Her tarafı bembeyaz çarşaflarla örtülü odanın içine dalgın bir saldırganlıkla göz gezdirdi. Hepsini tek seferde vermek belki de en iyisi. Nerede benim her işe yetişen nakliyecimin numarası? Gelsin ne varsa toplasın. Hiçbirini görmek istemiyorum. Camlardaki toza bak. Güneşi sadece sonbahar aylarında alan bir ev. Burada zaman hiç yaşlanmıyor. “Şu evi bir değiştirebilsek, bu yaştan sonra da kiraya çıkılmaz ki,” derdi annem dizlerindeki ağrıyı avuçlarının içiyle yumuşatarak. Telefonun ışığı yanıp söndü. Mesajları hızla okudu. Yüzü ışıldadı. İçine dolan ferahlığı eliyle öteledi. Sırası mı canım şimdi mesaj yazmanın? Yine de beklenmek güzel his.
Bilmediği kadar yıldır kapalıydı bu ev. Camların tam önündeki berjerlere yaklaştı. Ayağı takıldı. Çarşaflardan neyin ne olduğunu anlamak mümkün değildi. Ayağının takıldığı yerdeki çarşafı hızla çekip kaldırdı. Etrafta milyonlarca toz taneciği ve güve kelebekleri uçuştu. İğrendi. Yıllar önce bir gece yarısı aldığı o haberden sonraki gibi bir el dolandı gırtlağına. Sabah kahvaltıda önüne getirilen mis gibi kahvenin kokusunu anımsattı kendine. Üç derin nefes ile belki de her şey çözülecek. Keşke bu kadar kolay olsa. Çarşafın altından üzeri oymalı ceviz sandık çıktı. Annemin çeyiz sandığı. Yatak odasından bu odaya, iki berjerin arasına taşındığı zamanı hatırlamaya çalıştı. Bulamadı. Uzaklaşmışım. Eve sık uğramadığım zamanlardı. Kendi dertlerim onların dertlerini geçiyordu. Çömeldi. Sandığın üzerindeki işlemelerde ellerini gezdirdi. Anahtar deliği paslanmış. İçindekileri bir zamanlar beraber açıp bakmıştık annemle, odadaki kıkırdamalarımız babamın sabah gazetesi keyfini bölmüştü. Ne oluyor orada, diye gür sesiyle susturmuştu bizi. Kilitlemeye lüzum yok, hepsi senin, demişti annem. Elini midesinin üzerine koydu.
Sandığın kapağını kaldırdı. İki adet el örgüsü yelek. Biri pembe biri mavi. Gözlerini sımsıkı kapadı. Dişlerini birbirine kenetledi. Mavi yeleği kucağına koydu. O zamanlar nasıl da kıskanırdım Berk’i, ölesiye. Aynı yelekten ona da ördü diye kıyameti koparmıştım. Berk ise yeleğinden daha mavi gözleriyle ayaklarımın dibinden ayrılmazdı. Burnunu çekip gözyaşlarını yuttu. Kendi yeleğiyle Berk’in yeleğini üst üste koyup kenara aldı. Büyükçe bir kutu geldi eline, annesinin çeyizlik kumaşları arasında. Kutu oldukça ağırdı. İçindekileri ahşap zemine boşalttı. Fotoğraflar, annesinin saati, babasının cüzdanı, Berk’in elinden bırakmadığı Tommiks fotoromanları. Yutkunmaya çalıştı. Kafasını bir sağa bir sola çevirdi. Kalbi ağırlaştı.
Beni beklemediler. Gidecektim ben de onlarla. Biraz zamana ihtiyacım vardı. Annesi, babası ve Berk’in son kez gülümsedikleri fotoğrafı aldı eline. Molada çektirmişler. Bodrum yolundaki muhteşem tostlar yapan bakkal burası. Kızardım. Bakkalda mola verilmez, diye söylenen hep bendim. Söylenmeseydim o kadar. İki kaşının arasındaki çizgiler derinleşti. Nasıl da mutlulukla gülümsemişler. Berk’in üç numaralı bakışıydı bu. Böyle içten gülünce sol yanağının köşesi çukurlaşırdı. Tanımlayamadığım, beni esir alan duygular yüzünden hep uzaktım onlara. Geçecekti. Geçti. Geçerken ne var ne yok akıntıya kapılarak yok oldu. Toparlandı. Annesinin saatini koluna taktı. Saate baktı. Pili bitmiş. Tatile çıkarken taktığı saatti bu. Kim çıkardı acaba? Yıkarken mi çıkardılar?
Fotoğrafların arasında sararmış kağıtlar dikkatini çekti. Fotoğrafları kenara ittirdi. Kağıtların üzerinde gezinen örümceği gördü. Çığlık atmamak için dudaklarını ısırdı. İrkildi. Böceklenmiş. Her şey böceklenmiş. Dizlerinin uyuştuğunu hissetti. Elindeki kağıtlarla ayağa kalktı. Kargacık burgacık bir el yazısı ve korkunç imlâ hatalarıyla dolu yazıları okumaya çalıştı. Ölümlü Kaza Tutanağı. Başlıkta kaldı gözleri bir süre. Az önce üfleyerek yolladığı örümcek, elinin üzerinde geziniyordu. Kolunu sallarken elindeki kağıtlar az önce kenara ittirdiği fotoğraf yığınının arasına savruldu. Raporu alırken, hurdaya dönmüş bir araba ve asfaltta yatan cesetlerin olduğu fotoğrafları gördü. Çığlık attı. Fotoğrafları yere fırlattı. Kapıya doğru koştu.
