilip bulmacalarımdaki çengelleri kapama zamanı. Ne güzel bir sohbet oldu. Şu koca kumsalda kimse kimseyi dinlemiyor, herkesin gözü kulağı telefonda. Oysa insan sohbeti gibisi var mı, öyle değil mi?

Ah kusura bakmayın lütfen, sizin adınız neydi güzel kızım?


Aysim Demiröz Göral

0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

Comentarios


bottom of page