Telefon gece yarısı çalmıştı. Zar zor açmıştım. Kafasını ellerinin arasına aldı, çömeldi. Muğla Trafik Şube’den arıyoruz. Gerisini hatırlamıyorum. Çok sık unutuyorum. Zorlanıyorum. Günün her saatinde üçer beşer içtiğim ilaçlar. Şimdi almam gereken de var mesela. Unuttum, yine unuttum. Yaz kızım, hep unutuyorsan yaz, diyordu. Sahi ne zaman sustu o ses?
Seslerini unutuyor insan. Önce sesleri. Sonra görüntüleri. En son kokuları. Herkeste aynı mıdır acaba? Gözlerini fotoğrafa yaklaştırdı. Annem ve Berk’in bedeni yan yana, örtmüşler üzerlerini. Babam az ileride, onun da üzeri örtülü. Ayakkabılarından tanıdım. Onları çok severdi. Kahverengisi ve derisi çok iyiymiş. Eşyalar duruyor, giden insanlar. Koltukların üzerinde dolandı bakışları. Çarşafı kaldırmadan, pencerenin önündeki berjerin kolçağına yaslandı. Gözleri karardı. Resimleri sandığın üzerine bıraktı. Örümcek yerde kendine yuva arıyordu. Gülümsedi. Rahatını bozdum, yuvandan ettim seni. Ne yaparsın, hayat işte. Pencerenin önünde duran minik kar küresini fark etti. Eline aldı. Ürperdi. Berk ile haftalıkları birleştirmiştik. Paramız buna yetmişti. Utanmıştık. Küreyi iki kez baş aşağı etti. Kar küresinin üzerindeki tozları üfledi. İçindeki kar görüntüsü veren tanecikler hâlâ canlıydı. Fotoğraftaki ayakkabı kadar, annesinin yolun kenarına saçılmış çantası, Berk’in Tommiks kitabı kadar. Canlı olması gerekenler ise bembeyaz çarşaflarla örtülüydü. Yoktular, bırakıp gitmişlerdi.
Sonradan gelirsin, demişti Berk valizleri arabaya yüklerken. Burnunun direği sızladı. Telefondaki sessizliği hatırlıyorum. Teyzemlerle Muğla’ya gidişimizi. Bir devlet hastanesi, sıvası yer yer dökülmüş duvarı sırtıma değen, yaslandığım duvar, bir omuz değil. Birileri sigara uzatıyor. Sadece konuşan bıyıklı ağızlar, başörtüsüyle gözlerinin yaşını silen yüzler, uzatılan sigaralar geliyor gözümün önüne. Ardında başka bir şey yok. Sızlayan burnunu ellerinin arasına aldı. Her yeri dövülmüşçesine ağrıyor. Bütün işlemleri teyzem ve eniştem yaparken, ben bulduğum her duvara yaslanarak bekliyordum. Hâlâ bekliyorum. Ben neyi bekliyorum? Ayağa kalktı.
Mezarın başında teyzem omuzlarımdan tutup kaldırmıştı. İçinden ne geliyorsa söyle, diye ağlıyordu. Yeri miydi teyze orası? İçimden her geçeni söyleyemezdim. Aklına her geleni öyle ulu orta söyleyemezsin küçük hanım, diye büyüdüm ben. Sessizlik odada dolandı. Mezarın başında sustum ve içeriye baktım. Karanlık olacak, diye düşündüğümü hatırlıyorum.
Saatine baktı. Hava kararmaya başlamıştı. Zaten hiç ışık almayan bu eve, karanlık daha çabuk düşer. Toparlandı. Fotoğrafları, saati, ailesine ait birkaç özel eşyayı kutunun içine koydu. Odadaki çarşafları teker teker serili oldukları yerden kaldırdı. Tozdan göz gözü görmüyordu. Camın önüne geldi. Kar küresini de elindeki kutuya attı. Gülümsedi. Bütün pencereleri kapalı odadaki kokuyu aradı. Çıkmış. Kokumuz çoktan çıkmış. Şimdi havalandırma zamanı. Pencereleri temiz havaya aç bir tutsak gibi hızla açtı. Rüzgâr yerdeki tozu ve çarşafları havalandırdı.
Evet siz ölmüştünüz. Evet ben belki de yapmam gerekenleri yapamamıştım. Boğuluyordum. Küçücük bir akvaryumda üstelik. Zaman duvara çivilenip asılamıyordu ama acının hoyratça üzerinden geçerken açtığı yaraları da kapatıyordu. Ya da ben bunu böyle kabullenmeye başladım. Çantasındaki büyük afişi ve koli bandını çıkardı. Dışarıdan en kolay görünecek cama “Eşyalı Satılık” yazısını özenle astı. Merak etmiştir beni, geliyorum, diye yazsam sevinir. Mesajı kesilmiş harflerle yazdı: glyrum. Pencereleri kapatmadan, eşyaların üzerini örtmeden elinde kutuyla evden çıktı.
Aysim Demiröz Göral
Comments